18 Ağustos '01
Sayı: 22


  Kızıl Bayrak'tan
  İşbirlikçi düzen cephesinde iç dalaşma

  Ordu kim için kime karşı?

  Katil devletten hesap soralım!

  İki yılda deprem bölgesinde değişen hiçbir şey yok
  Grev yasaklamaları ve sendika bürokrasisinin ihaneti
  Devrimci tutsakların ortak açıklaması
  Yoldaşlarının kaleminden Osman Osmanağaoğlu
  Aymsan direnişine destek ve dayanışmayı büyütelim!
  Türk dış politikası üzerine/2
  Küresel ısınma/1
  Emperyalist-siyonist "barış süreci"nin dönülmez çöküşü
  Arjantin hükümetinin yeni tasarruf paketi
  "Filistinlilerin ayaklanması meşrudur"
  15 Ağustos, devrimci direnişin zirvesi...

  Açıklamalardan

  Mücadele Postasi

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

İki yılda deprem bölgesinde değişen hiçbir şey yok

Katlanan yıkım ve sefalet dışında

Büyük yıkımın üzerinden iki yıl geçmesine rağmen deprem bölgesinin bugünkü durumunda iki yıl öncekinden fazlaca bir farklılık gözlemlenemiyor. Kaldırılmayı bekleyen enkazlar, yıkılmayı ya da onarımı bekleyen hasarlı yapılar, çadırlar, prefabrikler... Kentler, köyler sanki iki yıl öncesinde çekilmiş bir fotoğraf karesinde donmuş gibi.

Bu görüntü bir ilgisizliği, bir duyarsızlığı, bir vicdansızlığı anlatmakla birlikte, gene de sadece bir dış görüntüdür. Bu görüntünün arkasında-içinde süregiden toplumsal yaşamı bir fotoğraf karesinde dondurmak mümkün olmuyor ama. Sarılmayan yara onarılmayan binaya benzemiyor. İçten içe kanamaya, kangrenleşmeye başlıyor. Bu nedenle 17 Ağustos ve 12 Kasım depremlerinin yarattığı sosyal hasarın maddi hasarın çok çok üstünde olduğunu, üstelik geçen zamanın hasarı daha da büyüttüğünü söylemek yanlış olmayacaktır.

Bölgede geçici konutlarda barınma imkanı bulabilenler (hatırlanırsa çadırlardan, prefabriklerden polis zoruyla atılmışlardı) "şanslı" kategorisine giriyorlar. Çünkü bu imkandan yoksun kalan yoksulların ağır ve orta hasarlı binalarda oturmak dışında hiçbir şansı bulunmuyor. Az hasarla ayakta kalan binaların kirasında fahiş artışlar söz konusu olduğundan, ücretliler (ve işsizler) bunların yanına bile yaklaşamıyor. Geçici konutların "şanslı" konuklarına gelince: Tek odalı prefabriklerde kalan aile fertlerinin sayısı yer yer 9 kişiye kadar çıkıyor. Ortalama 4-5 kişi. Bu geçici yerleşim alanlarının % 7.4'ünde düzenli su sağlayan bir kaynak bulunmuyor, %17.6'sında ise kaynak olsa bile ancak kesintili olarak su sağlanabiliyor. %66.2'si toplu ulaşım hizmetinden (belediye otobüsü) yoksun durumda. %29.4'ünün çevresinde fabrika, pis su, atık alanı gibi kirlilik kaynağı bulunuyor. Yeterli okul, yeterli öğretmen yok. Deprem çocuklarının sadece %32.4'ü ilköğretim imkanlarından yararlanabiliyor. O da öğretmen ve araç-gereç eksikleriyle birlikte.

Yoksunlukların en korkunç düzeye ulaştığı sosyal hizmet alanı ise sağlık. TTB'nin son araştırmasına göre "Araştırma kapsamındaki geçici yerleşim alanlarının hiç birinde dispanser, AÇSAP merkezi, özel doktor muayenehanesi ve eczane yoktur." Sağlık hizmeti adına sadece % 25'inde sağlık ocağı, % 5.9'unda revir, % 5.9'unda sağlık evi, ve % 4.4'ünde Türkiye Aile Planlaması Vakfı kliniği, psikolojik danışma merkezleri açılabilmiştir. Ancak bölgede işsizlik ve yoksulluk o boyutlara ulaşmıştır ki, depremzedeler sağlık hizmetlerinden olduğu kadarıyla bile yararlanamamakta; örneğin, rahatsız olduğu halde maddi imkansızlık nedeniyle bir sağlık kuruluşuna başvuramayanların oranı % 27.3 ile % 68.8 arasında değişebilmektedir. Başvurmama nedenleri içinde ilk sırayı ise % 58 ile maddi yetersizlikler almaktadır. "Yatarak tedavi görmesi gereken insanların üçte biri maddi yetersizlik nedeniyle bu hizmete ulaşamamış, bir anlamda ölüme terk edilmişlerdir." "Araştırma bölgesinde yaşayan insanların önemli bir bölümü reçete edilen ilaçları hiç alamamakta ya da kısmen alabilmektedir."

SSK kayıtlarına göre 150 bin işsizin bulunduğu bildirilen bölgede, gerçekte geçici konutlarda yaşayanlarda işsizlik oranı %30.1'e ulaşmaktadır.

Buraya yansıtabildiklerimiz tablonun yüzde birini bile bulmadığı halde, ortaya çıkan görüntü devletin niteliğine yeterince ışık tutuyor.

Aradan geçen iki yılda depremzedeler için değişen tek şey yoksulluk ve sefaletteki hızlı artıştır. Aynı kıstas devletin yaklaşımı için de uygulanabilir. Sermaye devletinin deprem sırasındaki duyarsızlığı, katılığı ve vicdansızlığının geçen iki yılda kat kat arttığı, bölgeye ilişkin her girişiminde gözlemlenebilir. İki yıl öncesiyle bir kıyaslama yaparsak:
Devlet deprem sırasında ve sonrasında bölge halkına sırtını dönmüş, elindeki imkanları enkaz altında can çekişen insanlardan bile esirgemişti. Bölgeye nihayet ilgi göstermeye başladığından itibarense, sadece almak/çalmak, vurmak/kırmak/yıkmak için el uzatmıştır. Depremzedelere gelen yardımlara el konulmuş, sağlık ve daha pek çok yardım geri çevrilmiş, kalıcı konut ihaleleri katil müteahhitlerin firmalarına verilmiş, ölü ve yaralıların organları çalınmış, (halen bulunamayan kayıplara bakılırsa) onlarca insan bu amaçla kaçırılmıştır. Bunun organ mafyasının marifeti olduğu iddia edilse bile, söz konusu olan Susurluk devleti olduğuna göre her ikisi de aynı kapıya çıkmaktadır.

Bu düzen ayakta kaldığı, bu devlet bu ülkenin, bu halkın, işçi sınıfı ve emekçilerinin başında durduğu sürece felaket ve yıkım üretmeye devam edecektir. Nitekim, uyguladığı yıkım programları sayesinde yarattığı bugünkü krizle tüm toplumu felakete sürüklemekten kaçınmamaktadır. Deprem veya diğer tüm felaketlerden kurtuluşun yolu, başımızdaki en büyük felaket olan sermaye devletinden kurtulmaktan geçiyor. Ancak ve ancak, kârı va çıkarı değil emeği ve emekçiyi temel alan bir toplumsal düzende, yani sosyalizmde depremler afet olmaktan çıkarılabilir. Ancak bir işçi-emekçi iktidarı, kaynak ve imkanları işçi sınıfı ve emekçi halkın hizmetine sunabilir.

Ya kapitalist barbarlık içinde çöküş, ya sosyalizm!

 


 


Depremzedelerin taleplerinden...

*Toplanan iç ve dış yardımlar toplamı ile ek vergiler ve bedelli askerlikten gelen yardımlar toplamının bilgisi topluma açıklansın.
*Tüm sorumlular yargılansın.
*Hasar tespitleri yeni afet riskleri dikkate alınarak bilimsel yöntemlerle yeniden yapılsın.
*Geçici barınma yardımları uzatılsın. Elektrik, su paraları asgari yaşam standartlarında alınmasın.
*Kiracılara da EYY Kredisi veya kalıcı konut hak sahipliği sağlansın.
*Depremde sakat kalanlara ücretsiz sağlık hizmeti sağlansın.
*İşsizliğin önlenmesi için gereken tedbirler alınsın, işsiz insanların yaşamları kolaylaştırılsın.

 


 


Sermaye devletinin deprem hazırlığı!

17 Ağustos ve 12 Kasım depremlerinde yaşanan (ve halen de yaşanmakta olan) onca acıya, bilim adamlarının tüm uyarılarına rağmen, bağıra bağıra yaklaşan bir İstanbul depremi için, devlete sorarsanız, bütün hazırlıklar tamam.

Bu bir bakış, bir yaklaşım meselesi tabii ki. Sermaye devletinin zihniyetine göre depreme hazırlık ceset torbası stoklamak anlamına gelebiliyor. Ya da toplu mezar alanlarının tespiti vb. Ancak, yıkımı ve can kaybını asgariye indirmek anlamına gelmediği kesin. Çünkü, deprem hazırlığı adı altında yürütülen "sözde" çalışmalara hastane, okul gibi toplu yaşam alanlarının bakım ve onarımı dahil değildir. Genel kontrol bir yana, geçmiş depremde hasar gören binalara bile el atılmıyor. Nasıl atılsın ki? Devletin bütçesinde yerli ve yabancı sermaye dışında kimseye bir kuruş pay ayrılmıyor. Ama devlet "depreme hazırlanıyor"!

17 Ağustos ve 12 Kasım felaketin yaşayan bölgelerde, yeni felaketleri davet edercesine, riskli alanlar imara açılıyor. Yapı Denetim Yasası adı altında, Jeofizik Mühendisleri Odası Genel Başkanı Prof. Dr. Ahmet Ercan'ın tabiriyle bir "kıyım ve intihar yasası" çıkarılıyor. Bu yasayla, bir deprem ülkesinde jeofizik mühendislerinin dışta tutulması yetmiyormuş gibi, '93 yılında hazırlanmış ve depremi hesaba katmayan bir yönetmeliğe dayandırılarak, adeta beklenen depremlerin de hesaba katılmadığı kanıtlanıyor.

Depreme hazırlık adı altında görüşülen, hesabı-kitabı yapılan önlemler arasında, kuşkusuz (17 Ağustos'un derslerinden de yararlanılarak), yıkıma karşı gelişecek halk hareketinin nasıl bastırılacağı da vardır. Olması gerekir, zira bu, sermaye devletinin değişmez karakteridir. Nasıl ki, kendi eliyle yarattığı ekonomik-sosyal yıkım yüzünden beklediği "sosyal patlama"ya karşı sadece bastırma önlemleriyle ilgileniyorsa, deprem ve diğer yıkımlar konusunda da benzer bir reflekse sahip olacaktır.

Önceki tüm depremlerde olduğu gibi, 17 Ağustos ve 12 Kasım depremlerinde de yaşanan felaketin asıl sorumlusu sermaye devletidir. Yaptığı hazırlıklara bakılırsa, onun bu karakterinde en küçük bir değişiklik olmadığı, dolayısıyla, deprem hazırlığı denilenin aslında yeni yıkım ve yeni felaketler hazırlığı olduğu görülecektir.