11 Ağustos '01
Sayı: 21


Kızıl Bayrak'tan
Katillerin el sıkışması

Deprem gerçeği ve devlet

Emperyalizmin yalanları

Ortadoğu
Sınıf ve kitle hareketi
ÇHD İstanbul Şubesi basın toplantısı
Ölüm Orucu Direnişi 296. gününde
Devrimci basın susturulamaz!
Direniş ve devletin son hamleleri
Türk dış politikasının güncel sorunları
Sınıf hareketinin sorunları
Hacı Bektaş şenlikleri
Uluslararasi hareket
PKK-DÇS: Teslimiyet ve Tasfiyeciliği teorileştirme çabaları
Zaferi direniş kazanacak!

Açılım Hukuk Bürosu açıklaması

Mücadele Postasi

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Katillerin el sıkışması

İsrail ve Şaron: Saldırganlık ve katliam

İsrail Başbakanı Ariel Şaron'un bir günlük Türkiye ziyareti, Türk dış politikasının bugünkü tablosunu, özellikle de onun bölgesel plandaki tercih ve yönelimlerini, çarpıcı bir biçimde ortaya koymaktadır.

Siyonist İsrail ve "kasap" Şaron; bu iki niteleme bile bir arada herşeyi özetlemeye yetmektedir. İlki bölgenin en saldırgan devleti, bugün Filistin halkını katliamdan geçiren bir savaş makinesidir. İkincisi ise, onun gelmiş geçmiş en kanlı ve gözü dönmüş politikacısıdır; kanlı bir katil, binlerce masum insanın kanında doğrudan parmağı olan bir suçludur. Siyonist İsrail, Türk burjuvazisinin bugün bölgedeki temel müttefikidir; "Kasap" Şaron ise, özel davetli olarak şu günlerde Ankara'nın en muteber misafiri...

Ecevit ve Sezer, Türk devletini en üst düzeyde temsil eden iki yetkili olarak, "kasap" Şaron'la, insanlık vicdanında çoktan mahkum olmuş bu kanlı katille, Türk devleti adına hararetle el sıkışıyorlar. Bu sayımızın kapağında bunu "Katliamcı katillerin el sıkışması" olarak tanımlıyoruz. Türk yetkilileri basının, aynı anlama gelmek üzere tüm dünya önünde, "İsrail'in güvenlik kaygılarını anlıyoruz" diyerek, siyonizmin saldırganlığına ve Filistin halkına uygulanmakta olan vahşi katliama destek veriyorlar. Bu tutum ve tablo, daha fazla söz söylemeyi gereksiz kılacak kadar açık ve anlam yüklüdür.

Emperyalizmin Ortadoğu'daki
saldırgan üssü

Siyonist İsrail, emperyalizmin Ortadoğu'daki saldırı üssü ve saldırgan koludur. Tepeden tırnağa silahlı olan ve bunu da emperyalistlere, özellikle de ABD emperyalizmine borçlu olan bu savaş makinası devlet, bölgedeki tüm gerginliklerin ve çatışmaların ana ekseni durumundadır. Ortadoğu'yu iki kez savaşa sürüklemiş ve bugün üçüncü bir bölgesel savaşı Filistin halkına uyguladığı kuralsız katliamla adeta kışkırtıp körüklemektedir. Bu militarist devlet, siyonizme dayalı ideolojisiyle, saldırganlığı ve yayılmacılığı değişmez bir stratejik çizgi olarak benimsemiştir.

Türk devleti işte tam da böyle bir devletin bölgedeki en sadık ve sağlam müttefikidir. Düne kadar gizli-kapaklı sürdürülen ilişkiler, Ô90'lı yılların uygun konjonktüründe açık hale getirilmiş ve gelinen yerde tüm sonuçlarına vardırılmıştır. Türkiye ve İsrail, ABD emperyalizminin liderliği altında, tüm bölge halklarını tehdit eden bölgesel bir stratejik-askeri mihver oluşturmuş durumdalar. İlişkiler her alanda sürekli geliştirilmekte, özellikle de askeri, istihbarat ve özel savaş alanlarında çok yakın bir işbirliği örneği sergilenmektedir. Türk devleti bu saldırgan askeri mihvere sadakatini, Haziran ayı içerisinde Türkiye'nin göbeğinde gerçekleştirilen ve tümüyle saldırı amacına dayalı olan 12 günlük kapsamlı askeri tatbikatla da somut olarak göstermiştir.

Dün "Lübnan kasabı"ydı,
bugün "Filistin kasabı"

Türkiye'nin egemenleri siyonist İsrail'le bu düzeydeki ilişkilerini "Kasap Şaron"u Ankara'ya bizzat davet ederek ve onu en sıcak bir biçimde ağırlayarak yeni bir düzeye vardırmışlardır. Şaron'un ziyareti bunu simgeleyen, bu mesajı veren temel önemde bir politik olay olmuştur.

Ô80'li yıllarda Sabra ve Şatilla kamplarında savunmasız durumda bulunan binlerce Filistinli kadın ve çocuğun katledilmesi emrini bizzat veren, bu nedenle o günden bu güne dünya halkları tarafından "Lübnan kasabı" olarak anılan bu kanlı katil, Oslo süreciyle birlikte Filistin halkına dayatılan köleci barışa bile karşıdır. Onun Kudüs'ün tam ilhakı politikasını sembolize eden provokatif Harem-i Şerif ziyareti tam da bu tutumun bir ifadesiydi. O günden bugüne yaşanan çatışmalarda yaşamını yitiren ve ezici çoğunluğu Filistinli (ve çoğunlukla da çocuk) olan 1.200 kişinin kanında doğrudan Şaron'un sorumluluğu vardır.

Siyonizmin en aşırı kanadını ve İsrail saldırganlığının çıplak yüzünü temsil eden Şaron'un iktidar olması, Türkiye'nin İsrail'le ilişkilerine göstermelik de olsa bir ihtiyat ve mesafe getirmek bir yana, bu ilişkilere yeni boyutlar kazandırmıştır. Şaron iktidar olalı beri geçen kısa süre içerisinde İsrail'den Türkiye'ye ve Türkiye'den İsrail'e gelip giden heyetlerin, üst düzey yetkililerin ve bakanların haddi hesabı yok. Bu süre zarfında İsrail'den Türkiye'ye gelenler arasında Genelkurmay Başkanı, Milli Savunma Bakanı ve nihayet bugün artık Başbakan Şaron da var. Bu sık trafik ve anlamlı bileşim, ilişkilerin yakınlığına ve düzeyine olduğu kadar, muhtevasına ve amacına da ışık tutmaktadır.

Filistin halkına karşı katliamcıların yanındalar

Türk devleti düne kadar siyonist İsrail'le geliştirdiği ilişkileri, tümüyle samimiyetsiz bir biçimde de olsa, hiç değilse "barış süreci"ne, bunun yarattığı yeni duruma ve ortama dayandırıyordu. Oysa Şaron'un Harem-i Şerif ziyareti ve bu ziyaretin ateşlediği yeni Filistin İntifadası, özel koşulların ürünü bu köleci barışın da sonu olmuştur. "Barış süreci"nin dönülmez bir biçimde öldüğünü çatışan taraflar kadar dünya politikasına yön verenler de çok iyi bilmektedirler. ABD emperyalizmi ve siyonist İsrail için bugün artık sözkonusu olan, çoktan ölmüş bulunan sözde "barış süreci"ni kurtarmak değil, fakat Filistin halkına daha ağır koşullarda yeni bir köleci barışı dayatmaktır. Şaron'un liderliği ve yönetimindeki siyonist savaş makinası, Filistin halkına karşı tam da bunun için acımasızca ve kuralsızca harekete geçirilmiştir.

Türk devleti işte bu durumda ve ortamda, İsrail'le ilişkilerini daha da geliştirerek ve katliam politikası izleyen Şaron'u Ankara'ya davet ederek, Filistin halkına karşı siyonist İsrail'in yanında yeraldığını en dolaysız bir biçimde ortaya koymuştur. Şaron ile el sıkışılırken, en üst düzeyde resmi yetkililerin ağzından "İsrail'in güvenlik kaygılarını anlıyoruz" denilerek, bu tutum açıkça ifade de edilmiştir. "İsrail'in güvenlik kaygılarını anlamak", İsrail'in Ortadoğu saldırganlığına ve Filistin halkına uygulanan katliama destek vermekle aynı anlama gelir. Zira İsrail, saldırganlığını ve katliam politikasını tam da bu gerekçeye dayandırmaktadır.

Türk devletinin bunun ötesindeki her sözü ve sözde tarafları uzlaştırmaya yönelik her girişimi, Türkiye ve Ortadoğu halklarını aldatmaya yönelik bir ikiyüzlülükten başka bir şey değildir.

Türk burjuvazisi, devleti ve siyaseti, bugün bir bütün olarak Filistin ve Ortadoğu halklarının karşısında, emperyalizmin ve siyonizmin yanındadır. Bu politika, şu günlerde üzerinde yeniden tartışmalar yapılan (ki bu tartışmalar Şaron'un olağanüstü bir önem ve anlam taşıyan ziyaretinin de üstünü örtmüştür bir bakıma) "Milli Siyaset Belgesi"nin bir ürünüdür. Bu belgenin esas eksenini oluşturan ve yine bugünlerde çok tartışılan resmi "milli güvenlik" politikası, Türkiye'nin tüm komşularını doğrudan ya da dolaylı olarak "tehdit unsuru", dolayısıyla da "düşman" saymakta, tersinden ise, bölgenin en saldırgan devleti İsrail'i bu aynı değerlendirme ve mantık çerçevesinde temel bir müttefik haline getirmektedir.

Burada dikkate değer olan nokta, büyük bir savaş, istihbarat ve kirli işler deneyimi olan İsrail'in, "milli güvenliğin" iç gerekleri, yani iç düşmanlara karşı da, Türk devletinin yakın bir müttefiği olmasıdır. İsrail'in Kürt halkının özgürlük mücadelesinin bastırılmasına çok yönlü katkısı bugün artık bilinmektedir. Susurluk pisliği içinde açığa çıkan "İsrail'den gelen silahlar" bahsi ise, İsrail gizli servisi MOSSAD'ın Türk kontr-gerillası ile yakın ilişkilerine ve Türkiye'deki sosyal muhalefetin bastırılmasındaki doğrudan rolü ve katkısına çarpıcı bir örnek olmuştur.

İlişkilerin mimarı Türk generalleri

ABD emperyalizminin sadık bir ajanı olan faşist Türkeş'in Ô90'lı ilk yıllardaki katkıları sayılmazsa, İsrail'le bu düzeyde ilişkilerin geliştirilmesinin mimarlığını başından itibaren bizzat Türk generalleri yapmıştır, yapmaktadır. Bölgenin bu en saldırgan devleti ile ilişkilerin Türkiye toplumuna dayatılması da generallerin bilinen yöntemleriyle olmuştur. Öylesine ki, bütün bir politik yaşamı boyunca ilkel bir Yahudi düşmanlığını politik malzeme olarak kullanan Erbakan, kısa başbakanlığı döneminde İsrail ile stratejik anlaşmaları bizzat imzalamak durumunda kalmıştır. Bunun tam da "Milli Siyaset Belgesi"nin bir gereği olarak gerçekleştiğini, tıpkı 28 Şubat kararları gibi Erbakan'a bu aynı çerçevede bizzat generaller tarafından dayatıldığını belirtmeye gerek bile yok.

Türk devletinin İsrail ile giderek her türlü sınırları aşan ilişkilerini her yönü ile irdelemenin yeri burası değil. Burada şu kadarı özet olarak yeniden vurgulanabilir:

İsrail'le bu bölgesel saldırgan ittifak, Ortadoğu halklarına karşı olduğu kadar Türkiye halkına da karşıdır. Yarının bölgesel savaşlarına hazırlık anlamına geldiği gibi, Türkiye'de gelecekte yaşanacak bir iç savaşa da yöneliktir.

Sorunun kapsamına ve sonuçlarına buradan bakılmalıdır. Bu kapsam ve amaç, İsrail'in ve Türkiye'nin ortak patronu durumundaki Amerikan emperyalizminin bölgesel çıkarlarına ve ihtiyaçlarına da tamı tamına oturmaktadır. Nitekim bu ilişkiler her aşamada bizzat ABD emperyalizminin özel çabası, yönlendirmesi ve pratik girişimleriyle oluşmuş ve bugünkü aşamaya ulaşmıştır.