16 Haziran'01
Sayı: 13


  Kızıl Bayrak'tan
  Kızıl Bayrak 7 yaşında!..
  9 Haziran mitinginin gösterdikleri
  Yeni Ölüm Orucu ekipleriyle direnişi büyütüyoruz!
  ÖO Direnişi 240. gününde sürüyor
  KESK yönetiminin yasak savma çizgisi...
  Kamu emekçileri hareketi
  Meclisten geçen "ek bütçe" krizin faturasıdır!
  Sınıf ve emekçi hareketi
  Özelleştirme saldırısı ve TELEKOM işçilerinin mücadele platformu
  Aymasan işçileri işçi sınıfı adına direndikleri bilinciyle hareket etmelidir!
  Gençlik
  Krizi burjuvazi değil işçi sınıfı ve emekçiler yönetiyor
   Uluslararası hareket
  "Kararlıyız, kazanacağız"
  '84'ten '01'e bir gelenektir zindanlarda direniş!
  Süleyman Yeter davası sürüyor...
  Mücadele Postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 
Krizi burjuvazi değil
işçi sınıfı ve emekçiler yönetiyor


Düzen cephesindeki her gelişme, yine düzen sözcüleri tarafından kriz unsuru olarak değerlendiriliyor. Ecevit-Sezer kavgasında olduğu gibi bu bazen krizin gerçek temellerini gizleme amacıyla kullanılmakla birlikte, asıl olarak, düzenin sürekli kriz ürettiğinin de bir itirafı oluyor. Bu günlerde Fazilet Partisi’ni kapatma davası kaygıyla izleniyor örneğin. Burjuva medyanın “uzmanları” kaygılarını iletiyorlar gün boyu. “Fazilet kapatılırsa” diyorlar, “ve milletvekillerine siyaset yasağı getirilirse” erken seçim gerekir ve bu da krizi derinleştirir. Bürokratlar istifa ediyor kriz, başbakan ağzını açıyor kriz, bakan yan bakıyor kriz... Düzen cephesinde kımıldanan her yaprak krizi derinleştiriyor ama, bir yandan da kriz tıkır tıkır yönetilip gidiyor.

Oysa, krizi yönetmek şöyle dursun, her attıkları adımla daha da derinleştiren bu adamların elinde, 21 Şubat’tan bu yana ekonomi on kez batmış olmalıydı. Batmadığına göre, onların beceriksizliklerini telafi eden “güçlü” yardımcıları olmalı. Arkalarında ABD, İMF vb. emperyalist “güç” odakları olduğu biliniyor. Artı, Türkiye’deki tekelci sermayenin de sonuna kadar desteğini aldıkları çok açık. Ancak, tüm bu destekler krizi yönetebilmeleri için yeterli değildir. Çünkü krizin asıl yaratıcıları onlardır. Kriz kapitalizmin krizi, 21 Şubat’ta iflas eden program da İMF-TÜSİAD programıdır. Krizden çıkış adına yürütülmeye çalışılan yeni programın da öncekinden farklı sonuç yaratmayacağı ortadadır. Bu böyle olduğu halde, halihazırdaki kriz yönetilebildiği gibi, bu yeni program da “sosuz” bir şekilde yürürlüğe konulabilmektedir.

Öyleyse, düzenin kriz yönetme becerisini kendisinde değil, karşıtında aramak gerekiyor. Burjuvazi için krizi yönetmek, onun faturasını işçi sınıfı ve emekçilere çıkarabilmek demektir, ki bugün olan da budur. Ama bu konudaki başarı, kesinlikle mevcut hükümete ait değildir. Salt hükümetin icraatına kalsa, sınıf hareketi onu çoktan saf dışı bırakır, “Derviş’i evine, Ecevit’i huzurevine” yollardı. Sınıfın kendi iç “denetim mekanizmaları” sayesindedir ki, fatura döne döne sınıfa yüklenebiliyor. Bir satılmışlar, hırsızlar, katiller güruhu hükümet olmayı sürdürebiliyor. Sınıfın bu “otodenetim” mekanizması sendikalardır. Bu konuda düzenin tek başarısı, işçi sendikalarının tepesindekileri satın alabilmiş olmasıdır.

Faturanın işçi sınıfı ve emekçilere kesilme araçlarından biri zorunlu tüketim maddelerine zam yapmaktır. 21 Şubat’tan bu yana otomatiğe bağlanan zamlarla, hayat pahalılığının en az iki katına çıkmasına rağmen, bir tek sendikanın zamlara karşı bir tek eylemli itirazı duyulmamıştır. İkinci bir araç dolaylı vergilerle işçinin-emekçinin cebini boşaltmaktır. Sendikaların artırılan vergilere de itirazı duyulmamıştır. Ve nihayet, üçüncü ve en temel araç ücretlerin geri çekilmesidir, ki bu süreçte bu da son sınırına kadar kullanılmış ve kullanılmaktadır. Kamu işçisi ve emekçisi sıfır zamma mahkum edilebildiyse, bu tümüyle sendikal ihanet sayesinde gerçekleştirilebildi. Türk-İş ve başındaki Amerikan uşağı Meral’in başını çektiği bir ihanet şebekesi, işçi sınıfı aleyhine düzene hizmetlerinin doruğuna tanmayı sürdürürken; KESK’in başına çöreklenmiş reformist ihanet de kamu emekçisinin 10 yıllık sendikal kazanımlarını düzene peşkeş çekme ihanetine imza atmakla meşgul. Kamu emekçileri, ücret zamlarından önce, kazanılmış haklarını kaybetmeme kaygısında. Ancak, gerek işçiler gerekse de emekçiler, ihanetin önüne geçmenin ve faturayı sahiplerine çevirebilecek bir mücadele ortaya koyabilmenin tek imkaıoan taban örgütlülüklerinden yoksundurlar. Bu yoksunluktur ki, ihanetin süregitmesine ve tam da bu sayede düzenin krizini yönetibilmesine imkan sağlamaktadır. Bunlar düzenin kendi iç imkanları olmadığına, sıfın cephesinden sunulduğuna göre geri almak mümkündür. Mümkünün ötesinde acil ve zorunludur.

Bu yapılmadığı sürece, burjuvalar sadece krizin faturasını döne döne bize ödetmekle yetinmeyecekler, işçi sınıfıyla alay etmeyi de sürdüreceklerdir. Derviş, İMF ve ABD’den aldığı direktiflerle kamu işçisine sıfır zamda diretti ve kazandı. Ama şimdi bütçedeki açığın kamu işçisine verilen zamdan kaynaklandığını söylemekten çekinmiyor. Tersine, bu açığı yine işçi ve emekçileri vuracak olan yeni zamlarla kapatacaklarını ilan ediyor, ki zamlar da ardardına uygulamaya konuyor. Oysa kamu TİS’lerinde sözkonusu olan, bu yıl içinde kamu işçisine 5 kuruş bile verilmeyeceği gerçeğidir. Güya bir zam var, fakat gelecek seneden itibaren geçerli olacak. Tabii o zamana kadar caymazlarsa. Ancak bu sanal zam bütçede gerçek bir açık oluşturabiliyor, üstelik gerçek zamlarla geri alınıyor... Bu işedil;i sınıfıyla alay etmek değilse nedir?

Açıktır ki, TÜSİAD patronları 12 Eylül’de bile bu kadar gülememişlerdir. Ve yine açıktır ki, bu komediye artık bir son verilmelidir. İşçi sınıfı ve emekçiler bu gidişe dur diyerek sadece içinde bulundukları bu rencide edici durumdan kurtulmuş olmayacaklar, fakat ülkenin emperyalizme peşkeş çekilmesini de önlemiş olacaklardır. Bu, bugün toplumun işçi sınıfının devrimci kalkışmasına her zamankinden daha çok muhtaç durumda olduğunun da göstergesidir. Bir avuç tekelci ve hırsız rantiyeyle onların hizmetindeki burjuva siyaset erbabı ve bürokrasi dışında, toplumun büyük çoğunluğunun hızla yoksullaştırıldığı koşullarda, işçi sınıfının eylemli itirazı toplumun tüm emekçi katmanları tarafından sahiplenilecektir. Bundan kimsenin kuşkusu olmamalıdır. Yeter ki güven verici, ciddi bir itiraz ortaya konulabilsin.

Bunu sağlayacak olan, böyle bir itirazı örgütleyebilecek olansa sadece sınıf devrimcileridir. Tüm ilerici, devrimci işçi ve emekçilerin, sınıfa ve topluma karşı sorumluluğu, bugün, fabrika ve işyerlerinde acilen örgütlenmeyi gerektirmektedir. Kapitalizmin bu köleleştirme programına karşı koyulacak, direnilecekse eğer, bunu örgütsüz başarmak mümkün değildir. Kapitalist-emperyalist köleleştirme programlarına ve sendikal ihanete karşı fabrika ve işyeri direniş komitelerinde örgütlenelim, direnelim ve geleceğimize sahip çıkalım.




Kürdistan köylüsünü yıkıma uğratma planı


Şu anda meclis gündeminde olan “Tütün Yasası” yüzbinlerce tütün üreticisinin artık üretim yapamaz hale gelip topraktan kopmasının yolunu açıyor. Yasanın ilk olarak Kürdistan’da tütün ekimiyle uğraşan küçük üretici köylüyü vuracağı ise Ecevit tarafından ilan edilmiş bulunuyor.

Ecevit geçen hafta Yüksek Planlama Kurulu toplantısının ardından “güneydoğu”da tütünden başka ürünlere geçilmesi için gerekli düzenlemelerin yapılacağını açıkladı. “Başka ürünlere geçiş”, ya da aynı açıklamada sarfedilen “Köylüye sıkıntı çektirmek şöyle dursun, refah yolunu açacağız” sözlerini, işin cilasını oluşturduğu ve bunlara kimsenin inanması da beklenmediği için bir yana bırakalım. Ecevit’in açıklamış olduğu asıl şey, Kürdistan’da tütün tarımının yıkımı için devletin harekete geçmiş olmasıdır.

Türkiye’de 580 bin civarında işletmede tütün üretimi yapılıyor. Bunlardan 165 bin kadarı Kürdistan’da. Burada 1 milyona yakın insan ya sadece tütünden geçiniyor ya da başka geliri olsa bile temel geçim kaynağı tütün. Gene Kürdistan’da Türkiye’de üretilen toplam tütünün yüzde 31’i üretiliyor. Tütün tarımı yapılan arazinin en parçalı olduğu bölge de yine Kürdistan.

Ecevit’in açıklamalarından da anlaşılmaktadır ki, tütün üreticisinin idam fermanı imzalanmış ve hükmün infazı için harekete geçilmek üzeredir.

Ecevit aynı konuşmada, sınırdaki mayınlı arazinin temizlenerek tarıma açılacağını belirtiyor. Yapılan açıklamaya göre, Irak ve Suriye sınırında 306 bin hektar mayınlı arazi var.

Ecevit’in derdinin Kürt köylüsünün sefaleti olmadığı açıktır. Tüm bu söylenenler uluslararası tarım tekellerinin ve büyük holdinglerin Kürdistan’da, özellikle de GAP bölgesinde büyük topraklar satın alıp yatırıma hazırlandıkları gerçeğiyle birlikte düşünüldüğünde bir anlam kazanmaktadır.

Uluslararası sermaye ve yerli tekeller için Kürdistan kârlı bir yatırım alanıdır. Özellikle de büyük tarımsal işletmeler kurulması için uygun olduğu düşünülmektedir. Fakat bunun için Kürdistan’daki tarım ve hayvancılığın tasfiyesi gerekmektedir. Bu doğrultuda şimdiye kadar çeşitli adımlar da atılmıştır. Fakat ‘80’lerin ortalarından itibaren Kürdistan’da yükselen ulusal kurtuluş mücadelesi, bu konudaki projelerin yavaş yürümesine ya da askıya alınmasına neden olmuştur.

Bugün ise uluslararası sermaye yeni yatırım ve pazar alanlarına her zamankinden daha fazla ihtiyaç duymaktadır. Türkiye tarımını yıkıma uğratmak için yoğun çaba harcayan tekeller, bir taraftan da gözlerini Kürdistan’a dikmişlerdir. Ulusal kurtuluş mücadelesinin PKK’nin girdiği teslimiyetçi çizgi nedeniyle hız kesmesi, tekellere bu konuda ayrıca cesaret vermekte, uygun koşulların giderek olgunlaştığını düşündürtmektedir.

İşte Kürdistan’daki mevcut ekonomik yapıyı hızla yıkıma uğratmanın, bu coğrafyayı topraksız ya da az topraklı köylülükten temizlemenin ve devasa yatırımların önünü açmanın bir parçası da bölgede tütün tarımının tasfiyesidir. Yıkıma uğrayan yoksul Kürt köylüsü büyük şehirlere göç etmek zorunda kalacak, küçük bir kesimi ise bölgede kurulacak fabrikalarda, kapitalist tarım işletmelerinde çalışacaktır. Her iki durumda da, daha büyük bir yoksullukla, açlık ve sefaletle yüzyüze kalacaktır.

Mayınlı arazilerin temizlenerek topraksız köylülere dağıtılmasına gelince. Kürdistan’da daha önce yapılan tüm göstermelik toprak reformlarında olduğu gibi, böyle bir şey yapılsa bile, çok geçmeden bu topraklar büyük toprak sahiplerinin elinde toplanacaktır. Geçmişteki örnekler de göstermiştir ki, yoksul köylüye toprak dağıtılması sadece bir aldatmacadır. Eline geçen toprakta kendini geçindirebilecek şekilde tarım yapamayan, bunun için gerekli bilgiye, araç gerece, finansman desteğine ve örgütlülüğe sahip olmayan yoksul köylü için bir tek yol vardır. Elindeki toprağı yok pahasına satmak.

Yapılmak istenen Kürt yoksul köylüsünü topraklarından söküp atmaktır. Ecevit’in süslü sözlerinin gizlediği gerçek budur.