26 Mayıs'01
Sayı: 10


  Kızıl Bayrak'tan
  Sınıf hareketi ve sendikal ihanet çetesi
  Türk-İş'in başındaki hain çete işçileri her zamanki gibi yine sattı
  TÜSİAD oligarkları yine "demokrasi istedi!
  Kamu emekçileri hareketi
  Direniş bayrağı cam işçisinin elinde
  İzmir Sümerbank'ta özelleştirme saldırısına karşı direnişte
  Ölüme, zulme, işkenceye karşın Ölüm Orucu Direnişi sürüyor!..
  Kriz ve devrimci sınıf çizgisi/5
  Devrimci yayın organlarının ortak açıklaması:
  Düzenin zindan politikaları ve devrimci direniş
  Uluslararası hareket
  20 yıldır tutsak devrimci Mamia Abu-Jamal'in davası yeni bir aşamaya girdi...
  Ekim Gençliği'nden
  Paris Komünü: "Toplumsal devrimin şafağı"
  "Gestapo devleti"
  Mücadele Postası


Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 
Düzen gençliğe geleceksizlik ve hücre duvarları vaad ediyor...

Teslim olmayalım!


Şubat krizi sonrasında ekonomik bir iflasla yüzyüze kalan sermaye düzeni, bir kez daha emperyalist merkezlerden hazırlanan kriz yönetim planlarıyla düze çıkarılmaya çalışılıyor. Yeni kriz yönetim planı, içerik ve hedefleri bakımından, son otuz yıldır krize çözüm adı altında uygulanan İMF-DB reçetelerinin daha da ağırlaştırılmış bir biçimi. Bu plan emperyalizme ve işbirlikçi burjuvaziye yeni sömürü ve soygun alanları açarken, işçi ve emekçi kitlelerin yıkımını öngörüyor. On yılları bulan yapısal krizin bu en ağır nöbeti, bir kez daha emekçilerin boyunlarının sıkılmasıyla atlatılmaya çalışılıyor.

Emperyalizme uşaklık, emekçilere
sınırsız düşmanlık

Düzen cephesinde son dönemin tablosu, emperyalizme kölece bir bağımlılıkla işçi ve emekçilere düşmanlığın çarpıcı bir aynasıdır. “Ulusal” yaftası ile lanse edilen programın gerçek içeriği şimdi tüm açıklığıyla ortadadır. Dünya Bankası’nın bir memuru ülkeye fiili başbakan olarak atanmıştır. Düzenin göstermelik kurumları artık tümüyle bir yana bırakılmıştır. Emperyalizmin memuru Derviş onların doğrudan iradesini temsil ettiğinden dolayı tüm düzen kurumları önünde hizaya durmaktadır. Bunun en çarpıcı ifadesi “15 günde 15 yasa” olmuştur. Emperyalistlerin verdiği bu komutun gerekleri, tüm burjuva parti ve kurumlarının elbirliğiyle, uşakça bir sadakatle yerine getirilmiştir.

Emperyalist tahakküm öyle bir noktaya gelmiştir ki, artık ülkenin resmi başbakanı ve bakanları ABD büyükelçisini ziyaret edip günlük raporlar vermektedirler. ABD Başkanı, doğrudan düzenin iç siyasal kurumlarına emirler yağdırmakta, sömürü ve soygun kararlarının hayata geçirilmesini bizzat denetlemektedir.

Emperyalistlere kölece uşaklığın ve emekçilere dönük kapsamlı yıkım saldırının karşılığı birkaç milyar dolardır. Bu birkaç milyar dolar düzen cephesinden tam bir bayram havasıyla karşılanmış, işçi ve emekçi kitlelere bir kurtuluş umudu olarak gösterilmiştir. Oysa bu birkaç milyar dolar gerisin geri işçi ve emekçilerin soygunu ile emperyalisterin kasalarına dönecektir. İşçi ve emekçilerin önüne yeni yıkım paketleri olarak konulacaktır.

Gençliğe karanlık ve geleceksizlik!

Düzenin kapsamlı yıkım programı, tüm ezilenlere olduğu gibi gençliğe de yıkım ve geleceksizlik öngörmektedir.

Krizin ilk faturasıyla beraber ilk önce küçük ve orta boy işyerlerinde çalışan genç işçiler kapı dışarı edilmiştir. Halen kapı dışarı edilmeyenlerse, işsizlik tehditiyle zaten ağır olan çalışma koşulları daha da ağırlaştırılmış bir biçimde çalışmaya devam edebilmektedirler. Asgari ücretin altındaki ücretler, krizle erimesi yetmiyormuş gibi, ya daha da düşürülmekte ya da hiç ödenmemektedir. Diğer yandan, büyük ölçekli fabrikalarda yapılan kitlesel tensikatların ardından alınan genç ve çocuk yaşta denebilecek işçiler, düşük ücret ve hiçbir sosyal hak tanınmaksızın azgınca sömürülmektedirler.

İşçi ve emekçi çocukları, ailelerinin yaşadığı büyük yoksullaşma nedeniyle, artık üniversitelerin kapılarını dahi göremeyecek bir hale getirilmişlerdir. Onları artık doğrudan işsizlik beklemektedir. Halen okumakta olanlar ise üniversitelerden kapı dışarı edilmektedir. Bugün hiçbir işçi-emekçi çocuğu okul giderlerini karşılayacak durumda değildir.

Yıkım programı, diplomalı işsizliği de artık olağan bir durum haline getirmiştir. Formasyon ve uzman mühendislik saldırılarıyla üniversiteler de artık ucuz işgücü ve diplomalı işsiz yetiştirme merkezleri haline gelmişlerdir.

Emperyalizmin sadık uşakları, işçi ve emekçilere yıkımdan başka birşey vermezken, gençliğe de geleceksizlik ve karanlık vaadetmektedirler.

Sosyal yıkıma faşist terör eşlik ediyor!

Büyük bir acımasızlık ve pervasızlıkla uygulanan sosyal yıkım programı, sınırsız bir faşist zor ile tamamlanmaktadır. Çünkü böylesine kapsamlı bir yıkım programına işçi ve emekçi kitlelerin boyun eğdirilmesi gerekmektedir. Bu nedenle emperyalist karargahlarda hazırlanan program faşist eylem planlarını da içermektedir. Öyle ki, emperyalistlerin mali polisi İMF’nin memurlarının yanısıra CİA gibi kanlı teşkilat memurları da devlet kapılarını arşınlamaktadırlar. Sosyal yıkım paketine ilişkin kararlılık gösterilerine tehdit yüklü mesajlar eklenmektedir. Askeri darbe sopası sık sık öne sürülmektedir.

Krizin yıkıcı sonuçlarına karşı alanlara çıkan işçi ve emekçiler polis zoru ile karşılanmaktadır. Yıllar önce hazırlanan İller İdaresi Yasası, Kriz Yönetim Merkezi gibi faşist yasa ve kurumlaşmalar su yüzüne çıkarılmakta, fiili sıkıyönetim kararlarıyla alanlar yasaklanmaktadır. Gözaltılar, tutuklamalar, sürgün ve soruşturmalar kitlesel biçimlerde uygulanmaktadır.

Sosyal yıkımı hayata geçirmek için
devrimcilerin cesetleri çiğneniyor

Düzen cephesi geleceğini sosyal yıkım programına bağlamış durumdadır. Sosyal yıkım programını ise hücre saldırısına...

Nasıl ki, sosyal yıkım programı emperyalist karargahlarda hazırlanmış stratejik bir plana göre gerçekleştiriliyorsa, hücre saldırısı da bu planın temel parçalarından biri olarak uygulamaya sokulmuştur. Çünkü işçi ve emekçilerin yıkımının önünün açılması, devrimci tutsaklar şahsında devrim davasının teslim alınmasına bağlı görülmektedir. Bu gerçek emperyalistlerin paralı uşakları tarafından da sık sık çarpıcı ifadelerle ortaya konulmuştur. Bu, hücre saldırısının temelde emperyalizm ve işbirlikçi burjuvazi tarafından sınıfsal bir varoluş sorunu olarak görüldüğünün açık göstergesidir. Devrimci tutsaklara karşı sergilenen gözü dönmüşlüğün ve barbarlığın arkasında bu vardır.

Emperyalist-kapitalist düzenin geleceği, işçilerin, emekçilerin ve gençliğin geleceksizliğidir. Dolayısıyla devrimci tutsakların cesetleri çiğnenerek düzenin geleceği güvenceye alınmaya çalışılmaktadır.

Düzenin karanlığına ve hücre duvarlarına
teslim olmayalım!

Bugün işçi-emekçi ve gençlik kitlelerinin önünde yaşamsal bir sorun durmaktadır. Eğer düzenin sosyal yıkımına ve hücre saldırısına karşı konulamazsa, sonuç karanlığa ve geleceksizliğe teslimiyet olacaktır. Buna izin vermemenin yolu her alanda mücadeleyi yükseltmekten geçmektedir.

Bunun için öncelikle yaşamın her alanında birleşmek ve her düzeyde örgütlenmek zorundayız. Son 1 Mayıs’ta alanlara çıkan onbinler mücadelenin yolunun nasıl açılacağını göstermişlerdir. İşçiler, emekçiler ve gençlik 1 Mayıs alanlarında birleşmiş, sermayenin sosyal yıkım ve hücre saldırısına karşı hep birlikte öfkelerini haykırmışlardır. Şimdi, 1 Mayıs ruhuyla safları sıklaştırmak, öfkemizi sermayeye karşı birleşik-militan bir mücadelede ortaklaştırmak durumundayız. Artık bunun için kaybedecek tek saniyemiz yoktur. Eğer gelecek ve insanca bir yaşam istiyorsak, örgütlü bir tarzda mücadele barikatlarında yerimizi almalıyız.

Sokağa, eyleme, özgürleşmeye!

(Ekim Gençliği’nin Mayıs 01 tarihli 46. sayısının kapak yazısıdır...)




Formasyon saldırısı üzerine


'80’li yıllar sonrasında mevcut öğretmen açığını kapatmak için açılan Fen-Edebiyat Fakülteleri sermaye devletinin bu ihtiyacı için iyi birer araçtı. Çünkü Fen-Edebiyat Fakültesi öğrencileri hem bulundukları bölümün öğretmenliğini yapabiliyor, hem de sınıf öğretmeni olabiliyorlardı. Yani nerde açık orada Fen Edebiyat Fakültesi mezunu görev alır olmuştu. '90' lı yıllarda fakülte öğrencilerine yönelik saldırılar ilk anda kendini har(a)ç parasındaki artışla gösterdi. Her fakültede har(a)ç zammı yapılmasına karşın Fen Edebiyat fakültesi daha çok pahalanmıştı.

95-96 yılında saldırılar yoğunlaştı. Önce sınıf öğretmenliği diploması verilmeyip, diğer diploma da parayla satılır hale gelmeye başladı. Pedagojik-formasyon adı altında öğretmenlik artık alınıp satılan bir meta haline geldi. Okulu bitirmek, 4 sene boyunca ağır ders müfredatları altında ezilmek yeterli olmadı. Varolan tepkisizlikten, suskunluktan cesaret alarak bu saldırıyı daha da boyutlandıran YÖK, bu hakkı tamamen öğrencilerin elinden almış durumda. Bahane olarak ta öğretmen açığı yok, gibi gayet gülünç dedikodular yayıyor bir yandan da. Ancak Eğitim-Sen'e göre, gerçekte öğretmenler açık yüzünden iki kat fazla çalıştırılır hale getirilmişler. Varolan öğretmen sayısının yarısı kadar bir açık olduğu da bilinen bir gerçek.

Şimdi asıl nedenlere gelelim:
1) İMF'nin memur sayısını 300 bine çekmeyi hedefleyen programı,
2) Mezarda emeklilik yasası,
3) Maaşlardaki astronomik düşüşler (son krizle birlikte bu daha da arttı)
4) Genel olarak sosyal hakları gaspetmek.

Bir taşla bir sürü kuş vurmayı artık adet haline getiren sermaye sınıfı, bu yasayla hem memur sayısını azaltmayı, saldırıyı hayata geçirirken de olabildiğince öğrenciyi soymayı ve onlara işsizler ordusunun yolunu göstermeyi hedefliyor. Suskunluk kırılamazsa bunda hiç te zorlanmayacak.

Ne yapmalı? Nasıl yapmalı?

Öncelikle bilinçli, öncü öğrencileri mücadeleye çekip bir bilinçlendirme faaliyeti başlatılmalı. Öğrencilere sorun ayrıntılarıyla anlatılıp, bu saldırının hayati önemde olduğu, doğrudan geleceğimizin elimizden alındığı, ve bizi işsizler ordusuna diplomamızla gitmeye mahkum ettiklerini anlatmalıyız. Ulaşılan öğrencilerle birliktelik sağlanmalı (sayı başlangıç için hiç önemli değil). Bu saldırının diğer saldırılardan bağımsız olmadığı, saldıranın bir sınıf olduğu, saldırıların geleceğimize olduğu unutulmamalıdır.

Ayrıca her ne kadar hak arama mücadelesi sözkonusu olsa da sonuçta bir siyasal yapıya karşı olduğu için, verilen mücadelenin siyasal bir mücadele olduğu akıldan çıkarılmamalıdır. Bu unutulursa sonuca ulaşılamayacağı, ulaşılsa bile kazanımın kalıcı olamayacağı yeterli açıklıktadır.

Diğer üniversitelerin Fen Edebiyat fakülteleri ile iletişim kurularak bu ortak soruna karşı birleşik eylemler örgütlenmeli, her üniversitede formasyon hakkının gaspına karşı birliktelikler oluşturulabilmelidir.

Aynı zamanda, bu saldırı öğrenci gençliğin diğer sorunlarıyla da birleştirilerek, diğer fakültelerle de ilişki kurulmalıdır. Bunlar bu saldırıya karşı örgütlenecek tepkinin Fen Edebiyat Fakültesi ile veya bir üniversiteyle sınırlı kalmaması, tepkinin hapsolmaması için son derece hayati bir önem taşımaktadır.

(Ekim Gençliği’nin Mayıs ‘01 tarihli 46. sayısınından alınmışır...)




“Uzman mühendislik” saldırısı ve görevlerimiz


Sermaye devletinin öğrenci gençliğe yönelttiği yeni saldırılardan biri de “uzman mühendislik” saldırısı. Patenti İMF’ye ait olan bu saldırı, sermaye devletinin 17 Ağustos depremini fırsat bilerek meclisten el çabukluğuyla geçirdiği mezarda emeklilik gibi birçok yasadan biri. Yasa, 17 Ağustos depremi sebep gösterilerek, mühendislik ve mimarlık alanında iki Kanun Hükmünde Kararname olarak yayımlandı. Bunlar, 595 sayılı “Yapı denetiminin özel şirketlere devredilmesi” ve 601 sayılı “TMMOB kanununda yapılan değişiklikler”dir.

Üniversiteyi bitirdikten sonra çoğumuzun iş bulamadığı, kendi bitirdiğimiz bölümle alakası olmayan işlerde çalıştığımız yetmezmiş gibi, “uzman mühendislik” saldırısıyla bize tamamen işsizlik dayatılmaktadır.

Yapı denetiminin özel şirketlere ve uzman mühendislere devredilmesiyle sözde yapılaşma sorununu çözmeyi planlıyorlar. Özel şirketler tarafından daha fazla kâr elde edebilmek, maliyeti düşürmek için yapılan dayanıksız yapıların denetimi, yine özel şirketlere devredilmek istenmektedir. Bu binaları yapanlara, insan hayatını hiçe sayarak malzemeden çalanlara, inşaat malzemesinde deniz kumu kullananlara izin veren belediye imar ve iskan müdürlükleri yerlerini özel şirketlere bırakacak.

601 sayılı KHK’ya göre, uzman mühendis ve uzman mimar diploması ve belgelerine sahip olmayanlar Türkiye’de mimar veya mühendis ünvanı ile çalışamazlar. Yani 4 yıl sonra mezun olduğumuzda elimize alacağımız kağıt parçasının hiçbir değeri kalmıyor.

Peki nasıl sahip olunuyor bu uzman mühendislik belgesine? İlgili meslek odalarınca belirlenen ve TMMOB’un onayladığı uzmanlık alanları ile ilgili konularda sınava tabi tutularak. Sözde meslek odaları tarafından yapılan sınavın yedi üyeli komisyonunda üç üye Bayındırlık ve İskan Bakanlığı’ndan, 3 üye YÖK tarafından, yalnızca bir üye TMMOB tarafından tarafından belirlenmektedir. Yüksek öğrenimini tamamlayan ve diploma alan öğrencilerin öğrenimlerinin bittiği ve YÖK’le bağlantılarının bulunmadığı düşünüldüğünde, YÖK gibi bir kurumdan üç üye bulunması, buna karşın TMMOB’un üye sayısının sadece bir olması, bu örgütlülüğün işlevsiz kılınmaya çalışıldığının göstergesidir.

Sadece bununla da bitmiyor. Sınava girmenin ön koşulları da var. Bunlar;
a) TMMOB’ la ilgili meslek odalarına üye olmak,
b) Yüz kızartıcı bir suçtan hüküm giymemiş olmak,
c) İlgili meslek alanlarında en az beş yıl meslek deneyimi edinmek ve bunu belgelemek,
d) Düzenlenen belge edinmeye yönelik meslek içi eğitim programına katılmış olmak,
e) Uzman mühendis ve uzman mimar sınavında başarılı olmak.

Zaten öğrenim süresince yapmış olduğumuz zorunlu stajlar yetmiyormuş gibi, şimdi de 5 yıl staj dayatıyorlar bize.

Üniversitelerde mesleki bilginin yeterli verilmediği, bilimsel eğitimden uzak olunduğu, uygulamalı eğitimin olmadığı göz önünde bulundurulursa, sorunun sermaye için bilim üreten üniversiteler ve eğitim sisteminden kaynaklandığı açıkça görülmektedir. Tabii ki bu sorunun çözümü sermaye devletinin kendi çıkarına ürettiği beş yıllık staj değildir. Staj sömürüsü herşeyden önce, ucuz işgücü, sigortasız, sosyal güvenceden yoksun çalışmadır. Sermaye iktidarı işsizler ordusunu daha da genişleterek dilediğinde çok ucuza çalışabilecek mühendisler ve mimarlar istemektedir.

Yine bu tasarıya göre mesleklerinde 12 yılı doldurmuş bulunan mühendis ve mimarlara uzman mühendis ve mimar diploması varilmektedir. Türkiye’deki eğitim sistemi ve üniversitelerin durumu göz önüne alındığında, çalışılan yıl sayısının uzmanlık için bir kriter olamayacağı açıkça görülmektedir. Ayrıca meslek alanında yeni olan, ama mesleğini çok iyi yapan insanlar olduğu gibi, yine yaşadığımız depremlerde görüldüğü üzere, iskambil kağıtları gibi yıkılan binaları yapan sözde “deneyimli” insanlar da vardır.

Bu KHK’nın çıkış amacı depremken, inşaat alanı dışında bulunan birçok odayı da kapsıyor. Isıtma, soğutma, havalandırma, klima vb. uzmanlık konularının hepsinde beş yıl deneyim şartı aranacak.

Bu KHK ile amaçlanan; yapı denetiminin özel şirketlere devredilmesi, staj sömürüsünün yoğunlaştırılması, mühendislerin ucuz işgücü haline getirilmesi, meslek odalarının muhalif kimliğinin ve örgütlülüğünün ortadan kaldırılmasıdır.

Bu saldırı sermayenin toplumu geleceksizleştirmeye yönelik saldırılarının bir parçasıdır.
- Uzman mühendislik saldırısı geri çekilsin!
- Öğrenciye eşit iş imkanı tanınsın!
- Bilimsel eğitim sağlansın!
- Staj sömürüsüne son verilsin!
- Özerk-demokratik üniversite!
- Mesleki odalarda örgütlenme özgürlüğü tanınsın!

Bu talepler etrafında TMMOB’la, meslek odalarıyla ortak bir mücadele zemininde buluşarak, “uzman mühendislik” saldırısına karşı birlikte mücadele vermeliyiz.

(Ekim Gençliği’nin Mayıs ‘01 tarihli 46. sayısınından alınmışır...)




“Uzman mühendislik” saldırısı


10 Nisan 2000/595 sayılı, 28 Haziran 2000/601 sayılı KHK’lar, 17 Ağustos depreminin hemen ardından, sözde daha sonraki depremlerde can ve mal kaybını engellemek amacı gerekçe gösterilerek çıkarıldı.

Bu tarihten itibaren mesleğini nitelikli olarak kullananlar, ortak kuralları hiçe sayarak, etiği bir tarafa bırakarak ranttan nasıl olursa olsun pay olmak isteyenler, farklı amaçlar içine girdiler. Bizler de, KTÜ Mimarlık-Mühendislik Fakültesi’nde okuyan öğrenciler olarak; KHK’ların içeriklerini inceleyip, Trabzon Mimarlar Odası ile bu konuları görüşüp ve TMMOB’nin yayınlarından araştırmalar yaparak, ulaştığımız sonucu hem kendi üniversitemizdeki öğrencilerle tartışmak, hem de ülke çapında diğer arkadaşlarımızla paylaşmak istedik.

Trabzon’da görüştüğümüz Mimarlar Odası Başkanı daha çok 595 sayılı KHK ile ilgili görüşlerini ve kabul edilemezliğini aktarsa da, bize sundukları kaynaklar sayesinde her iki KHK ilgili olarak odaların görüşleri hakkında genel bir fikir sahibi olduk.

Siyasi iktidar, deprem yıkımlarının neredeyse tek sorumlusu olarak teknik elemanları görmüş, diğer herşeyi göz ardı ederek, sadece teknik elemanlara çeki düzen vermek amacıyla peşpeşe kararnameler çıkarmış ve bunları yürürlüğe koymuştur. Bir yanda imar afları çıkaran, deprem sonrası hasar gören yapılara kaçak olup olmadığına bile bakmadan 595’e bağlı genelgelerin satır aralarında imar afları getiren, hazine arazilerini, üzerlerindeki kaçak yapı sahiplerine peşkeş çeken siyasi iktidarın ciddi ve etkin bir yapı denetiminden yana olduğunu düşünmek mümkün değildir. Ciddi bir yapı denetimi oluşturmanın yolu; zaten suçladığın mimar ve mühendislerin yanına bir de ne olduğu, kim olduğu belli olmayan %49 sermaye katarak Yapı Denetim Kurulu oluşturmak olmaz.

Mesleki ve bilimsel denetimi meslek odasının disiplini altında tutan ve mimar-mühendisleri inşaat sahibinin ücretli elemanı olmaktan çıkartan, kamusal hizmet statüsünde görev yapmalarını sağlayacak bir düzenleme yerine, depremleri felakete çeviren bilim dışı yapılaşma ve alışkanlıklar bu kez piyasa ilişkileri içinde sürdürülmek istenmektedir. Görülüyor ki 595 sayılı KHK, gerçekten güvenilir yapılar üretmek yerine, ayrıcalıklı kişi ve kuruluşlara yeni kazanç kapıları açmayı amaçlamaktadır.

KHK’nın 18,19, 20, 21, 22, 23. maddelerine baktığımızda, yapılan düzenlemeyle Yapı Denetim Kurulu(YDK)’na, sorumluluktan kurtulmalarını sağlayacak çeşitli olasılık ve bağışıklıklar öngörüldüğü anlaşılmaktadır. Ayrıca yapı müteahhidi, gerek KHK’nın 2. maddesinde gerekse tamamında, neredeyse bütünüyle sorumluluk dışı bırakılmıştır.

Bu, bugüne kadar her isteyenin sorumsuzca müteahhitlik yapabildiği denetimsiz koşulların devamı anlamına geliyor. İMF, Dünya Bankası ve Dünyü Ticaret Örgütü politikalarına teslim olan iktidarların kendine halkın sorunlarını değil fakat sermayenin kazançlarını dert ettiğini ortaya koyuyor. KHK’nın hazırlandığı süreçte TMMOB’nin dikkate alınmamasının yanısıra, içeriğindeki odalarla ilgili maddeler incelendiğinde, odaların demokratik karakteri ve birikimlerinin, bağımsız bir meslek alanı ve kuruluşu olma niteliğinin yokedilmeye, işlevsizleştirilmeye çalışıldığını görüyoruz. Tabii bunun yanında, daha önce de belirttiğimiz gibi, teknik uzmanların örgütlü gücü yokedilerek inşaat sahibinin ücretli elemanı haline getirmek, asıl amaçlanan şeydir.

Sözkonusu KHK’larla ilgili görüşlerine başvurduğumuz Trabzon Mimar Odaları tarafından bize verilen Mimarlar Odası İstanbul şubesine ait “Mimarlara mektup” başlıklı yayında şöyle denilmektedir:

“... kontrol güçleri ve iktidarlar, temel sorunu görmezden gelerek ilkel bir biçimde, politik ve mali sorumluluğu... atmayı sağlamaya çalışmaktadırlar. Bu anlamda yapı üretim ve denetim ortamına ilişkin yapısal reform beklentilerimiz boşa çıkmış, ilgililere ve kamuoyuna sunduğumuz "oda" yaklaşımları göz ardı edilerek, 595 ve 601 sayılı KHK’lar yönetmelikleri ile uygulamaya ilişkin, içeriksiz genelge yığınları dayatılmaya çalışılmıştır. Bu bağlamda anayasal bir meslek kuruluşu olarak odaların görev ve yetki alanına müdahale edilmiş... konunun asıl unsuru olan meslek odaları edilgen bir yapıya dönüştürülmüştür.”

Özetlememiz gerekirse, 595 sayılı Yapı Denetimi Kararnamesi ile Kamusal Denetim ve Sorumlulukta olması gereken yapı denetimi, özelleştirilmiş ve kamu yetkisi özel şirketlere devredilmiştir.

6235 sayılı TMMOB yasasına göre, mesleği ilgilendiren bütün kurallar ancak meslek odaları tarafından belirlenebilirken, Yüksek Fen Heyeti meslek kurallarını belirlemeye başlamıştır. Bu durumda, amacın hiç de kamu yararına değil tamamen sermaye sahiplerinin çıkarları doğrultusunda olduğu görülmektedir.

Bizler için can alıcı önemde olan 601 sayılı uzmanlığın stajı kararnamesi, eğitim süresinden daha uzun bir staj süresi dayatmaktadır. Oysa biliyoruz ki stajla uzman olunamaz. Staj, eğitimi tamamlayan bir çalışmadır. Mevcut eğitim sistemi değiştirilmeden, niteliği ile ilgili hiçbir ilerleme sağlanmadan, kalite sorununun çözümü kararnamelerle odalara bırakılmaktadır. KHK’lardaki bu tutum, mevcut öğrenim sisteminin yetersizliğinin, anti-bilimselliğinin bir ifadesidir.

Beş yıl staja mahkum edilen Mimarlık-Mühendislik Fakültesi mezunları, bu beş yıl boyunca; öğrenim döneminden daha sancılı, sosyal güvenceden yoksun ucuz iş gücü olarak çalışmak durumundadırlar. Zira stajı bitirmek zorunluluğu nedeniyle, bu durumu kabullenmekten başka bir yol olmayacak önlerinde.

Staj sonrası en az birer haftalık kurslar ve sınavlarla uzman olabilirler. Oysa odalar, meslek eğitimi sonrası teknik gelişmeleri, bilimsel anlayışları aktarmak; üyesini, çağın gerekleriyle karşılaştırmak anlamında eğitim verir. Bu da meslek içi eğitimdir. Bu eğitim programı lisans üstü eğitimle, doktora programlarıyla daha çok akademik çalışmalarda uzmanlığı ifade eden bir uzmanlık kavramını anlatmaz. Odanın verdiği eğitim programı sertifikayla belgelenir, bir uzmanlık getirmez, bir bilgi birikimini ifade eder.

Son olarak, yapı denetim şirketlerinde, hisselerin %51’inin uzman mimar-mühendislere ait olması öngörülmektedir. Bu, geriye kalan %49 hissenin, teknik formasyon dışı kişilere ait olacağı ve dolayısıyla bu tür kişilerin ticari amaçlarla yapı denetimi içinde yeralabileceği sonucunu getirmektedir. Bu durumda nasıl bir "sağlıklı denetim" olabileceği ortadadır. Sağlanan bu olanakla, kaçak yapılaşma konusunda tescilli olanların bu şirketlere sahip olma eğilimine gireceklerinden kuşku duyulmamalıdır.

Bütün bu uygulamalar biz Mimarlık-Mühendislik Fakültesi öğrencilerini ve doğuracağı sonuçlar bakımından Mimarlar-Mühendisleri, TMMOB’ni ve bir bütün olarak halkı olumsuz yönde etkilemektedir. Her ne kadar anayasaya aykırılığı ve yukarıda belirttiğimiz nedenlerle KHK’lara karşı iptal davası açılmış olsa da, sermayenin, İMF’in, DB’nin istekleri, saldırıları bitmeyecek ve farklı alanlarda farklı şekillerde karşımıza çıkacaktır.

Geleceğimize sahip çıkmazsak hiçbir geleceğimiz olmayacak, kalamayacak. Bu gerçekle içerden ya da dışardan bizleri yoketmeye, bugünümüzü ve yarınımızı hücreleştirmeye yönelik her türlü saldırıya karşı çıkmalı ve mücadele etmeliyiz.

KTÜ Mimarlık-Mühendislik Fakültesi öğrencileri/Trabzon




Soruşturma ve hukuk terörüne izin vermeyeceğiz!


Dokuz Eylül Üniversitesi İzmir Meslek Yüksekokulu’nda paralı eğitime karşı yürütülen kampanya sonucunda 8 arkadaşımıza soruşturma açıldı, bir hafta ile birbuçuk yıl arasında değişen cezalar verildi.

Son dönemde tırmanan soruşturma terörüne karşı üniversitedeki öğrencilerle biraraya gelerek neler yapabileceğimiz tartışıldı. Geniş katılımlı bu toplantının ardından DKÖ’lerin de desteğiyle Buca Eğitim Fakültesi ana giriş kapısı önünde basın açıklaması yapıldı. Basın komitesinin hazırladığı bildiriler Dokuz Eylül Üniversitesi’nde dağıtıldı. Ayrıca çağrı metinleri demokratik kitle örgütlerine, siyasi partilere ulaştırıldı.

17 Mayıs’ta hazırlanan, taleplerimizin yazılı olduğu dövizler okul kantininin çeşitli yerlerine asılarak eylem başlatıldı. “Soruşturma terörü durdurulsun”, “Disiplin yönetmelikleri iptal edilsin”, “Soruşturma kurulları dağıtılsın”, “YÖK kaldırılsın”, “Bütün soruşturmalar sonuçlarıyla birlikte geri alınsın” taleplerinin yazılı olduğu dövizlerle ve sloganlarla ana giriş kapısına yönelindi. Uzaklaştırma alan arkadaşlar, DKÖ temsilcileri, basın girişte bizi karşıladılar.

Ana giriş kapısı önünde 200 kişilik bir kitle tarafından “YÖK’e hayır!”, “Soruşturma terörü durdurulsun!”, “Paralı eğitime hayır!”, “Baskılar bizi yıldıramaz!”, “Yaşasın özerk-demokratik üniversite mücadelemiz”, “Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiçbirimiz!”, “YÖK kalkacak, polis gidecek, üniversiteler bizimle özgürleşecek!”, “Polisle idare işbirliğine son!” sloganları atıldı. Basın açıklamasında polis-idare işbirliği teşhir edildi ve örgütlü mücadeleye vurgu yapıldı, yanısıra şunlar söylendi:

“12 Eylül darbesinin artığı gerici, faşist, askeri mantığın ürünü olan bu saldırılarla amatçlanan çok açıktır. Düşünen, sorgulayan, düşüncesini ve farklılığını ortaya koyanların sesini bastırmak ve muhalefeti sindirmektir.

Ama tarihsel derslerden çıkardığımız bir sonuç var ki, bu tür sindirme, yıldırma, ehlileştirme politikalarının kaybedeceği ve muhalefetin her zaman varolacağıdır. Bedel ödeme bilinciyle ve her seferinde daha fazla güç daha fazla yürek olursak başlattığımız eylemleri aynı cüret ve kararlılıkla sürdürürsek kazanan biz olacağız.”

ÖDP ve CHP ilçe örgütlerinden temsilciler de yaptıkları konuşmalarla bizlere desteklerini sundular. Basın açıklamasının okunmasının ardından tekrar okula yönelindi. ÖGB ve sivil polislerin içeri almama saldırısı kitlesel bir tarzda boşa düşürüldü. “Baskılar bizi yıldıramaz!”, “ÖGB-polis idare işbirliğine son!”, “F tipi üniversite istemiyoruz!” sloganlarıyla okul içinde yürüyüş başlatıldı. Konuşmalarla saldırılar teşhir edildi.

200 kişilik öğrenci kitlesiyle İMYO önünde 1 saat kadar oturma eyleminin ardından müdürlüğün bulunduğu binaya gidilerek talepler tekrar dile getirildi. Eylem çağrılarla sona erdi.

Dokuz Eylül Üniversitesi’nde son dönemde yoğunlaşan saldırılara karşı anlamlı bir eylemle yanıt verildi. Fakat eylem komitesinin inisiyatifi koruyamaması, kendiliğinden fiili bir işgalin oluşu vs. ciddi zaaflardı. Bizler kendiliğinden olanakları değerlendirmenin yanısıra kendiliğindenciliğin önüne geçmeyi de politik bir bakışla ele almalıyız. Önümüzdeki dönem geniş platformlar örgütleyerek sürece müdahale etmeliyiz.

Yaşasın örgütlü mücadelemiz!

DEÜ Ekim Gençliği/İzmir