26 Mayıs'01
Sayı: 10


  Kızıl Bayrak'tan
  Sınıf hareketi ve sendikal ihanet çetesi
  Türk-İş'in başındaki hain çete işçileri her zamanki gibi yine sattı
  TÜSİAD oligarkları yine "demokrasi istedi!
  Kamu emekçileri hareketi
  Direniş bayrağı cam işçisinin elinde
  İzmir Sümerbank'ta özelleştirme saldırısına karşı direnişte
  Ölüme, zulme, işkenceye karşın Ölüm Orucu Direnişi sürüyor!..
  Kriz ve devrimci sınıf çizgisi/5
  Devrimci yayın organlarının ortak açıklaması:
  Düzenin zindan politikaları ve devrimci direniş
  Uluslararası hareket
  20 yıldır tutsak devrimci Mamia Abu-Jamal'in davası yeni bir aşamaya girdi...
  Ekim Gençliği'nden
  Paris Komünü: "Toplumsal devrimin şafağı"
  "Gestapo devleti"
  Mücadele Postası


Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 
Kriz ve devrimci sınıf çizgisi/5

Sendika ağalarının manevraları ve
reformist solun hayalleri


H. Fırat
(24 Mart '01 tarihli bir konferansın kayıtlarıdır)

“Ulusal program” aldatmacası

Reformist sol kesimler bugün düzen içi alternatifin temsilcileri olarak sahneye çıkıyorlar. “Ulusal program” iddiası, çeşitli sendikaların ve kamu çalışanları örgütlenmelerinin oluşturduğu Emek Platformu’ndan geliyor, ama buna bu kuruluşlardan çok EMEP türünden reformist akımlar sahip çıkıyor. Uygulanan programlar emekçilere karşı ağır sosyal yıkım programları olduğu için, sendikalar göstermelik biçimde de olsa buna karşı tavır almak ihtiyacı duyuyorlar. Kendi tabanları karşısında içine düştükleri zor durum onları buna itiyor.

Ama burada ciddiyet bir yana, en ufak bir samimiyet yok. Bu ülkede 14 aydır İMF programı uygulanıyor, Türk-İş’in satılmış yöneticileri buna sesini çıkarmıyor. Ardından krizin çöküntüsü yaşanıyor, bu ağır bir fatura çıkarıyor, ayrıca güya düze çıkmak için yapılan bütün fedakarlıkların da boşa gittiği, yeniden ve üstelik daha ağır bir fedakarlık yapmak gerektiği gündeme getiriliyor. İşte ancak bu durumda bu adamlar işçi ve kamu çalışanları örgütleri olarak seslerini bir parça yükseltmek ihtiyacı duyuyorlar. Bu da çalışan kitleleri denetim altında tutmak çabasından öte ciddi bir anlam ve işlev taşımıyor.

“Ulusal program” adı altında lafola kabilinden ileri sürdükleri görüşlerin özü-özeti ise şu: Rant ekonomisi değil üretim ekonomisine dayalı politikalar izlensin; yatırımlar yapılsın, istihdam artırılsın, dış borç yerine iç kaynaklara dayanılsın, iç ve dış borçlar ertelensin, vb., vb... Mevcut sınıf ilişkileri sistemi içerisinde, yani burjuvazinin egemen olduğu bugünkü ilişkiler içerisinde, kendi içinde bu istemler bir şey ifade etmiyor. Bir nebze olsun samimi olsalar, burjuvaziye, onun tam denetimindeki ve hizmetindeki hükümetlere üretime yönelin, istihdamı geliştirin, gelir dağılımını düzeltin demek yerine, meseleyi yanlış ekonomik politika karşısında doğru ekonomik politika ihtiyacı olarak koymak yerine, dosdoğru işçi sınıfı ve emekçilerin hayati ihtiyaçlarını dile getirirler; buna ilişkin istemleri formüle ederek eçileri bu temelde harekete geçirmeye bakarlar. Herkese iş, tüm çalışanlara iş güvencesi derler. Ülkede milyonlarca işsiz varken neden işçilerin büyük bölümü günde 8-9 saat, haftada 6 gün çalışıyor derler ve buna karşı 7 saatlik işgünü, 35 saatlik çalışma haftası istemini yükseltirler. Bu kadar işsiz varken neden mesai uygulanıyor, her türlü mesai yasaklansın, fazla mesainin gerektirdi&curre;i çalışma ihtiyacı işsiz kitlelere yeni iş olanağı olarak sunulsun derler. Tüm çalışanlar için genel sigorta isterler. Eğitim ve sağlığın paralı hale getirilmesine karşı herkese parasız eğitim ve sağlık istemini ileri sürerler.

Bu liste uzatılabilir, kitlelerin en hayati çıkarları bunlar. Bu ve benzeri istemleri formüle ederek bunlar için kitleleri mücadeleye çağırın, sizin yaşamsal çıkarınız bunu gerektiriyor deyin. Burjuvazinin çıkarı size işsizliği dayatıyor, düşük ücreti dayatıyor, sosyal hakların gaspını dayatıyor; bunun karşısında sizin acil yaşamsal çıkarlarınız bunlar, bunlar için birleşirseniz, bunlar için örgütlenirseniz, bunlar için sermayenin bu acımasız programlarına karşı direnirseniz, mesafe alırsınız, saldırıları püskürtür yeni mevziler kazanırsınız deyin.

Böyle demiyorlar ama, böyle demek işlerine gelmiyor. Böyle demek ve davranmak bir yana, tam da böyle tutumların önünü kesmek için uğraşıyorlar, giriştikleri manevralar bundan öte bir anlam taşımıyor.

Hükümet yanlış bir politika uyguluyor, İMF ile DB’nin programlarına körü körüne uyuyor, bu İMF ve DB programları bugüne kadar 80 ülkede uygulanmış, hiçbirinde hiçbir derde çare olamamış, dolayısıyla bu yanlış yoldan dönülsün, diyorlar. Ama mesele hiç de yanlış bir yol meselesi değildir ki, burjuvazi nasıl bir yol izlediğini herkesten iyi biliyor. Evet, dünyanın hiçbir yerinde gerçekten hiçbir başarı sağlamadığı halde, bütün işbirlikçi rejimler yine de bu politikaları uyguluyorlar. Demek ki, sorun tümüyle başka. Demek ki, o ülkelere egemen olan sınıfın çıkarları tam da bu politikaları uygulamayı gerektiriyor. Bu ülkelerdeki bağımlı kapitalizmin çarkı demek ki ancak böyle dönebiliyor. Dolayısıyla doğru-yanlış tartışmasının burada bir yeri yok. Gerçek tartışma, uygulanan politikaların kimin &edil;ıkarına, kime karşı ve kimin lehine olduğu tartışması.
Siz işçi sınıfı ve emekçilerin en acil ve yaşamsal istemlerini devrimci bir tarzda formüle edip emekçileri dinamik bir mücadelenin içine çekmiyorsunuz. Ne yapıyorsunuz? Hükümetin uyguladığı politika yanlış diyorsunuz ve onu suçluyorsunuz. Böylece düzeni gözlerden gizliyor, aklıyorsunuz, emekçilerin öfkesini düzene yönelteceğinize hükümetlere yöneltiyorsunuz. Ya da İMF’yi kendi içinde suçluyor, “Kahrolsun İMF!” demekle yetiniyorsunuz. Ama bunu salt bu sınırlarda tuttuğunuz için de, böylece Türkiye’nin mevcut kapitalist düzenini, onun egemeni olan sınıfı, dolayısıyla ülkeyi İMF’ye köle eden işbirlikçi sermaye sınıfını aklamak durumunda kalıyorsunuz. Bu arada sermayenin ve burjuva muhalefetinin bazı kesimleri aynı işi yapıp İMF karşıtı laflar ediyorlar ve siz burjuvaziyle birlikte İMF’yi şeytan taş gibi taşlayıp, bütün bunları ülkenin başına saran Türk burjuvazisini bir kez daha aklamış oluyorsunuz.

“Ulusal politika” temennisi değil
devrimci mücadele çizgisi

İMF programı karşısında “ulusal program” iddiası taşıyanlar, sosyalist olmak iddiasındaki solun bir kesimi, yani bizim reformist sol dediğimiz kesim. Perinçekçi İP, EMEP vb... “Ulusal bir programa doğru” başlığı altında şu günlerde dizi röportajlar yayınlıyor Evrensel gazetesi. Solcu akademisyenler konuşuyorlar; mevcut politikalarla sermaye daha çok faize ve ranta gidiyor, halbuki şu politikalar uygulansa üretime gider, istihdam ve milli gelir artar, bu nedenle öyle değil de böyle yapılmalı ekseninde “ulusal çözüm”ler öneriyorlar.

Burjuvazi adına ülkeyi yönetenlerin öyle değil de böyle yapmaları bir bilinçsizlikten gelmiyor kuşkusuz. Düzenin egemeni olarak burjuvazinin ve onu arkalayan emperyalizmin çıkarları, bu çıkarlara dayalı tercihler öyle gerektiriyor ki, öyle yapıyor. Demek ki aşırı kârlar ancak böyle sağlanabiliyor, büyük vurgunlar ancak böyle vurulabiliyor, yağma ve talan ancak böyle olanaklı olabiliyor, ve en önemlisi, dış borçlar ancak böyle ödenebiliyor. O dış borç batağı ve döngüsü içinde mevcut kapitalist ekonominin çarkı ancak böyle dönebiliyor. Eğer böyle yapılırsa Türkiye’ye “sıcak para” geliyor, bunun için böyle yapılıyor. “Sıcak para” girişi olmayınca ekonomi tıkanıyor, tık nefes oluyor. Sıcak para dedikleri, menkul kıymetler borsasında oynamaya gelen uluslararası spekülatif serm... Onun gelebilmesi için de bütün bu politikaların böyle uygulanması gerekiyor.

Bu ise tabii ki Türkiye üzerindeki borç köleliğini ağırlaştırıyor, tabii ki Türkiye’yi daha ağır koşullarda emperyalizmin kölesi haline getiriyor, tabii ki emekçiler için daha ağır bir yıkım anlamına geliyor. Bütün bunlar apaçık gerçekler. Ama bütün bunlar işte tam da bu nedenlerle, bu işleyişin dayandığı temel ilişkilere müdahale etmeyi gerektiriyor. Dolayısıyla emekçileri bu ilişkilerin karşısına devrimci bir tarzda çıkarmayı gerektiriyor. Emekçilere buna uygun bir program ve mücadele taktiği sunmayı, onları buna dayalı bir mücadele hattına çekmeyi gerektiriyor.

Milliyetçi reformist sol ne yapıyor, ne diyor peki? Hayır oraya değil de buraya yatırım, ranta değil de üretime, istihdama yatırım. Yani Türkiye kapitalizmi kapitalizm olmaktan çıksın, kendi öz yapısı ve mantığından kopsun demek gibi bir şey bu. Bunalımın açığa çıkardığı çarpıcı gerçeklerden hareketle mevcut egemenlik ve bağımlılık ilişkileri temelden sorgulanacağına, aynı temelin korunmasına dayalı farklı politikalar öneriliyor. Emekçilere, iflası açığa çıkmış politikalar değil de şu politikalar uygulansa herşey değişir deniliyor. Herşeyin böylece değişeceğini söyleyenler, topluma egemen temel ilişkiler değişmeksizin bunun nasıl olanaklı olabileceğini sessizce geçiştiriyorlar. Bu ise, emekçileri aldatmak, ulusal liberal hayallerle sersemletmek anlamına geliyor.

Kamu emekçileri sendikalarından birinin başkanı, şu günlerde yayınlanan bir yazısında, mevcut politikaları ve İMF programını doğal olarak suçluyor; yaklaşık 70 ülkede uygulanmış, ancak bu politikalar sonucunda ekonomisi düzelmiş, esenliğe çıkmış tek bir ülke yoktur, diyor. Ardından Türkiye bu politikaya mahkum değil, bizim alternatif politika önerilerimiz var diyor ve bir dizi madde halinde bunları sıralıyor. Kayıtdışı ekonominin daraltılması; rant ekonomisi yerine üretim ekonomisi; vergi adaletinin sağlanması; yaygın ve kaliteli kamu hizmeti; düşük değil insanca yaşanacak ücret politikaları; iç ve dış borçlarda morotoryuma gidilmesi; tarımda üretken sektörlerin desteklenmesi, vb., vb...

Bunlar emekçilerin yaşamında kısmi düzelmeler yaratacak istemler kuşkusuz. Ama aynı istemleri savunmak yetmiyor, bu istemleri hangi mantıkla savunacaksınız ve kitlelere onları nasıl götüreceksiniz? Siz kitlelere, aslında bunlar uygulansa Türkiye bugün esenliğe çıkar derseniz, bunu alternatif bir hükümet programı olarak sunarsanız, yığınları aldatmış olursunuz. Siz böyle yapmakla, bu düzen hiç de bunları böyle yapmak zorunda değil, örnek olsun, bu düzen düşük değil insanca yaşamaya yeten asgari ücret verebilir, böyle bir politika uygulayabilir, bu düzen yaygın ve kaliteli kamu hizmeti verebilir, demiş olur ve kitleleri yanıltmış olursunuz.

Sorunu böyle koymamalısınız. Siz bunları, mevcut hükümet politikasına alternatif bir “ulusal hükümet” politikası olarak değil, fakat kitlelerin uğruna mücadele edecekleri istemler olarak formüle ederseniz ancak kitlelere doğru bir bilinç vermiş ve onları kurulu düzene karşı bir mücadeleye çekmeyi kolaylaştırmış olursunuz. Taleplerinizi kitlelere geniş biçimde maletmek ve kitleleri bu düzene karşı dinamik bir biçimde harekete geçirmek istiyorsanız, bu istemleri hayal yaratmadan formüle etmek zorundasınız. Bu istemleri vermezler, bu istemler mücadele ile alınır demelisiniz. Bu istemler tabii ki bu düzenin çıkarlarına aykırı, ama eğer işçi sınıfı, emekçiler birleşirlerse, örgütlenirlerse, direnirlerse, bu istemleri şu veya bu ölçüde elde edebilirler ve bu istemleri elde etme mücadelesinde başarı kazandıkları ölç&ml;de bu düzenin üstesinden de gelebilirler bilincini vermek zorundasınız kitlelere.

‘30’lu yılların halk düşmanı
politikalarına “halkçılık” payesi

Perinçekçiler şu günlerde, işçisinden sanayicisine “tekmil milleti” ‘30’lu yılların sözde denenmiş ve sınanmış “Halkçı-devletçi ekonomi programı etrafında” birleştirmekten sözediyorlar. Yakın tarihe yönelik bu iddia tümüyle bir safsatadır. Uygulandığı dönemde zerre kadar halkçı bir içerik ve işlev taşımamış devletçi uygulamaların bugün böyle sunulması tarihi gerçeklerin tersyüz edilmesinden başka bir anlam taşımıyor. ‘30’lu yılların devletçi politikaları, halkçı değil tümüyle halk düşmanıydı; emekçilere ağır bir ekonomik ve sosyal fatura ödetilerek uygulandı. Döneme ilişkin tüm araştırmalar bunu bütün açıklığı ile ortaya koyuyor. Devletçi uygulamaların tüm yükünün emekçilerin, işçilerin ve köylülerin sırtına yüklendiği; bu politikalarla tam da burjuvazinin ve büyük toprak sahiplerinin palazlandırıldığı, döneme ilişkin tüm araştırmaların ortak vargısı durumunda. ‘30’lu yılların “halkçılığı” iddiası, ‘60’lı yılların soluna Kadroculardan kalma bir efsaneydi, bu efsane yıkılalı yıllar oldu.

‘30’lu yılların devletçiliği dönemi, işçi sınıfı ve emekçilerin her türlü hak ve güvenceden tümden yoksun bırakıldıkları bir dönem oluyor aynı zamanda. Bu dönemin çalışma yasaları yoğun sömürüyü güvenceye alır ve emekçilerin her türlü örgütlenme ve hak arama yollarını tıkar. Emekçiye sendikal örgütlenme bile yasak, emekçiye politik örgütlenme zaten yasak. Faşist İtalya’dan o ünlü ceza yasalarının, ünlü 141-142. maddelerin tam da bu dönemde, yani “halkçılık” payesi ile cilalanan devletçilik döneminde alındığını söylemek bile, durumun gerçekte ne olduğunu anlamak için yeterli.

Bu tümüyle anlaşılır bir durumdur ve tam da izlenen devletçi politikalarla bağlantılıdır. Dönemin koşulları içinde zorunlu kalınarak gündeme getirilen devletçi ekonomik uygulamalar emekçilerin elini kolunu bağlamayı gerektiriyordu. Devletçi sanayi yatırımları için gerekli kaynaklar tam da emekçilerin boğazından kısılarak yaratılabilirdi. Bunun kolayca ve engelsizce yapılabilmesi için de işçi sınıfının ve emekçilerin elini kolunu tümden bağlamak gerekirdi. Devletçilik döneminin sendikal örgütlenmeyi bile yasaklayan çalışma mevzuatı buna hizmet ediyordu.

Tüm bunlarla demek istiyorum ki, ‘30’larda uygulanan devletçi programın en ufak bir halkçı karakteri yok. Tam tersine, tamı tamına halk düşmanı, halkı perişan eden politikalar bunlar. Halkçılık söylemi burada gerici, hatta bir ölçüde faşizan bir ideolojik argümandan başka bir şey değil. Bunun böyle olduğuna aynı Perinçek’in ‘90’lı yılların başında yazdıklarını bile tanık olarak gösterebiliriz. Üstelik Kemalizm üzerine “30 yıllık çalışması”nın ilk kitabı üzerinden...

‘30’lu yılların devletçiliği ne halkçıdır ne de Türkiye’ye özgüdür. 1929 Büyük Bunalımının bir dizi başka bağımlı ülkede ortaya çıkardığı bir zorunluluktur. Türkiye’nin ilerici yazarları ve akademisyenleri tarafından bile yeterince incelenmiş, somut veriler üzerinden kanıtlanmış bir durumdur bu. Savaşa doğru giden bir dönem bu; dünyada ticari bloklaşmalar, içe kapanma var, devlet müdahaleciliği genel bir eğilim durumunda. Dünyanın bir dizi başka geri ve bağımlı ülkesinde, özellikle de Latin Amerika’da, ülkeye yeterli emperyalist sermayenin akmadığı bu özel koşullarda gündeme getirilmiş politikalar bunlar.

Türkiye’de gerçekleşen de bunun bir örneği, üstelik zaman olarak biraz gecikmişi. Bunun “Cumhuriyet Devrimi’nin devletçi-halkçı atılımı” türünden safsatalarla yakından uzaktan bir alakası yok. Bunalımın etkisi altında devlet iç kaynaklara dayanarak, demek oluyor ki, işçi sınıfı ve köylülüğün daha yoğun bir sömürüsüne başvurarak, bir dizi sanayi yatırımı gündeme getiriyor. Sermaye birikiminden yoksun, ama açgözlü ve büyüme hırsı içindeki cılız Türk burjuvazisi bu devletçi müdahalelerle palazlandırılmaya çalışıyor. Açın aynı Perinçek’in “Kemalist Devrim-1” kitabını, özellikle de önsözünü ibretle okuyun. Onun da bir zamanlar, bundan yalnızca 6-7 sene önce, yakın tarihimize ilişkin bu basit ve apaçık gerçekleri dile getirmek zorunda kaldı&curen;ını görürsünüz. General çizmesine endekslenmiş bir politikaya geçiş, Cumhuriyet tarihinin tepeden tırnağa çarpıtılmış bir yorumuna götürdü bu sicili bozuk çevreyi. Perinçek’in “Altı Ok” kitabı bu açıdan tam bir rezalet örneği; dönemin temel gerçeklerine değil yalnızca resmi ideolojik söylemlerine dayanan, onları yaratılan kurguya göre seçip ayıklayan bir tari yorumu var bu kitapta. Böyle olunca da general çizmesine endekslenmiş bir güncel politika ihtiyacına yanıt vermekten başka bir anlam taşımıyor. Ve Perinçek bu safsatayı ciddi ciddi “30 yıllık çalışma”nın ürünü olarak pazarlamaya kalkabiliyor.

Burjuvazinin yönetme sanatı ve reformist sol

Düzenin kendi içinde bir iç alternatifinin olmadığını özellikle vurguladım; bunu ortaya çıkan durumun beceriksiz politikacılardan ve yanlış politikalardan doğmadığını vurgulamak için yaptım. Bunu kavramak çok büyük bir önem taşıyor. Çünkü gerçekten burjuvazi her dönem kendi ihtiyacı olan politikaları belli hükümetlere, onların dayandığı partilere uygulatıyor ve sonra da o politikaların yarattığı hoşnutsuzluğu ilgili hükümetlere, partilere ya da politikacılara fatura ederek işin içinden çıkıyor, sorumluluğundan kurtuluyor.

Bunu sadece normal dönemlerde değil, askeri rejim dönemlerine girişte ya da çıkışta da yapıyor. Diyelim ki darbe yapıyor, yaygın bir biçimde politikacıları suçluyor; politikacılar, partiler, parlamento ülkeyi bu hale getirdi diyor. Ordu burada müdahale etmek zorundaydı, yoksa işler bütünüyle çıkmaza saplanacaktı, darbe yapmaktan, askeri yönetime geçmekten başka çare yoktu diyor. Böylece bir önceki dönemin bütün sorumluluğunu politikacılara yüklüyor.

Sonra askeri darbe yapılıyor, askeri darbe koşullarında o içine düştüğü çıkmaza belli sınırlar içerisinde bir çıkış yolu bulmaya çalışıyor, bu arada kitleleri eziyor, kazanılmış devrimci mevzileri dağıtıyor, uygulamak istediği politikaları savunmasız kitlelere dayatıyor. Derken birkaç yılı böyle geçiriyor, ardından güya demokrasiye, parlamenter rejime geçiliyor. Bu sefer askeri rejim döneminin biriktirdiği sorunlara, işte askeri darbeler böyledir, demokrasinin kesintiye uğraması iyi değildir diyerek, bu sefer askeri darbeyi, askeri darbe dönemindeki şefleri, diyelim ki Kenan Evren kliğini kendi içinde suçlayarak, o dönemin sorumluluğunu da onlara yüklüyor. Bu böyle gidiyor.
Burjuvazi toplumu böyle yönetiyor zaten. Emekçileri böyle aldatıyor ve işleri de böyle yürütüyor. Gerçekte ama, bu yönetim tarihinin toplamı üzerinden baktığımız zaman (somutta Türkiye üzerinden konuşuyorum), net bir biçimde şunu görüyoruz; her dönemki uygulamalar, genel bir kural olarak o dönemin ihtiyaçlarına yanıt vermiştir. Her dönemki uygulamalar, burjuvazinin o dönemki ihtiyaçları nelerse, çıkarları neyi gerektirmişse, ona uygun düşmüştür. Cumhuriyet dönemi Türkiye tarihinde hiçbir dönem yoktur ki, bu döneme egemen temel politika ve uygulamalar burjuvaziye rağmen, onun çıkarlarına, ihtiyaçlarına ve tercihlerine rağmen uygulanmış olsun.

Bu da çok normaldir, çünkü bu bir egemen sınıf düzeni; burjuvazinin egemen olduğu ve iktidar gücü olarak hükmettiği bir düzen. Egemen burjuva sınıfı ekonomik ve mali gücü elinde tutuyor; bu sayede de ideolojiyi elinde tutuyor, yönetim aygıtını elinde tutuyor, kışlayı elinde tutuyor, camiyi elinde tutuyor... Yani bütün bu kurumlarla, iktisadi ve mali gücü elinde tutan egemen sınıf olarak, bütün bu araçları hükmediyor, onlarla toplumu kendi çıkar ve ihtiyaçlarına uygun bir biçimde yönetiyor. Kimse o egemenken, onun iradesini kaba bir biçimde çiğneyerek farklı bir politika uygulayamaz, yakın tarihimizde bunun tek bir örneği yoktur.

Emekçilerin mücadelenin gücüyle kurulu düzenden bir şeyler koparıp almasını, burjuvazi ekonomik iktidarını sürdürüyorken, onun adına siyasi olarak onu hiçe sayan başka birilerinin yönetime geçmesi olarak anlamamak gerekir. Bu ikisi farklı şeylerdir. Emekçiler mücadele ederler, zaman içerisinde egemen burjuva sınıfına şu veya bu alanda ya da sorunda geri adım attırırlar, çeşitli mevziler ve kazanımlar elde ederler, bunlar siyasal, iktisadi ya da sosyal kazanımlar olur. Mücadelenin başka bir evresinde emekçiler savunmasız kalırlar, burjuvazi fırsat bulursa bunları gerisin geri gaspeder. Ya da emekçiler bu fırsatı burjuvaziye vermez de, yüklenerek bunu başka yeni kazanımlarla birleştirirler. Ama burjuvazinin kendisi egemenken, bir başka programa dayalı bir başka hükümetle işlerin yürütülebileceğini, yani burjuvazinin çıkarlarına aykırı düşen bir programı bir hml;kümetin uygulayabileceğini iddia etmek, kitleleri aldatmaktan başka bir şey değil. Böyle bir şey somut olarak gerçekleşmez zaten, ama kitlelere bu hayali pompalamak kitleleri aldatmaktan başka bir anlama gelmez.

Bu, bugünün Türkiye’sinde somut olarak yaşandığı için üzerinde duruyorum. Bütün o “ulusal program” ya da “emek programı” vb. çıkışların gerisinde böyle gerici reformist bir mantık yatıyor.

(Devam edecek...)