Kriz ve devrimci sınıf
çizgisi/5
Sendika ağalarının manevraları ve
Ulusal program aldatmacası Reformist sol kesimler bugün düzen içi alternatifin temsilcileri olarak
sahneye çıkıyorlar. Ulusal program iddiası, çeşitli sendikaların
ve kamu çalışanları örgütlenmelerinin oluşturduğu Emek Platformundan
geliyor, ama buna bu kuruluşlardan çok EMEP türünden reformist akımlar
sahip çıkıyor. Uygulanan programlar emekçilere karşı ağır sosyal yıkım
programları olduğu için, sendikalar göstermelik biçimde de olsa buna
karşı tavır almak ihtiyacı duyuyorlar. Kendi tabanları karşısında içine
düştükleri zor durum onları buna itiyor. Ama burada ciddiyet bir yana, en ufak bir samimiyet yok. Bu ülkede
14 aydır İMF programı uygulanıyor, Türk-İşin satılmış yöneticileri
buna sesini çıkarmıyor. Ardından krizin çöküntüsü yaşanıyor, bu ağır
bir fatura çıkarıyor, ayrıca güya düze çıkmak için yapılan bütün fedakarlıkların
da boşa gittiği, yeniden ve üstelik daha ağır bir fedakarlık yapmak
gerektiği gündeme getiriliyor. İşte ancak bu durumda bu adamlar işçi
ve kamu çalışanları örgütleri olarak seslerini bir parça yükseltmek
ihtiyacı duyuyorlar. Bu da çalışan kitleleri denetim altında tutmak
çabasından öte ciddi bir anlam ve işlev taşımıyor. Ulusal program adı altında lafola kabilinden ileri sürdükleri
görüşlerin özü-özeti ise şu: Rant ekonomisi değil üretim ekonomisine
dayalı politikalar izlensin; yatırımlar yapılsın, istihdam artırılsın,
dış borç yerine iç kaynaklara dayanılsın, iç ve dış borçlar ertelensin,
vb., vb... Mevcut sınıf ilişkileri sistemi içerisinde, yani burjuvazinin
egemen olduğu bugünkü ilişkiler içerisinde, kendi içinde bu istemler
bir şey ifade etmiyor. Bir nebze olsun samimi olsalar, burjuvaziye,
onun tam denetimindeki ve hizmetindeki hükümetlere üretime yönelin,
istihdamı geliştirin, gelir dağılımını düzeltin demek yerine, meseleyi
yanlış ekonomik politika karşısında doğru ekonomik politika ihtiyacı
olarak koymak yerine, dosdoğru işçi sınıfı ve emekçilerin hayati ihtiyaçlarını
dile getirirler; buna ilişkin istemleri formüle ederek eçileri bu temelde
harekete geçirmeye bakarlar. Herkese iş, tüm çalışanlara iş güvencesi
derler. Ülkede milyonlarca işsiz varken neden işçilerin büyük bölümü
günde 8-9 saat, haftada 6 gün çalışıyor derler ve buna karşı 7 saatlik
işgünü, 35 saatlik çalışma haftası istemini yükseltirler. Bu kadar işsiz
varken neden mesai uygulanıyor, her türlü mesai yasaklansın, fazla mesainin
gerektirdi&curre;i çalışma ihtiyacı işsiz kitlelere yeni iş olanağı
olarak sunulsun derler. Tüm çalışanlar için genel sigorta isterler.
Eğitim ve sağlığın paralı hale getirilmesine karşı herkese parasız eğitim
ve sağlık istemini ileri sürerler. Bu liste uzatılabilir, kitlelerin en hayati çıkarları bunlar. Bu ve
benzeri istemleri formüle ederek bunlar için kitleleri mücadeleye çağırın,
sizin yaşamsal çıkarınız bunu gerektiriyor deyin. Burjuvazinin çıkarı
size işsizliği dayatıyor, düşük ücreti dayatıyor, sosyal hakların gaspını
dayatıyor; bunun karşısında sizin acil yaşamsal çıkarlarınız bunlar,
bunlar için birleşirseniz, bunlar için örgütlenirseniz, bunlar için
sermayenin bu acımasız programlarına karşı direnirseniz, mesafe alırsınız,
saldırıları püskürtür yeni mevziler kazanırsınız deyin. Böyle demiyorlar ama, böyle demek işlerine gelmiyor. Böyle demek ve
davranmak bir yana, tam da böyle tutumların önünü kesmek için uğraşıyorlar,
giriştikleri manevralar bundan öte bir anlam taşımıyor. Hükümet yanlış bir politika uyguluyor, İMF ile DBnin programlarına
körü körüne uyuyor, bu İMF ve DB programları bugüne kadar 80 ülkede
uygulanmış, hiçbirinde hiçbir derde çare olamamış, dolayısıyla bu yanlış
yoldan dönülsün, diyorlar. Ama mesele hiç de yanlış bir yol meselesi
değildir ki, burjuvazi nasıl bir yol izlediğini herkesten iyi biliyor.
Evet, dünyanın hiçbir yerinde gerçekten hiçbir başarı sağlamadığı halde,
bütün işbirlikçi rejimler yine de bu politikaları uyguluyorlar. Demek
ki, sorun tümüyle başka. Demek ki, o ülkelere egemen olan sınıfın çıkarları
tam da bu politikaları uygulamayı gerektiriyor. Bu ülkelerdeki bağımlı
kapitalizmin çarkı demek ki ancak böyle dönebiliyor. Dolayısıyla doğru-yanlış
tartışmasının burada bir yeri yok. Gerçek tartışma, uygulanan politikaların
kimin &edil;ıkarına, kime karşı ve kimin lehine olduğu tartışması. Ulusal politika temennisi değil İMF programı karşısında ulusal program iddiası taşıyanlar,
sosyalist olmak iddiasındaki solun bir kesimi, yani bizim reformist
sol dediğimiz kesim. Perinçekçi İP, EMEP vb... Ulusal bir programa
doğru başlığı altında şu günlerde dizi röportajlar yayınlıyor
Evrensel gazetesi. Solcu akademisyenler konuşuyorlar; mevcut politikalarla
sermaye daha çok faize ve ranta gidiyor, halbuki şu politikalar uygulansa
üretime gider, istihdam ve milli gelir artar, bu nedenle öyle değil
de böyle yapılmalı ekseninde ulusal çözümler öneriyorlar. Burjuvazi adına ülkeyi yönetenlerin öyle değil de böyle yapmaları bir
bilinçsizlikten gelmiyor kuşkusuz. Düzenin egemeni olarak burjuvazinin
ve onu arkalayan emperyalizmin çıkarları, bu çıkarlara dayalı tercihler
öyle gerektiriyor ki, öyle yapıyor. Demek ki aşırı kârlar ancak böyle
sağlanabiliyor, büyük vurgunlar ancak böyle vurulabiliyor, yağma ve
talan ancak böyle olanaklı olabiliyor, ve en önemlisi, dış borçlar ancak
böyle ödenebiliyor. O dış borç batağı ve döngüsü içinde mevcut kapitalist
ekonominin çarkı ancak böyle dönebiliyor. Eğer böyle yapılırsa Türkiyeye
sıcak para geliyor, bunun için böyle yapılıyor. Sıcak
para girişi olmayınca ekonomi tıkanıyor, tık nefes oluyor. Sıcak
para dedikleri, menkul kıymetler borsasında oynamaya gelen uluslararası
spekülatif serm... Onun gelebilmesi için de bütün bu politikaların böyle
uygulanması gerekiyor. Bu ise tabii ki Türkiye üzerindeki borç köleliğini ağırlaştırıyor,
tabii ki Türkiyeyi daha ağır koşullarda emperyalizmin kölesi haline
getiriyor, tabii ki emekçiler için daha ağır bir yıkım anlamına geliyor.
Bütün bunlar apaçık gerçekler. Ama bütün bunlar işte tam da bu nedenlerle,
bu işleyişin dayandığı temel ilişkilere müdahale etmeyi gerektiriyor.
Dolayısıyla emekçileri bu ilişkilerin karşısına devrimci bir tarzda
çıkarmayı gerektiriyor. Emekçilere buna uygun bir program ve mücadele
taktiği sunmayı, onları buna dayalı bir mücadele hattına çekmeyi gerektiriyor. Milliyetçi reformist sol ne yapıyor, ne diyor peki? Hayır oraya değil
de buraya yatırım, ranta değil de üretime, istihdama yatırım. Yani Türkiye
kapitalizmi kapitalizm olmaktan çıksın, kendi öz yapısı ve mantığından
kopsun demek gibi bir şey bu. Bunalımın açığa çıkardığı çarpıcı gerçeklerden
hareketle mevcut egemenlik ve bağımlılık ilişkileri temelden sorgulanacağına,
aynı temelin korunmasına dayalı farklı politikalar öneriliyor. Emekçilere,
iflası açığa çıkmış politikalar değil de şu politikalar uygulansa herşey
değişir deniliyor. Herşeyin böylece değişeceğini söyleyenler, topluma
egemen temel ilişkiler değişmeksizin bunun nasıl olanaklı olabileceğini
sessizce geçiştiriyorlar. Bu ise, emekçileri aldatmak, ulusal liberal
hayallerle sersemletmek anlamına geliyor. Kamu emekçileri sendikalarından birinin başkanı, şu günlerde yayınlanan
bir yazısında, mevcut politikaları ve İMF programını doğal olarak suçluyor;
yaklaşık 70 ülkede uygulanmış, ancak bu politikalar sonucunda ekonomisi
düzelmiş, esenliğe çıkmış tek bir ülke yoktur, diyor. Ardından Türkiye
bu politikaya mahkum değil, bizim alternatif politika önerilerimiz var
diyor ve bir dizi madde halinde bunları sıralıyor. Kayıtdışı ekonominin
daraltılması; rant ekonomisi yerine üretim ekonomisi; vergi adaletinin
sağlanması; yaygın ve kaliteli kamu hizmeti; düşük değil insanca yaşanacak
ücret politikaları; iç ve dış borçlarda morotoryuma gidilmesi; tarımda
üretken sektörlerin desteklenmesi, vb., vb... Bunlar emekçilerin yaşamında kısmi düzelmeler yaratacak istemler kuşkusuz.
Ama aynı istemleri savunmak yetmiyor, bu istemleri hangi mantıkla savunacaksınız
ve kitlelere onları nasıl götüreceksiniz? Siz kitlelere, aslında bunlar
uygulansa Türkiye bugün esenliğe çıkar derseniz, bunu alternatif bir
hükümet programı olarak sunarsanız, yığınları aldatmış olursunuz. Siz
böyle yapmakla, bu düzen hiç de bunları böyle yapmak zorunda değil,
örnek olsun, bu düzen düşük değil insanca yaşamaya yeten asgari ücret
verebilir, böyle bir politika uygulayabilir, bu düzen yaygın ve kaliteli
kamu hizmeti verebilir, demiş olur ve kitleleri yanıltmış olursunuz. Sorunu böyle koymamalısınız. Siz bunları, mevcut hükümet politikasına
alternatif bir ulusal hükümet politikası olarak değil, fakat
kitlelerin uğruna mücadele edecekleri istemler olarak formüle ederseniz
ancak kitlelere doğru bir bilinç vermiş ve onları kurulu düzene karşı
bir mücadeleye çekmeyi kolaylaştırmış olursunuz. Taleplerinizi kitlelere
geniş biçimde maletmek ve kitleleri bu düzene karşı dinamik bir biçimde
harekete geçirmek istiyorsanız, bu istemleri hayal yaratmadan formüle
etmek zorundasınız. Bu istemleri vermezler, bu istemler mücadele ile
alınır demelisiniz. Bu istemler tabii ki bu düzenin çıkarlarına aykırı,
ama eğer işçi sınıfı, emekçiler birleşirlerse, örgütlenirlerse, direnirlerse,
bu istemleri şu veya bu ölçüde elde edebilirler ve bu istemleri elde
etme mücadelesinde başarı kazandıkları ölç&ml;de bu düzenin üstesinden
de gelebilirler bilincini vermek zorundasınız kitlelere. 30lu yılların halk düşmanı Perinçekçiler şu günlerde, işçisinden sanayicisine tekmil milleti
30lu yılların sözde denenmiş ve sınanmış Halkçı-devletçi
ekonomi programı etrafında birleştirmekten sözediyorlar. Yakın
tarihe yönelik bu iddia tümüyle bir safsatadır. Uygulandığı dönemde
zerre kadar halkçı bir içerik ve işlev taşımamış devletçi uygulamaların
bugün böyle sunulması tarihi gerçeklerin tersyüz edilmesinden başka
bir anlam taşımıyor. 30lu yılların devletçi politikaları,
halkçı değil tümüyle halk düşmanıydı; emekçilere ağır bir ekonomik ve
sosyal fatura ödetilerek uygulandı. Döneme ilişkin tüm araştırmalar
bunu bütün açıklığı ile ortaya koyuyor. Devletçi uygulamaların tüm yükünün
emekçilerin, işçilerin ve köylülerin sırtına yüklendiği; bu politikalarla
tam da burjuvazinin ve büyük toprak sahiplerinin palazlandırıldığı,
döneme ilişkin tüm araştırmaların ortak vargısı durumunda. 30lu
yılların halkçılığı iddiası, 60lı yılların soluna
Kadroculardan kalma bir efsaneydi, bu efsane yıkılalı yıllar oldu. 30lu yılların devletçiliği dönemi, işçi sınıfı ve emekçilerin
her türlü hak ve güvenceden tümden yoksun bırakıldıkları bir dönem oluyor
aynı zamanda. Bu dönemin çalışma yasaları yoğun sömürüyü güvenceye alır
ve emekçilerin her türlü örgütlenme ve hak arama yollarını tıkar. Emekçiye
sendikal örgütlenme bile yasak, emekçiye politik örgütlenme zaten yasak.
Faşist İtalyadan o ünlü ceza yasalarının, ünlü 141-142. maddelerin
tam da bu dönemde, yani halkçılık payesi ile cilalanan devletçilik
döneminde alındığını söylemek bile, durumun gerçekte ne olduğunu anlamak
için yeterli. Bu tümüyle anlaşılır bir durumdur ve tam da izlenen devletçi politikalarla
bağlantılıdır. Dönemin koşulları içinde zorunlu kalınarak gündeme getirilen
devletçi ekonomik uygulamalar emekçilerin elini kolunu bağlamayı gerektiriyordu.
Devletçi sanayi yatırımları için gerekli kaynaklar tam da emekçilerin
boğazından kısılarak yaratılabilirdi. Bunun kolayca ve engelsizce yapılabilmesi
için de işçi sınıfının ve emekçilerin elini kolunu tümden bağlamak gerekirdi.
Devletçilik döneminin sendikal örgütlenmeyi bile yasaklayan çalışma
mevzuatı buna hizmet ediyordu. Tüm bunlarla demek istiyorum ki, 30larda uygulanan devletçi
programın en ufak bir halkçı karakteri yok. Tam tersine, tamı tamına
halk düşmanı, halkı perişan eden politikalar bunlar. Halkçılık söylemi
burada gerici, hatta bir ölçüde faşizan bir ideolojik argümandan başka
bir şey değil. Bunun böyle olduğuna aynı Perinçekin 90lı
yılların başında yazdıklarını bile tanık olarak gösterebiliriz. Üstelik
Kemalizm üzerine 30 yıllık çalışmasının ilk kitabı üzerinden... 30lu yılların devletçiliği ne halkçıdır ne de Türkiyeye
özgüdür. 1929 Büyük Bunalımının bir dizi başka bağımlı ülkede ortaya
çıkardığı bir zorunluluktur. Türkiyenin ilerici yazarları ve akademisyenleri
tarafından bile yeterince incelenmiş, somut veriler üzerinden kanıtlanmış
bir durumdur bu. Savaşa doğru giden bir dönem bu; dünyada ticari bloklaşmalar,
içe kapanma var, devlet müdahaleciliği genel bir eğilim durumunda. Dünyanın
bir dizi başka geri ve bağımlı ülkesinde, özellikle de Latin Amerikada,
ülkeye yeterli emperyalist sermayenin akmadığı bu özel koşullarda gündeme
getirilmiş politikalar bunlar. Türkiyede gerçekleşen de bunun bir örneği, üstelik zaman olarak
biraz gecikmişi. Bunun Cumhuriyet Devriminin devletçi-halkçı
atılımı türünden safsatalarla yakından uzaktan bir alakası yok.
Bunalımın etkisi altında devlet iç kaynaklara dayanarak, demek oluyor
ki, işçi sınıfı ve köylülüğün daha yoğun bir sömürüsüne başvurarak,
bir dizi sanayi yatırımı gündeme getiriyor. Sermaye birikiminden yoksun,
ama açgözlü ve büyüme hırsı içindeki cılız Türk burjuvazisi bu devletçi
müdahalelerle palazlandırılmaya çalışıyor. Açın aynı Perinçekin
Kemalist Devrim-1 kitabını, özellikle de önsözünü ibretle
okuyun. Onun da bir zamanlar, bundan yalnızca 6-7 sene önce, yakın tarihimize
ilişkin bu basit ve apaçık gerçekleri dile getirmek zorunda kaldı&curen;ını
görürsünüz. General çizmesine endekslenmiş bir politikaya geçiş, Cumhuriyet
tarihinin tepeden tırnağa çarpıtılmış bir yorumuna götürdü bu sicili
bozuk çevreyi. Perinçekin Altı Ok kitabı bu açıdan
tam bir rezalet örneği; dönemin temel gerçeklerine değil yalnızca resmi
ideolojik söylemlerine dayanan, onları yaratılan kurguya göre seçip
ayıklayan bir tari yorumu var bu kitapta. Böyle olunca da general çizmesine
endekslenmiş bir güncel politika ihtiyacına yanıt vermekten başka bir
anlam taşımıyor. Ve Perinçek bu safsatayı ciddi ciddi 30 yıllık
çalışmanın ürünü olarak pazarlamaya kalkabiliyor. Burjuvazinin yönetme sanatı ve reformist sol Düzenin kendi içinde bir iç alternatifinin olmadığını özellikle vurguladım;
bunu ortaya çıkan durumun beceriksiz politikacılardan ve yanlış politikalardan
doğmadığını vurgulamak için yaptım. Bunu kavramak çok büyük bir önem
taşıyor. Çünkü gerçekten burjuvazi her dönem kendi ihtiyacı olan politikaları
belli hükümetlere, onların dayandığı partilere uygulatıyor ve sonra
da o politikaların yarattığı hoşnutsuzluğu ilgili hükümetlere, partilere
ya da politikacılara fatura ederek işin içinden çıkıyor, sorumluluğundan
kurtuluyor. Bunu sadece normal dönemlerde değil, askeri rejim dönemlerine girişte
ya da çıkışta da yapıyor. Diyelim ki darbe yapıyor, yaygın bir biçimde
politikacıları suçluyor; politikacılar, partiler, parlamento ülkeyi
bu hale getirdi diyor. Ordu burada müdahale etmek zorundaydı, yoksa
işler bütünüyle çıkmaza saplanacaktı, darbe yapmaktan, askeri yönetime
geçmekten başka çare yoktu diyor. Böylece bir önceki dönemin bütün sorumluluğunu
politikacılara yüklüyor. Sonra askeri darbe yapılıyor, askeri darbe koşullarında o içine düştüğü
çıkmaza belli sınırlar içerisinde bir çıkış yolu bulmaya çalışıyor,
bu arada kitleleri eziyor, kazanılmış devrimci mevzileri dağıtıyor,
uygulamak istediği politikaları savunmasız kitlelere dayatıyor. Derken
birkaç yılı böyle geçiriyor, ardından güya demokrasiye, parlamenter
rejime geçiliyor. Bu sefer askeri rejim döneminin biriktirdiği sorunlara,
işte askeri darbeler böyledir, demokrasinin kesintiye uğraması iyi değildir
diyerek, bu sefer askeri darbeyi, askeri darbe dönemindeki şefleri,
diyelim ki Kenan Evren kliğini kendi içinde suçlayarak, o dönemin sorumluluğunu
da onlara yüklüyor. Bu böyle gidiyor. Bu da çok normaldir, çünkü bu bir egemen sınıf düzeni; burjuvazinin
egemen olduğu ve iktidar gücü olarak hükmettiği bir düzen. Egemen burjuva
sınıfı ekonomik ve mali gücü elinde tutuyor; bu sayede de ideolojiyi
elinde tutuyor, yönetim aygıtını elinde tutuyor, kışlayı elinde tutuyor,
camiyi elinde tutuyor... Yani bütün bu kurumlarla, iktisadi ve mali
gücü elinde tutan egemen sınıf olarak, bütün bu araçları hükmediyor,
onlarla toplumu kendi çıkar ve ihtiyaçlarına uygun bir biçimde yönetiyor.
Kimse o egemenken, onun iradesini kaba bir biçimde çiğneyerek farklı
bir politika uygulayamaz, yakın tarihimizde bunun tek bir örneği yoktur. Emekçilerin mücadelenin gücüyle kurulu düzenden bir şeyler koparıp
almasını, burjuvazi ekonomik iktidarını sürdürüyorken, onun adına siyasi
olarak onu hiçe sayan başka birilerinin yönetime geçmesi olarak anlamamak
gerekir. Bu ikisi farklı şeylerdir. Emekçiler mücadele ederler, zaman
içerisinde egemen burjuva sınıfına şu veya bu alanda ya da sorunda geri
adım attırırlar, çeşitli mevziler ve kazanımlar elde ederler, bunlar
siyasal, iktisadi ya da sosyal kazanımlar olur. Mücadelenin başka bir
evresinde emekçiler savunmasız kalırlar, burjuvazi fırsat bulursa bunları
gerisin geri gaspeder. Ya da emekçiler bu fırsatı burjuvaziye vermez
de, yüklenerek bunu başka yeni kazanımlarla birleştirirler. Ama burjuvazinin
kendisi egemenken, bir başka programa dayalı bir başka hükümetle işlerin
yürütülebileceğini, yani burjuvazinin çıkarlarına aykırı düşen bir programı
bir hml;kümetin uygulayabileceğini iddia etmek, kitleleri aldatmaktan
başka bir şey değil. Böyle bir şey somut olarak gerçekleşmez zaten,
ama kitlelere bu hayali pompalamak kitleleri aldatmaktan başka bir anlama
gelmez. Bu, bugünün Türkiyesinde somut olarak yaşandığı için üzerinde
duruyorum. Bütün o ulusal program ya da emek programı
vb. çıkışların gerisinde böyle gerici reformist bir mantık yatıyor. (Devam edecek...) |
|||||