ARSIVANA SAYFA
 
06 Ocak '01
SAYI: 01
İçindekiler
Kızıl Bayrak'tan
Tüm güç ve olanaklar seferber edilmelidir!...
Direniş sürüyor, zafer bizimdir!
20 yıldır teslim alamadılar asla teslim alamayacaklar!
Zindan katliamı: Bir kontr-gerilla operasyonu
Devrim yürüyüşümüz daha da güçlenecek!..
2001 kavga yılı olacak!
2001 yıkım programına karşı direnişi örelim!
2000'de sınıf hareketi...
"Hakkımızı ancak mücadele ederek alabiliriz"
Ücret asgari, sefalet azami!
Kontra devlet katliamda kirli medya psikolojik savaşta
Faşizmin zindanlarında katledildiler!
Katliam ve direniş/1
Devrimciler ölmez, devrim davası yenilmez!
Katliamı protesto gösterileri
Zindanlardaki direniş, sokaklarda büyütülüyor!
Yurtdışında katliamı protesto gösterileri
Zindan direnişine uluslararası destek
Tutsak temsilcileri ile heyetler arasında yapılan görüşmeler
PKK-Devrimci Çizgi Savaşçıları: Devrimci tutsaklar teslim alınamaz!
Zindan direnişiyle uluslararası dayanışma
Vahşi işkenceler, kırılamayan devrimci irade!
Bu vahşet zulüm düseninin çöküşünün de habercisidir!
Mücadele Postası


Bu sayının
PDF formatını download
etmek için tıklayın



 
 


Zindan katliamı:

Bir kontr-gerilla operasyonu

Ayşe Aydın

İçişleri Bakanı Tantan, devrimci tutsaklara karşı girişilen katliam saldırısı için “psikolojik savaş” ifadesini kullandı. Tantan’ın ağzından itiraf edilen konuya ilişkin bir başka gerçek de, bu operasyona bir yıldır hazırlandıkları idi.

Bu saldırıda gerçekten de bir psikolojik savaşın (yani bir kontr-gerilla operasyonunun) tüm aşamalarını adım adım izlemek mümkün.

İlk adım : Gerici-faşist koalisyonun kurulduğu ilk aylarda, henüz yapım halindeki F tipi cezaevlerinden hiçbiri teslim alınmamışken, “ne pahasına olursa olsun, devletin, cezaevlerinde hakimiyetini tesis edeceği” açıklamaları yapılmaya başlandı. Yani, bugünkü F tipi operasyonunun startı verilmiş oldu.

İkinci adım; kamuoyu oluşturma: (Aslında bütün bir operasyon boyunca, zaman zaman aşırı boyutlara ulaşan bir yoğunlukla sürdürüldü.) Bu açıklamaları izleyen gün ve aylarda cezaevleri gündemden hiç düşürülmedi. Bu konuda iki araç dönüşümlü olarak ve sürekli biçimde kullanıldı. Birincisi mafya çetelerinin çıkardığı olaylar. İkincisi, Ulucanlar ve Burdur’da olduğu gibi siyasi tutsaklara yönelik katliam saldırıları. Ve tüm sürece yayılacak biçimde medyanın siyasi tutsaklara yönelik karalama kampanyaları. Çakıcı’da silah ve telefon bulunduğu haberini, siyasi koğuşların silah deposuna döndürüldüğü propagandası izledi. Bu, mafya çeteleriyle ilgili her gelişme ve haber için aynen tekrarlanıp duruldu.
Üçüncü adım; fiyaskoyla sonuçlanan ilk katliam girişimi: 26 Eylül ‘99 günü Ulucanlar zindanında 10 devrimci tutsağın hunharca katledildiği saldırı, insanüstü bir direnişle püskürtüldü. Katliamdan sağ fakat ağır yaralarla kurtulan tutsaklar, bulundukları veya sevkedildikleri zindanlarda konuldukları hücrelerde açlık grevine başladılar. Günler süren direnişin ardından hücrelerin demir kapıları açıldı, yani hücre saldırısının bu ilk denemesi boşa düşürüldü.

Bu katliamın da önceden planlandığı, katliamı önceleyen günlerde medyanın yürüttüğü “psikolojik savaş”tan belliydi. Fakat daha iğrenci, Amerika yolundaki Ecevit’in katliam sabahı yaptığı açıklamadır. Bu uşak, bağlılığının nişanesi olarak efendilerine devrimci kellesi sunmuş oluyordu böylece.

Ve halk, günler boyu bir yalan ve küfür kumkumasına boğuldu. Hiç ilgisi bulunmayan bir yerden ve konudan kalkarak “cezaevlerinin silah deposuna döndüğü”, “terör örgütlerinin eğitim kampı haline geldiği”, “içeriden yönetildiği” propagandası yoğunlaştırılarak, kamuoyu katliama hazırlandı. Bu iğrençlik katliam sırasında akılalmaz boyutlara ulaştı. İlk akla gelenler; bambaşka bir cezaevinde ve bambaşka bir tarihte çekilmiş bir fotoğrafın “beş dakika önce” ibaresiyle yayınlanması; kitap, dergi ve gazetelerin “örgütsel döküman” ibaresiyle teşhiri (ki onların içinde bol miktarda bu teşhir kampanyasının başını çeken günlük basın da vardır); tiyatro oyunları için hazırlanmış silah maketlerinin “işte ağır silahlar” ibaresiyle teşhiri...

Dördüncü adım: 10 can bedeline hücre saldırısı püskürtüldü ama, bu kalıcı bir kazanım değildi. Devlet, attığı geri adımı da telafi etmek üzere yeni ataklarla karşı saldırıya geçti. Operasyon sürüyordu. “Ulucanlar savaşı”ndan sağ kurtulanlara cinayet davaları açıldı. Katil devlet, devrimcileri kendi arkadaşlarını öldürmekle suçlamaya kalktı. Sorun bunun tutup tutmayacağı değil, bir biçimde karşı saldırının sürdürülmesiydi.

Beşinci adım: 19 Aralık sabahı, Tantan’ın ifadesiyle, “1 yıldır maketler üzerinde tatbikat yapan” özel timler bir ordu eşliğinde, 20 cezaevindeki devrimci tutsaklara karşı kanlı bir katliam saldırısına girişti. Bu saldırı cezaevlerinde ölümüne bir direnişle karşılandı. Sonuçta devlet, yakarak-yıkarak da olsa, kendi cezaevlerini “ele geçirdi!” ve 30 ölü, onlarca kayıp, yüzlerce yaralı pahasına F tipi hücrelerin kapıları açıldı.

Son kalenin de düşmesinin ardından, devlet, bu işin burada bittiğini ilan ediyordu. Sözde, “örgüt baskısıyla” ölüme sürüklenen gençleri kurtarmışlardı. Böyle açık, böyle pervasız ve hunhar bir katliam saldırısının adını “hayata dönüş operasyonu” koyma utanmazlığının nedeni de bu propagandayı taçlandırmaktı zaten. Yoksa, operasyon hazırlığının başladığı bir yıl öncesinde, bu tarihlerde bir Ölüm Orucu direnişi gerçekleşeceği hesabı yapmaları mümkün değildi. Sözkonusu olan, her türlü gelişmeden yararlanmaları ve en uygun fırsatı kollamalarıydı.

Peki bu son zafer mi? Devlet bu saldırıyla
cezaevleri sorununu çözmüş mü oldu?

Yine devletin ağzından ve karşı-propagandanın temel argümanı üzerinden sürdürelim. Ne diyordu devletlüler?

- Tutukluları örgütlerin, çetelerin ve koğuş ağalarının baskısından kurtaracağız.

Bunun koca bir yalan olduğu, iki cepheden birden açığa çıktı. Bir; sadece devrimci tutsaklar F tipi hücrelere taşındı. Zaten tüm tutuklu ve hükümlülere yetecek hücre de yok.

İkincisi; amacın aracı aştığı ve belirlediği bir kez daha netleşti. En ünlü örnekle anlatırsak; Çakıcı Kartal F tipinde, ancak örgütünü de cezaevini de yönetmeye devam ediyor. Silaha da telefona da (ve daha neye ihtiyaç duyuyorsa hepsine) sahip. Çünkü o, devlet için kurşun sıkan “şerefli” bir alçaktır. Devletin gerçek amacı, kendi elemanlarını, taraftarlarını, maşalarını vb.’ni değil, sadece muhaliflerini “yola getirmek”tir ve bu da gayet anlaşılır bir durumdur.

Nihayet üçüncü ve sonuncusu; daha saldırının ilk günü, götürüldükleri hastanelerde tedaviyi reddederek, devrimci tutsaklar, “örgüt baskısı” propagandasını çürütmüş bulunuyorlar. Bu çürütme halen, Ölüm Orucu’nun hücrelerde de sürdürülmesi (hatta yeni başlayanlarla birlikte yaygınlaşarak) ile devam etmektedir. Demek ki, bu katliam saldırısı asla herşeyin sonu değildir. Ne devrimciler cephesinden ve dolayısıyla ne de devlet cephesinden... Demek ki, operasyon da sona ermiş değildir.

Sürmekte olan operasyon bir kontr-gerilla operasyonudur
ve tek hedefi hücreleri uygulamaya sokmak değildir

Öyle olsaydı eğer, bunu daha az gürültülü biçimde yapmayı tercih ederlerdi. Böyle çok gürültülü ve kanlı bir geçiş, bu psikolojik savaşın cezaevlerini de aşan bir yanı ve hedefi olduğunun açık göstergesi kabul edilmelidir.

Daha önce denendiği ülkeler üzerinden, İMF programlarının sonuçları hakkında fazlasıyla deneyim ve bilgi sahibi olan egemenler, bu soygun ve sömürü programını tehlikeye sokacak bir toplumsal kalkışma riskine hep işaret etmişlerdir. Böyle bir kalkışmanın sisteme yönelmesinin tek garantisi devrimci bir önderliktir. Dolayısıyla, İMF programının aksamaması için ülkedeki devrimci birikimin olabildiğince tasfiye edilmesi gerekmektedir. Ancak bu öyle bir biçimde yapılmalıdır ki, beklenen toplumsal patlamanın öznesi sınıf ve katmanlara da gözdağı verilebilsin. Kabaran öfke doğru dürüst mayalanmadan çürütülebilsin...

Savaşın “psikolojik” cephesi bu nedenle, devrimci örgütler ve devrimci tutsakların yanısıra, yoğun bir biçimde toplumsal muhalefetin sivri uçlarına yöneltildi. Sınıf ve kitle hareketi cephesinde bir süredir kamu emekçi hareketi öne çıkmıştı. Onun içinde de, örneğin, sağlık emekçileri. Sağlık emekçileri sistemli bir biçimde topa tutuldu. SSK’daki yolsuzluklardan hastanelerdeki skandallara kadar, devletin tüm suçları sağlık emekçilerine fatura edildi. Cezaevlerine yönelik son katliam saldırısı öncesi, sırası ve sonrasında da, bu süreçte demokratik tavrını açıkça ortaya koymaktan kaçınmayan Tabip Odaları şahsında ilerici-devrimci doktorlara (özellikle de bunların yönetimde olduğu ortaya çıkan örgüte.)

Yine, işçi hareketi cephesinde, sendikal bürokrasinin tüm baskı ve engellemelerine rağmen ilerici bir muhalefet oluşturmakta ısrar gösteren az sayıda sendikaya yönelik yetki düşürme saldırısı gündeme getirildi. Tuzla deri işçilerine ve Deri-İş yöneticilerine olduğu gibi, gözaltı ve tutuklama tehditleri, Süleyman Yeter’in katli, başka bazı sendikacıların kaçırılmaları/ölümle tehdit edilmeleri gibi terör uygulamaları da cabası.

Ancak, karşı karşıya olduğumuzun bir kontr-gerilla operasyonu olduğunun daha açık kanıtları da var.

“Kontr-gerilla”nın el kitabında, özel eğitimli timlerin yanısıra;
Bir- “etkili basın-yayın organlarının yayımcıları”nın (Editors of influential publications)

İki- “önde gelen din temsilcileri”nin (Senior members of dominant religious faiths)

Üç- “Sendika lideri veya liderleri”nin (Labor union presidant) *
operasyonlarda kullanılması gerektiği önerilmektedir.

Bu operasyonda medya (sadece kimi köşeleri tutmuş MİT/kontr-gerilla ajanları eliyle değil) tümden ve gönüllü olarak ve en etkin biçimde kullanıldı, kullanılmaya devam ediliyor. Yalan, karalama, küfür, iftira ve hakaretin bini bir para. Üstelik sadece devrimci tutsaklara karşı da kullanılmıyor bu pislik çamuru. Tüm demokratik muhalefeti hedefliyor. Ve işin daha da çirkin tarafı, çamur atma savaşında başı çekenlerin, dünün solcuları, bugünün kimi “sol” gazetelerinin köşe yazarları olması. (Solcu Cumhuriyet gazetesinin Ziverbeyler’de, DAL’larda ağırlanmış kimi “eski solcu” yazarları gibi.)

Bu operasyonda “önde gelen din temsilcisi” de kullanıldı. Diyanet Başkanı Nuri Yılmaz, televizyona çıkıp, Ölüm Orucu’nun dinimizce caiz olmadığı yönlü fetvasını okudu. Zamanın Şeyhülislamından Bedreddin için alınan fetva gibi. Böylece katliam “dinimizce” de kutsanmış (!) oluyordu.

Bu ikisi düzenin has kurumları olduğu oranda, düzene hizmetleri (bu hizmet ne denli kanlı ve kirli olursa olsun) garipsenecek bir durum değil. Bir nevi görevlerini yapıyorlar.

Oysa üçüncü kesim, yani “sendika liderleri” denilen takım, devlete verdikleri her destek ve hizmetle temsil ettikleri sınıfa ihanet etmektedirler. Bu operasyonda bir kez daha bu hainler de rol aldılar. Emek Platformu adına yaptıkları açıklama ile, devrimci tutsakları Ölüm Orucu Direnişi’ni bırakmaya çağıran, Türk-İş başta olmak üzere, konfederasyon yöneticilerinin eli de bu operasyonla kana bulanmıştır ve hesabı hakettikleri biçimde sorulacaktır.

Ancak onların tek suçu bu kanlı operasyonda devletin yanında yer alarak ellerini devrimci kanına bulamak da değildir. Operasyonun asıl amacı, devrimci tutsaklara yönelik kanlı saldırılarla kitleleri terörize ederek (işçi sınıfı ve emekçilere gözdağı vererek), İMF-TÜSİAD yıkım programlarını daha rahat uygulayabilmek olduğuna göre; sendikacıların devlete desteği, temsil ettikleri sınıfın yıkımına da hizmet etmektedir. Zaten sorulacak hesap da asıl olarak bu cepheden sorulacaktır.

* Alıntılar Talat Turhan’ın “Kontr-gerilla Cumhuriyeti” adlı kitabından. (Tüm Zamanlar Yayıncılık, ikinci basım 1994, s.55-56)