30u aşkın devrimci tutsağın şehit düştüğü katliam saldırısının ardından, burjuva ideologlar, bu işin burada bittiğini ilan ettiler. Saldırının 4. günü, son kalenin de düşmesinin ardından, Ecevit, siz sonuca bakın diyordu. Yani, devrimcilerin cesetlerini çiğneyerek F tipi hücreleri açmış olmayı bir başarı, bir sonuç gibi göstermeye çalışıyordu.
Oysa, sonuca ulaşmak şöyle dursun, yaklaşmanın bile sözkonusu olmadığı, hatta daha da uzaklaşıldığı, saldırıya ilişkin ilk haber ve görüntülerden bile belliydi. Bu haber ve görüntüler, tümüyle tek taraflı ve devrimci tutsakların aleyhine yalan, iftira ve saptırmalarla yüklü olduğu halde. Bu durum ilerleyen günlerde çok daha berraklaştı.
Öylesine yakıcı bir gerçekti ki bu; ne kontra-medyanın çamuru, ne oluk oluk akan kan, ne hücrelerin özel yalıtımlı kalın duvarları onu gizleyebildi.
* Devrimci tutsaklar sözlerini tutmuş, cesetlerini çiğnetmeden hücrelere girmemişlerdi; bu bir.
* İkincisi; direniş katliam öncesindeki kararlılığından hiçbir şey yitirmediği gibi, yeni katılımlarla yaygınlaşarak daha da yükselmişti.
* Üçüncüsü ise; direnişin taleplerinde en küçük bir gerileme sözkonusu olmadığı gibi, yeni gelişmelerin ortaya çıkardığı yeni taleplerle yüklenmiş oldu.
Devlet ve düzen cephesinde bugün bu gerçekleri inkar edebilen kimse bulunmadığına göre; sonuç nerde, kazanım nerdedir? Açıktır ki, operasyona ilişkin devletin tek övüncü cezaevlerinden çıkan ceset sayısı olabilir. Tıpkı kelle avcılarının kafa derilerinden yapılma kemer süsleriyle övünmesi gibi, Tantan da beylik tabancasına 30 çentik daha atarak böbürlenebilir ve onlara da ancak bu yaraşır.
Devletin devrimci tutsaklarla kavgası katliam operasyonundan sonra daha da derinleşmiş, daha da karmaşık bir hal almış durumdadır.
Devletin, dün üç devrimci partinin sınırlı sayıda tutsağıyla ve son derece mütevazi taleplerle başlattığı Ölüm Orucu direnişi karşısında, bugünkünden çok daha avantajlı, çözüme çok daha yakın konumda olduğu, artık rahatlıkla görülebilir. Saldırıyla birlikte tüm devrimci örgütler direnişe katılmaya zorlanmıştır. Böylece Ölüm Orucu ve SAG eylemcilerinin de sayısı artmıştır. Ek olarak, yoldaşlarının katledilmesinin yarattığı öfke ve kin, hem cezaevlerindeki hem dışarıdaki devrimcileri daha da bilemiştir. Öfke, kin, kararlılık öğelerini besleyen tek etken, kuşkusuz, sadece yoldaşlarının katli de değildir. Düzen, bu katliam boyunca, ideolojik, politik, psikolojik, etik, her cepheden tüm kirli savaş silahlarıyla saldırıya geçmiş; yangın ve gaz bombalarına yalan ve iftira salvoları, makinalı tüfeklerin tarrakalarına klavye tuşlarından dökülen küfürler eşlik etmiştir.
Saldırının bu sözlü-küfürlü-görüntülü cephesinin sadece devrimci tutsaklara da değil, tüm ilerici muhalefete yöneldiğini, kanı beş para etmez kontra-kalemlerin, TTB gibi, Barolar gibi binlerce üyeli DKÖlere olmadık küfür ve hakaretlerle saldırıya giriştiği de biliniyor.
Kimileri hayretle iki tarafın birbirini düşman ilan ettiğinden söz ediyordu o günlerde. Ve, teröristler ne suç işlemiş olursa olsun devletin hepsine hukuk çerçevesinde eşit davranması, düşman ilan etmemesi, kinci-intikamcı davranmaması gerektiğinden... Üstelik bunu tam da, 30 cana kıyan bir intikam saldırısının ardından yazıyorlardı. Elbette akıl verdikleri devlet değildi. Kızım sana söylüyorum misali, birkaç gün arayla yine kendilerinin düşman ilan ettiği devrimci ve demokratik muhalefete duyuruyorlardı güya. Devrimci muhalefet (onların pek sevdiği tabirle terör örgütleri) için umutları olmasa da, en azından demokratik muhalefet belki kazanılabilirdi.
Devrimciler elbette, bu katliam yüzünden değil, varlık nedeni olarak düzenin ve devletin düşmanıdır. Bunu gizlemek bir yana, açıkça propaganda ederler ki, genişlesinler, devrime doğru ilerlesinler. Genişleyecekleri zemin ise, bugün demokratik-ilerici muhalefete taban oluşturan aynı işçi-emekçi kitlelerdir. Peki, gerek katliam öncesi hücre karşıtı mücadele sürecinde, gerekse katliam ve sonraki süreçte, son derece onurlu ve kararlı bir muhalefet yürüten kimi meslek örgütlerini ve DKÖleri (sadece süreçte sözcülük yapmış yöneticilerini değil, kitlesini), bunca gelişmenin ardından, dönüp yeniden düzene kazanmanın/eklemlemenin imkanı bulunabilir mi?
Çok açıktan ve hiç tereddütsüz söyleyebilmek gerekir ki; gelişmeler bu kitleleri düzenden çok devrime yaklaştırmış bulunuyor. Bu operasyonla devlet, devrimcilerin ancak yıllar süren çabalarla gerçekleştirebileceğinden kat kat fazla bir teşhirini kendi eliyle yapmıştır. İşçi ve emekçi kitleler, sermaye devletinin ne kadar riyakar, ne kadar yalancı, güvenilmez, ne kadar zorba olduğunu bir kez daha görmüş bulunuyorlar. Daha da önemlisi, aynı olaylar, devrimcilerin ne kadar sözünün eri, ne kadar fedakar ve cesur olduğunu da göstermiştir aynı kitlelere.
Üstelik devrimciler bu konuda ne bir propaganda yürütmek, ne de özel bir çaba göstermek durumunda kalmışlardır. Sadece yaşamışlar, ölümüne direnmişler, ölmüşler ve gene de direnişi sürdürmüşlerdir. Sermayenin aşağılık demagoglarının ucuz propaganda malzemesi olarak kullanmaya çalıştığı şu ölümler üzerinden siyaset yapmak bayağılığı da devrimcilere değil, ancak kendi mezarlık düzenlerine yaraşır bir karakterdir. Ancak onların çirkef politikacıları kendi marifetleriyle katledilen onbinlerce deprem şehidinin kayıp mezarları üzerinde nutuk atar, oy dilenirler. Kürdistan dağlarında telef ettikleri gençlerimizin, katlettikleri Kürt gençlerinin kanları üzerine politika yapar, hükümet kurarlar.
Bize gelince; elbette şehitlerimizle, bu kahramanlarla övüneceğiz. Kaybımız ve acımız ne denli büyük olursa olsun, bunu yapacağız. Bu bizim onlara, kendimize ve sınıfımıza karşı görevimizdir. Paris Komününün ve Ekim Devriminin şehitleri nasıl dünya proletaryasının ve devrim tarihinin şerefli sayfalarında yerlerini aldılarsa; Mustafa Suphiler, Deniz Gezmişler, Mahirler, İbolar, 77 1 Mayıs şehitleri nasıl Türkiye işçi sınıfı ve devrim tarihinin şerefli sayfalarında yerlerini aldılarsa, 19 Aralık zindan direnişlerinin kahraman şehitleri de aynı sayfalara yazılacaklardır.
Ancak bugün öncelikli görev; zindanlarda daha da yayılarak süren direnişin zaferini garantilemektir. Zindan direnişi, katliamla birlikte yeni bir evreye girmiş bulunuyor. Şimdi devrimci tutsaklar katliam saldırısında aldıkları yara ve yanıklarla; hücrelerde tecrit edilmiş bir vaziyette ve sürekli işkence altında yürütüyorlar direnişi. Şimdi Hücreler yıkılsın! şiarı, düne göre çok daha somut ve yakıcı biçimde sahiplenilmeyi bekliyor. Ya bu şiar dışarıda kitlesel ve eylemli sahiplenilecek ve hücrelerin kapıları açtırılacak, ya da o hücrelerden çıkan sıra sıra tabutlarla toplumsal kanama azgınlaşacaktır. Bu gerçek, devrimin tabanına, işçi ve emekçi kitlelere, demokratik muhalefetin tüm merkez ve çeperine en kısa zamanda ve en yaygın biçimde anlatılabilmelidir.
Bunun için devrimci hareket, kitlelere güvenen ve güven veren bir eylem ve etkinlik içinde olmalıdır. Bunun bir cephesinde devrimci hareketin kendi arasında, diğer cephesinde ise işçi ve emekçi kitlelerle ortak bir tutum geliştirebilmesi yatar. Devrimci örgüt ile Demokratik Kitle Örgütünü, devrimci talepler ile demokratik talepleri birbirine karıştırmadan fakat birbirinden de koparmadan, doğal ilişkisi ve bütünlüğü içinde ortaya koyabilmenin, kimi çevrelerde oluşan bu yönlü kaygıları ortadan kaldırabilmenin ne kadar önemli olduğu bir süreçten geçtiğimiz anlaşılabilmelidir.
Öncelikle devrimcilerin dikkatli, hassas ve akılcı davranması zorunlu olmakla birlikte, sürecin tüm ilerici demokratik kurum ve kişilere de aynı sorumluluğu yüklediği unutulmamalıdır.
Bu kurum ve kişiler, düzenin kendilerini çekmeye çalıştığı sahte tartışma kulvarlarını kabul etmemeli, bu güne dek sürdürdükleri açık ve kararlı tutumlarından taviz vermemelidirler. Terör örgütlerini desteklemek, vatan hainliği türünden salvoları zaten püskürtmüş bulunduklarına göre, sistemin bu kurum ve kişilere yöneltebileceği daha ağır bir topu kalmamıştır. Öyleyse; Ölüm Orucu Direnişinin ana talepleri -ki bunlar devrimci değil, demokratik taleplerdir- sahiplenmeye devam edilmeli ve artık daha somut mücadele biçimlerinin konusu yapılmalıdır. Mücadelenin ilk evresinde, tecrit ve ıslah üzerine inşa edilen hücre tipi cezaevi uygulaması kabul edilemez, buna dayanak yapılan ceza yasası da değiştirilmelidir görüşünü tok bir biçimde savunabilen onurlu hukukçuların; Ölüm Orucu bir intihar davranışı değil bir mücadele biçimidir, dolayısıyla hekim bu direnişi kırma saldırısında iktidarların aleti olmayı kabul etmeyecektir diyebilen hekimlerin övünülecek kadar fazla olduğu görülmüştür. Kuşkusuz, mücadeleye kendi alanlarından katkı sunan diğer tüm DKÖler için de aynı övünç payı sözkonusudur.
Gelinen noktada Ölüm Orucu direnişinin ilk taleplerinin özü-özetini bir kez daha hatırlatmakta yarar var: 12 Eylül ürünü kimi faşist yasa ve kurumların tasfiyesi ile bunlar üzerine inşa edilen hücrelerin kapatılması... Aslında böylesine sınırlı ve son derece meşru demokratik taleplerin devrimciler tarafından bile öne sürülmesi gerekmiyordu. DKÖler niye kurulur? İnsanlar neden buralarda örgütlenme ihtiyacı duyarlar? Demokratik kazanımlar uğruna mücadele etmek için değilse ne için? Ancak, sürmekte olan zindan direnişi bir kez daha göstermiştir ki, bu ülkenin devrimcileri en küçük demokratik kazanım için bile ölümüne bedel ödemek zorundadırlar. Devrimi örgütlemek gibi asli görevlerini yerine getirebilmek için, demokratik mücadelenin önünü kanlarıyla açmak durumundadırlar.
Onlar bu görevi seve seve yerine getirdiğine göre, şimdi tüm ilerici demokratik muhalefet hareketinin açılan yoldan ilerlemeyi başarabilmesi gerekiyor. Şimdi DKÖleri, sendikaları, meslek örgütlerini asli görevleri olan demokratik siyasal mücadeleye girişmek gibi tarihi ve toplumsal bir sorumluluk bekliyor.