ARSIVANA SAYFA
 
21 Ekim '00
SAYI: 39
İçindekiler
Kızıl Bayrak'tan
Teslim olmaktansa ölmeyi yeğleriz
Sefaletin koyulaştırılması nın resmi belgesi
Kamu çalışanları üretimden gelen güçlerini kullanmak zorundadır
Sınıf politikasından yoksunluk
POAŞ’ta toplu işten çıkarma sert tepti
Kazanmak için grev silahından başka yol yok!
“İş güvencesi” yasa taslağı ve sendikalar
Ordunun Kürdistan basın turu ve turdan yansıyanlar
Sezer’e rektörler muhtırası
SES Genel Kurulu’nda devrimci çıkış
Birleşik Metal-İş Kongresi
Gün ölümüne bir kararlılıkla harekete geçme günüdür!
Hücre saldırısı ve yeni zindan direnişi
Öleceğiz ama hücrelere girmeyeceğiz
“Her türlü bedeli ödemeye hazır ve kararlıyız!”
Hücre saldırısı ve devrimci sorumluluk
Ümraniye’de provokasyonlar ve saldırı hazırlığı
Habip ve Ümit’i andık
Emperyalist barış politikası Filistin halkının özgürlük tutkusunu yokedemedi
Barış süreci çifte standarttan ibaret
Kıbrıs’ta TC’nin yıkım programına karşı genel grev
Burjuva basından seçmeler
Bir kitap: “Benden selam söyle Anadolu’ya!”
25 yıl önceki Ulucanlar’da ki vahşetin öyküsü
Ulucanlar davasına çağrı
Mücadele Postası
 



 
 
Bir kitap:

“Benden selam söyle Anadolu’ya!”

Anadolu’da değişen bir şey yok!


Tahir Solmaz


İnsanın doğup büyüdüğü yerlerin izleri bir ömür boyu silinmez. Hatıralar çekip götürür rüzgar fısıltılarıyla, mazinin çocukça şarkılarına... Kavak ağaçlarının pamukları çarpar yüzünüze. Tandır ekmeğinin hüzünlü, ama bir o kadar da ayrıksı kokusu... Yaşlı kadınları bambaşkadır... Ellerimizde naylon torbalar, damağımızda nane ve karamela kokusu...

Yoksulluğu ve acıyı, en çok analarımız öğretti bize. Dizlerine vura vura ağlayan ve gözlerindeki yaşın hiç dinmediği analarımız. En çok onlar öğretti bize ağlamayı. Onların gözleriyle ağlamayı tattığımız günden beri hep sıkışır yüreğimiz, kızaran gözlerimizde ter, ağzımızda dişlerimizin gıcırtısı, hiç rahat bırakmaz bizi...

En çok uykuyu severdik. Uykuya hiç doymadan, yarı açık gözlerimizle sabahın bir saatinde dizilirdik yollara. Araba tamircisinde, karın tokluğuna sopa yer, akşamları belediye otobüsünde, uykunun en güzel yerinde duraklarımız yitik bir kent olurdu. Çırak düşlerimizde hep ayazlı bir sabah ve akşamın karanlığında yorgunluk fırsat vermezdi hiçbir şeyi doya doya yaşamaya... Herşey unutulur; yoksulluk ve acı asla! Mazi, her zaman bir sığınak değildir. Yoksul, ama güzelliklerini unutamadığımız o günlerin acısını, hiçbir gurbet silemez! “Doğduğum yer değil, doyduğum yer” derler. Ne acı! Oysa doğduğumuz yerlerde de doyabilmeliydik...

Benden Selam Söyle Anadolu’ya”, birden geçmişe götürdü beni. Anadolu insanının yazgısı, acısı, sevinci... Demek hala değişen pek bir şey yok. Hala gözler yaşlı ve hayat çetin...

Dido Sotiriyu, yemişleri baldan tatlı Aydın’da doğmuş, sonra zorunlu olarak Yunanistan’a göçmüş yurtsever bir yazar. İkinci paylaşım savaşında yeraltında çalışmış, Alman faşizmine karşı mücadele etmiş, ama doğup büyüdüğü Anadolu’ya hasretini hiç tüketmemiş. “Benden Selam Söyle Anadolu’ya”da “kurgu” yok denecek kadar az. Gerçekliğe çok yakın. Birinci tekil şahıs üzerinden anlatı olması bu gerçeği değiştirmiyor.

Hikayemizin kahramanı Manoli Aksiotis’i, Sotiriyu şöyle tanıtıyor: “Manoli Aksiyotis, Anadolu Rum köylüsünün sembolüdür. 1914-1918 arası Amele Taburu’nda bulunmuş, Anadolu’yu Rum istilasıyla birlikte Elen üniformasını sırtlamış, esaret görmüş ve nihayet Yunanistan’da mülteciliğin zehirli ekmeğine ortak olmuştur. İltica ettikten sonra kırk yıl boyunca dokerlik, sendikacılık yapmış; 2. Dünya Savaşı’nı izleyen Yunan Milli Direniş Hareketi’ne katılmıştır.

Şimdi bize düşen, tarihin sayfalarını yavaş yavaş açarak, geçmişin kulvarından bugüne koşmaktır...

Egemen sınıflar tüm insanlık tarihi boyunca ezilenlerin birleşmesini, ortak hareket etmesini engellemeye çalışmıştır. Ahlak, din, töre vb., halkların birleşmesinin, ortak hareket etmesinin önünde engeller olarak egemenler tarafından sürekli kullanılmış ve kışkırtılmıştır. Sömürücüler kendi sınıfsal tahakkümleri için tebalarını kendi bayrakları ardından sürüklemeyi, “başkaları” için ölmeye hazır hale getirmeyi başarabilmişlerdir. Bunun tersi örnekler yok değildir. Anadolu’da Şeyh Bedrettin isyanında Rum, Türk, Hıristiyan, Müslüman isyancılar, “yarin yanağından gayri herşey ortaktır bizde” diyerek isyan etmişlerdir. Kapitalizm geri toplumsal sistemlerin maddi zeminini yoketmek, kendi egemenliğini evrensel kılmak için zorunlu olarak bu önyargıların kırılmasının koşullarını yaratmıştır. Ancak o da tüm sömürücü sınıflar gibi başı her sıkıştığında bu önyargıları yardımına çağırmıştır. İnsanlık tarihinde en büyük yıkım ve barbarlıkların kaynağı kapitalizmdir. 1. ve 2. Dünya Savaşı bu gerçeğin yalnızca bir kısmıdır. Anadolu’da farklı milliyetlerden halklar, önyargıların gücüne rağmen, asırlarca birlikte yaşayabilmişlerdir. Ama kapitalizm girdiği her yerde, halkların birbirlerinin boğazını sıkması için her türlü entrikaya başvurmuştur.

Manoli Aksiyotis, çocukluğunu hep özlemle anar. Doğup büyüdüğü yerlere adeta hayrandır: “Şu yeryüzünde cennet diye bir şey varsa, bizim Kırkıca’nın o cennetin bir parçası olması gerekti. Ormanlarla kaplı dağlı bir bölgede kuruluydu köy. Önümüzdeki denize kadar göz alabildiğine uzayan Efes ovası... Ve baştan başa yemiş bahçeleriyle, incirliklerle, zeytinliklerle, tütün, pamuk, mısır ve susam tarlalarıyla dolu olan bu ova bizim köye aitti.” Annesi, yumuşak başlı bir kadındı, kocasının tüm huysuzluklarına, dudaklarında hep aynı gülümsemesiyle boyun eğen, acılarını içine atan... Baba despot ve otoriter. Oğlu Manoli’ye, bir horoz şekeri ya da ufak simit bile almayan, tek metelik olsun vermeyen bir baba. Hatta aldığı oyuncağını parçalayan “işe yaramayan” şeylere para kaptırmamayı öğütleyen bir baba. Manoli babasından yediği ilk sopanın ardından yıllar sonra dönüp şunları söylüyor: “Hayatımda ilk defa olarak karşı karşıya kalıyordum iktidarın o basiretsiz körlüğüyle, dehşete uğramıştım. O çağımda nerden bilebilirdim ki ben, bütün ömrüm boyunca, hep bu körlükle savaşacağım?”

Ege çok eskilerden beri ticaretin yapıldığı bir bölgedir. Bereketli inciri, zeytini, tütünüyle. Özellikle Rum tüccarlar, yalnızca yoksul Rum köylülerinin değil, Türklerin de kanını emerler. Manoli o çocuk yaşında can kardeşi Şevket’e bu durumu şöyle açıklıyor: “Hani Avrupalılar gibi giyinmiş adamlar var ya, şehirden kalkıp bizim köylere geliyorlar ve toptan satın alıp gidiyorlar ürünümüzü. İşte o adamlar hep tacir. Yani tüccar... Bizden kuru üzümü, inciri, zeytini, tütünü ucuza alıp şehirde pahalıya satıyorlar... Ve böylelikle kolayca, zengin oluyorlar, anlıyor musun?”

Şevket’le çocukça, sıkı bir dostlukları var. “Gavur-müslüman” olmak onlar için ciddi bir önyargı değil. Şevket, Manoli’yi çok seviyor ve kaybetmek istemiyor. “Bana bir mum yak... Belki allahlarımız da bizim gibi arkadaş olurlar.”

Jön Türklerin ulusal pazarın yaratılması için Türklüğe özel vurgu yapması sonucu hortlayan şovenizmin, Anadolu’da yaşayan diğer halklara, özellikle de ticareti elinde bulunduran kesimlere yönelmesinin acısını, yine yoksul köylüler çeker. Ama Jön Türkler, emperyalistlerden ya da onların bankalarından bağımsız hareket etmezler. Alman kapitalistleri nüfuz alanlarını ele geçirmek için Jön Türkler üzerinden hareket ederler. O dönem Ortadoğu’da dağıtılan bir bildiride şunlar söylenir: “Eğer biz Türkler açsak ve ıstırap çekiyorsak, bunun bütün sebebi, servetlerimizi ve ticaretimizi ellerinde tutan gavurlardır! Bunların istismarına ve küstahlığına daha ne kadar göz yumacağız? Gavur mallarını satın almayın. Onlarla her türlü ilişkiyi kesin... Ne ihtiyacınız var dostluklarına? Onlarla sözümona kardeşçe geçinmek size ne kazandırıyor? Siz samimi olarak onlara sevgi ve servetlerinizi ikram ediyorsunuz ama onlar...” Tabii, bu propagandanın arkasında Filistin Alman Bankası vardır.

Birinci Dünya Savaşı başlıyor... Amele Taburları “gavurlar”dan oluşturuluyor. “Her akşam tıklım tıklım doluyordu kahveler; köylüler, ırgatlar, gençler, ihtiyarlar, papazlar kısık bir sesle tartışıyorlardı. Haberler boğuntu vericiydi. Dendiğine göre Türk hükümeti Hıristiyanlara hiç güvenmiyor ve onlara ne silah ne de üniforma vermeden Amele Taburu denilen özel çalışma birliklerine yolluyordu. Bu özel birliklere, ‘ölüm taburu’ demek daha doğru düşerdi.”

Tüm Rum gençleri bu ölüm mangalarına girmek zorundadır. Türk köyleri Rum köylerine karşı ayaklanmaya başlar. Manoli 1915 Ocak’ında Amele Taburu’na alınır ve bu taburlarda binlerce Rum “asker” açlıktan, işkenceden, bakımsızlıktan ölür gider. Ermenilerin katledilmesine de tanık olur Manoli. Manoli sürekli kaçar, sürekli yakalanıp yeniden getirilir. Amele Taburu’nun çevresindeki Sünni Türkler sürekli kinlerini kusarlar. Alevi Türkler ise, “Bizler Müslümanızdır. Ama tahtacılara mensup Müslümanlarız. Pek sevmeyiz Osmanlıları. Ama Hıristiyanları da zeki ve çalışkan oldukları için tutarız” derler. Manoli, Türklerin vahşeti karşısında mazlum ve ezilen bir halkın hassasiyetini ve duyarlılığını taşır ve sürekli sitem eder.

Yunanlılar İzmir’de çıkış hazırlığındadırlar. Türklerden çekinmezler artık. “Kafa değiştireceğimiz yerde, rol değiştirmiştik.” Bu sefer, Rumlar başlar katliama, tecavüze, yakıp yıkmaya, Manoli de bu öldürmelerden nasibini alır. Ellerine geçtiğinde direnişte taviz vermeyen “Kör Mehmet’in damadı”nı elleriyle kendisi öldürür. Ve belli bir zaman sonra, şöyle konuşur: “Şimdi Türklerin tarafına geçmişti cesaret ve direnç. Kadınlarıyla çocukları bile, sırtlarına erzak ve cephane yüklenip ordularına ve çetecilere yardıma koşuyorlardı. Bütün ahali bizi casusluyordu; bakışlarıyla bile vuruyorlardı bize. Kör Mehmet’in damadı ölmemişti, hayır, tepeden tırnağa cesaret kesilmiş insanlar fışkırmıştı onun kanından ...”

Manoli aynı zamanda yaşanılanlar karşısında nedeni ve niçini sürekli kendisine soran, yanıtını bulmaya çalışan bir askerdir. Yine kendisi gibi asker olan Giritli Mikita Drossakis’le tanışması yaşamında önemli bir dönüm noktası olur. Drossakis “sakıncalı” bir askerdir. Komünisttir. Önce söylediklerine inanmaz Drossakis’in. Ama söylediklerinin doğru çıkması, Manoli’yi kendisine daha fazla bağlar. “Drossakis’in mantığı her seferinde bende bir yankı buluyordu ama, bir türlü cesaret edip de dinleyemiyordum o yankıyı; dehşete kapılıp kaçıyordum hemen.” Çünkü, Drossakis savaşın nedenlerini, neden burada bulunduklarını sürekli anlatmakta ve önyargılarını kırmaya çalışmaktadır. “Kafasını biraz olsun çalıştırmak zahmetine katlanmayıp da omuz silkenler, aslında büyük bir suç işliyor! Ve sen, Aksiyotis, sen daha da suçlusun. Sanıyor musun ki tarihi yapanlar hükümet adamlarıyla generallerdir! Gözlerini yumar, kulaklarını tıkarsın, ama onların uçuruma doğru ittikleri bir tekerlek olup çıkarsın. Ama sen böyle aciz bir alet değilsin ki Manoli, halksın sen, halk! Ve olayları değiştirebilmek için anlamak zorundasın!

Lefter, Drossakis’in Girit’ten arkadaşıdır. Zengin bir ailedendir. O da aynı tümendedir. Sosyalizme inanır, ama mücadeleye kayıtsızdır. Fakat diğer yandan, Drossakis’i sever ve saygı duyar: “İlle de bize ikrar verdirecek, ille de sosyalist yapacak bizi! Ama gene de gıpta ediyorum ona vallahi: İnandığı şey için ölmeye hazır çünkü! Ne der bu biliyor musun? Devrimcinin fedakarlığı ... der ... bir kahramanlık değildir, bir zorunluluktur, hayatın bir emridir devrimcinin fedakarlığı! Devrimciysen, niçin ölürsün biliyor musun? Hayatı sevdiğin için, her an başkaldırmak üzere içinde uyuklayan yılanı, büyük egoisti, ben’i öldürdüğün ve kendini halk kitlelerinin yerine koyduğun için... Tarih sahnesinde şimdi halklar ilerlemekte ve...”

Ve savaş biter. Yunanlılar yenilir. Manoli’nin “kimseciği” kalmamıştır. Binlercesi gibi o da topraklarını terkeder. Gözleri dolu dolu, bir sandalla uzaklaşırken yurdundan, kendi kendisiyle konuşmaya başlar. “Şevket! Tanımadın mı yoksa beni? Ben, senin dostun... Ben, senin arkadaşın! Yıllarca birlikte gülüp, beraber ağladık... Ne yapıyor Şevket? Ah Şevket; Şevket! Vahşi birer hayvan kesildik! Karşılıklı hançerledik, paramparça ettik yüreğimizi! Durup dururken!.. Ve sen... Kör Mehmet’in damadı. Hele sen! Niye öyle tiksinerek bakıyorsun yüzüme? Öldürdüm evet seni, ne olmuş! Ve işte ağlıyorum... Sen de öldürdün! Kardeşler, dostlar, hemşeriler... Koskoca bir kuşak, durup dururken katletti kendi kendini!... Anayurduna selam söyle benden, Kör Mehmet’in damadı! Benden selam söyle Anadolu’ya... Toprağını kanla suladık diye bize garezlenmesin... Ve kardeşi kardeşe kırdıran cellatların, Allah bin belasını versin...”

Sevgili Manoli, hayatını okurken çocukluğumun anılarına sürükledin beni. Ama senin yaşadıkların hala yaşanıyor Anadolu’da. Yanıbaşımızdaki mazlum bir halkın, Kürt halkının katliamından dolayı, bir milletin ferdi olmaktan utanıyorum. Seni okurken bir kez daha anladım ki, kapitalizm yıkılmadan bu vahşet, soykırım ve barbarlık hep devam edecek. Ancak sosyalizmi kurduğumuzda, tüm bunlara son verebileceğiz...