Kamu emekçilerine kararname saldırısı...
Saldırının asıl hedefi
öncü devrimci kamu çalışanlarıdır
Ecevitin tartışmalı kanun hükmünde kararnamesi (KHK) Cumhurbaşkanlığı köşkünde bekliyor. KHK tam bir yargısız infaz kararnamesi. Daha yumuşak bir ifade ile, önce cezalandır sonra yargıla kararnamesi. Başbakan KHKnın öngördüğü uygulamaların yargı denetimine açık olduğunu söylüyor. Zaten bir adım sonrası da, yargı denetimine kapatmak olacak. Tıpkı YAŞ (Yüksek Askeri Şura) kararları gibi. Anayasada devletin tüm uygulamalarının yargı denetimine açık olduğu yazarken, bu KHKnın faşist 12 Eylül Anayasasına bile aykırılığı açık iken, demokratik solcu Ecevit, hayır, bu KHK anayasaya da, hukuka da uygundur diyor.
Bu KHK, bir sıkıyönetim uygulaması olan 1402 sayılı yasayı olağan hale getiriyor. Hatırlanacağı gibi, 1402 sayılı yasaya dayanarak, 12 Eylülden sonra tüm ilerici, demokrat kamu emekçileri, başta üniversiteler olmak üzere devlet görevlerinden uzaklaştırılmışlardı. 1402de yetki sıkıyönetim komutanlarına tanınıyordu. Ecevitin kararnamesinde ise hükümete tanınıyor. Dolayısıyla Ecevit, sıkıyönetim yetkilerini kendisi kullanırsa, bunun demokratik olacağını iddia ediyor. Doğru tabii. Çıkartın Kenan Evrenin üniformasını, giydirin Ecevitin mavi gömleğini; işte size Türkiye demokrasisi! Kafanızda kırılan jandarma dipçiği olursa darbe, polis copu olursa demokrasi!
1402 sayılı yasaya dayalı sıkıyönetim uygulamaları dahi yargı denetimine açıktır. Dolayısıyla yargı denetimine açıklık, KHKnın demokratikliğine kanıt olamaz. Mantık aynı faşist mantıktır. Önce infaz et, sonra yargıla! Yargılamayı kim yapacak? Aynı KHK sayesinde, iktidarın iki müfettişinin raporuyla görevinden alınabilecek hakimler. İşte bağımsız yargı! Türkiyede yargı bir tek hukuka karşı bağımsız. Kendini asla hukuka bağlı hissetmiyor, ama MGKya, ama devletin yüksek menfaatlerine gayet bağımlı. Son kararname, bu yargı bağımsızlığından kalan kırıntıları da temizlemeyi planlıyor.
Bu KHK ile devlet iki amaç güdüyor.
Birincisi, bu yolla kamu emekçilerinin işgüvencesi tamamen ortadan kalkıyor. İş yavaşlatma eylemi dahi işten çıkarma nedeni sayılıyor. Böylece işsizlik korkusuyla kamu emekçilerinin sindirilmesi hedefleniyor. Bu kararname KESKin ehlileştirilerek düzen sınırlarına hapsedilmesi operasyonuna son noktayı koymayı amaçlıyor. Özelleştirme, kamu personeli rejimi, sahte sendika yasası vb. uygulamaların önündeki pek çok engel kaldırılmış oluyor.
İkincisi, zaten büyük ölçüde yürütmenin denetiminde olan ve gerçekte polis müdürlüklerinin birer şubesi gibi çalışan mahkemelerde, hakim teminatı denen ve yargıyı yürütme karşısında kollayan ne varsa ortadan kaldırılıyor.
Türkiyenin AB adaylığının kabul edildiği bir dönemde hazırlanan bu faşizan kararname, Avrupa yolunda demokratikleşme hayallerine iyi bir yanıttır. AB yolu demokrasiden değil, faşist uygulamaların başarıyla hayata geçirilmesinden geçiyor.
KHKnın yayınlandığı dönemde üç önemli gelişme yaşandı.
ESK toplandı. DİSK çağrılı olduğu halde ESKya katılmadı. KESK ise bu haliyle ESKnın çözüm olmadığını dile getirdi.
Ardından, Çalışma Bakanlığının istatistik verilerine dayanılarak, 10 işçi sendikasının TİS yetkileri iptal edildi. Yetkisi iptal edilen sendikalardan biri, DİSKe yeni genel başkan seçilen Süleyman Çelebinin Tekstil sendikası. Çalışma Bakanı F tipiyle uğraşacaklarına kendi işlerine baksınlar sözleriyle, sendikacılara en azından ne yapmamaları gerektiğini bildirdi.
Yine aynı dönemde F tipi hücreler karşıtı demokratik muhalefetin sesi yükseldi.
Bu arada birçok belediyede grev kararları asılmaya devam ediyor. Yine bu dönemde kamu emekçilerinin Temmuz maaş zamları yapıldı; %10 dayatmasına karşı KESK hiçbir tepki örgütlemedi. Sürgünler, baskılar devam ediyor, KESKden ses yok. F tipi hücrelerine karşı KESKden ses yok.
Dolayısıyla, gerek çoğu DİSKe bağlı 10 sendikanın TİS yetkilerinin iptaline, gerekse bu KHKya karşı, DİSK ve KESKin yürüttüğü bir muhalefetten sözetmek olanaksız. DİSK böylesi yıkıcı bir darbe alıyor, ama bir-iki basın açıklaması dışında sesi çıkmıyor. Kamu emekçileri 10 yıllık mücadele tarihlerinde ekonomik-demokratik haklar açısından en kötü günlerini yaşıyorlar, fakat KESKde ses yok.
Sermaye devleti Ecevit hükümeti ağzından, DİSK ve KESK bürokratlarına, DİSKi ve KESKi bu haliyle dahi tahammül edilemez bulduklarını, bu iki konfederasyona çeki düzen vermelerini söylüyor. Ne DİSKin 28 Şubat sürecindeki işbirliği, ne KESKin son süreçte oynadığı uslu çocuk rolü yeterli görülüyor. Tersine, cezalandırma devam ediyor.
Çünkü sermayenin yürüttüğü saldırı politikaları emek ve sermaye cepheleri arasında bir ara/tarafsız bölgeye izin vermiyor. Saldırı topyekûn ve cepheden bir saldırı. Bir yandan sömürü katmerleşiyor, diğer yandan siyasal-sosyal politikalar (yeniden yapılandırma) uygulanıyor. Bedel ödemeyi göze almayan hiçbir muhalefet bu politikalara direnemiyor. İşte sermaye devleti DİSKe ve KESKe son uyarısını da böylece yapmış oluyor. Saldırı politikalarına tam uyum istiyor. Başbakanın ağzından ilan ediyor: ESKya girmeyen sendikayı yaşatmam! Çalışma Bakanıının ağzından ilan ediyor: F tipine muhalefet eden sendikayı yaşatmam!
Aslında DİSK ve KESK örnekleri, depolitizasyonun emekçi örgütlerini nerelere getirebileceğini göstermesi açısından son derece öğretici.
DİSK 28 Şubatta faşist rejimle tam bir işbirliğine yöneldi, ama bu sermayeyi tatmin etmedi. DİSKten, bünyesindeki tüm devrimci ve ilerici unsurları temizlemesini ve göstermelik bile olsa, kendi ekonomik-politik uygulamalarına direnmemesini istiyor.
KESK, 28 Şubatla birlikte, depolitizasyon propagandasını, devrimci-sosyalist kamu emekçilerini sendika yönetimlerinden uzaklaştırmanın temel aracı yapmıştı. 4 Martta ortaya konulan militan direnişin ardından, KESKin mücadelesi sürekli geriledi, KESK sürekli depolitize oldu. Artık ülkenin temel siyasal sorunları konusunda salonlarda dahi konuşulmamaya başlandı. Çünkü KESKli bürokratlara göre siyaset yapmak KESKi kamu emekçilerinden yalıtıyordu. Ve gelinen noktada KESK sadaka zamlar konusunda dahi eylem yapamaz hale geldi.
Fakat sermaye devleti bunlar yetmez diyor. DİSK ve KESK bürokratlarından, konfederasyonlar içindeki tüm aykırı sesleri temizlemelerini, sermayenin politikalarına tam olarak yedeklenmelerini istiyor.
Faşist devlet toplumsal güçleri kendi politikalarına yakınlığı-uzaklığı temelinde değerlendirmeyi bırakıyor, artık kendi çizdiği çerçevenin içinde olma-olmama ölçütüne göre değerlendiriyor. Çizdiği çerçeve dışındakiler, uzaklık-yakınlık ölçüsüne vurulmadan, aynı muameleye tabi oluyor. Sendikaları ESKda yer alanlar ve almayanlar olarak sınıflandırıyor. Yer almayanları, gerekçeleri çok farklı olsa bile, aynı biçimde cezalandırıyor. Salt F tipi hücre karşıtı gösterilere ve sosyalist aydın Fikret Başkayaya değil, izinsiz gösteri yaptığı için 19 Mayıs Üniversitesinin çoğunluğu faşist-islamcı hocalarına dahi saldırıyor. Faşist devlet tek ölçü dayatıyor: Devletin hizmetinde olmak ya da olmamak! Faşist devlete, aynı anlama gelmek üzere sermaye sınıfına hizmet etmeyenlerin tümü, gerekçelerine bakılmaksızın, düşman ilan ediliyor.
Ecevitin kanun hükmünde kararnamesi, bu faşist zihniyetin hukuksal kılıfı olarak şimdi Çankaya Köşkünde bekliyor. A. Necdet Sezer bu kararnameyi imzalamayabilir, ama asla bu faşist zihniyetin karşısında olduğu için değil. En fazla bunun TBMMden yasa olarak çıkartılmasını, yani bu zihniyetini ambalajlamasını önerecek. A. Necdet Sezer ancak, sınıf hareketinin devletin faşist dikişlerini zorladığı koşullarda, düzenin sırtına giyeceği hakem yargıç cüppesi olacaktır. Kimin adına? Kuşkusuz kendisini oraya getiren sermaye düzeni adına.
Son kararname, sermayenin ve onun faşist devletinin yürüttüğü sınıfsal saldırı programını daha da derinleştirme adımıdır. Fakat diğer yandan yürütülen programın yumuşak karnını da göstermektedir: Bağımsız sınıf hareketi. Kimden bağımsız? Sermaye devletinden ve politikalarından. Bu ihtimal saldırganların uykularını kaçırmaktadır.
Örneğin, F tipi hücrelere karşı yürütülen dar ama ısrarlı çabalar, bugün küçümsenemeyecek bir hücre karşıtı toplumsal bilinç yaratmıştır. Nasıl? Asıl olarak devletin kirli-kanlı yüzünü teşhir ederek. Ve aslında bu yüzün fotoğrafı toplumun bilincinde durmaktadır. Yapılan iş, cezaevleri üzerinden, bu fotoğrafın üzerindeki tortuyu biraz aralamaktır. Sermaye ve faşist devleti kendi açısından son derece zorlu bir dönemden geçmektedir. Dengeler hassas, yollar kırılgandır. En küçük bir sallantının neyle sonuçlanacağını kestirememektedir. Özellikle de işçi sınıfıyla etkileşime girme ihtimali olan her hareketi şiddetle bastırmaktadır. Bu son KHK bunun tipik bir göstergesidir.
Kamu emekçilerinin yıllardır mücadele ederek elde ettikleri kazanımları bir çırpıda yoketmeyi planlayan, işgüvencesini ortadan kaldıran bu KHK karşısında KESKin tavrı ise tam bir zavallılık örneğidir. KESK bürokratları hiçbir ciddi eylem örgütlemedikleri gibi, KHK karşısında devletten medet ummaktadırlar. Cumhurbaşkanına kararnameyi imzalamamasını talep eden fakslar çekilmektedir.
KHK üç tür düşman tarif etmektedir. Şeriatçılar, bölücüler, yıkıcılar. Dikkate değer olan, şeriatçıların büyük ölçüde pasifize edildiği, bölücülerin ise kendi kendilerini pasifize ettiği bir dönemde, 28 Şubat kararları hatırlanmakta ve uygulamaya çalışılmaktadır. Demek ki, şeriatçılar düzene daha fazla eklemlenecekler, bölücüler mevcut teslimiyet platformunda daha fazla derinleşecekler.
Peki ya yıkıcılar kimdir ve ne olacaklardır? Aslında KHKnın temel sorunu budur. Bu KHK kılıcı asıl olarak, yıkıcılar olarak nitelenen öncü, ilerici, devrimci, sosyalist kamu emekçilerini hedef alacaktır. Verili tablo bunu tüm açıklığı ile göstermektedir. Tüm bu unsurları KESKin içinden çekip aldığınızda, geriye ESK kalmaktadır. KHK sahte sendika yasasıyla birlikte uygulandığında, olacak olan budur. KESKten geriye ESK ile telefonlar, faks cihazları, koltuklar ve masalar kalacaktır.
Görev her zamanki gibi devrimci-sosyalist kamu emekçilerinin omuzlarındadır. Son kararname saldırısı sahte sendika yasasından daha önemsiz değildir ve dolaysız bir biçimde ilericileri, devrimcileri, sosyalistleri hedeflemektedir. Böylesi bir durumda seçilmiş yöneticiler de olsalar, icazetçi reformistlerden beklemek, onlardan medet ummak, en hafif deyimiyle saflıktır.
|