ÇHDnin Ankara yürüyüşü:
Savunma hakkına sahip çıkalım!
Çağdaş Hukukçular Derneği, üçlü protokole karşı Barolar Birliğini harekete geçirmek için bir eylem düzenledi. Türkiye genelinde dilekçelerle toplanan imzalar, 30 Haziran 2000 tarihinde Ankarada düzenlenen yürüyüşle Barolar Birliğine götürüldü.
Adliyeden başlayan cübbeli yürüyüş sonrasında TBBnin önünde toplanan avukatlar, içeriye bir heyet göndererek dilekçeleri teslim ettiler. Heyet içerideyken kapıda bekleyen avukatlar Birlik susma, savunmaya sahip çık!, Savunma hakkımız engellenemez! sloganlarıyla Birlikin tavrını kınadılar ve tutum almaya çağırdılar.
Daha sonra Adalet Bakanlığına yürüyen avukatlar polis barikatıyla karşılaştı. Müsteşarla görüşmek üzere yöneticilere izin verilirken, barikatı zorlayan avukatlarla polis arasında itişme yaşandı. Adalet Bakanıyla görüşünceye kadar gitmeyeceklerini söyleyen avukatlar oturma eylemi yaptılar ve Adalet Bakanı istifa!, Polis devleti değil, hukuk devleti! sloganlarını attılar.
Bunun üzerine bakan görüşmeyi kabul etti ve avukatlar barikatı geçerek içeri girdiler. Yapılan görüşmede üçlü protokol ve hücre tipi cezaevleri konuşuldu.
Adalet Bakanı, yürürlüğe konulan protokolün geri alınamaz bir genelge olmadığını, ama avukatların üst araması konusunun mahkemeye intikal ettiği için davanın beklendiği şeklinde bir konuşmayla durumu açıklamaya çalıştı. Görüşmeyi yapan avukatlar, ÇHDnin hücre tipi uygulamasına karşı olduğunu ve tutukluların da buralara girmeyeceklerini belirttiler. Bakan ise hücre tipi değil, oda tipi olduğunu ısrarla vurgulayarak en iyisinin bu olacağını yineledi. Bunun üzerine avukatlar yaşanacak katliamlardan kendisinin sorumlu olacağını ve önceki Adalet Bakanları gibi katliamcı olarak anılacağını söylediler.
Görüşmenin ardından avukatlar; somut bir geri adım olmasa da yararlı bir görüşme olduğunu, mücadele edilirse genelgenin de geri çektirilebileceğini belirtiyorlar.
ÇHDnin Barolar Birliğine verdiği dilekçe metni..
Kendi hakkını savunamayan bir meslek grubunun başkasının hakkını savunma konusunda etkin olması düşünülemez
Türkiye Barolar Birliği Başkanlığına...
Adalet, İçişleri ve Sağlık bakanlıkları tarafından düzenlenerek yürürlüğe konulan protokol ile savunma hakkı kullanılamaz hale getirilmiştir.
(29.01.2000 Tarihli TBB ve 12 Baro Başkanının kamuoyu bildirisinden)
Protokol savunmaya ve meslek onuruna ciddi bir saldırı teşkil etmektedir; bu durumda savunmanın savunulması durumunda kalınmıştır. Bu hükümler ile tam bir sansür uygulaması getirilmekte ve gizlilik ilkesi tamamen yok edilmektedir. Protokoldeki savunma hakkını temelden yokettiğine inandığımız hükümler değişmedikçe yapılacak yargılamalar savunmasız bir yargılama niteliği taşıyacaktır.
(TBBnin 12.02.2000 tarihli genelgesinden)
Protokol savunma ve meslek onuruna ciddi bir saldırıdır.
(TBB genelgesine göre bakanlıklara çektiğimiz fax metninden)
Bu haklı ve doğru tespitlerine katıldığımız birliğimiz ve baroların bu gerekçelerle aldıkları bir dizi eylemden, erteleme adı altında vazgeçildiği görülmektedir.
Savunma hakkını ortadan kaldıran uygulama nedeni ile halen ceza davalarının birçoğu savunmasız ya da eksik savunmalarla yürümektedir.
Bu sebeplerle uygulamanın fiilen kabul edilmesi, meslek onurumuza karşı saldırının kabul edilmesi demektir.
Bu uygulama geri alınmadıkça savunma hakkı var denilemeyeceğine göre, meslek örgütümüzün bu amacı bütün çalışmalarının önünde ve önceliğinde görmesi zorunluluktur. Bu açıdan alınan eylem kararlarının geri alınması ile bizlere meslek örgütümüz tarafından meslek onurunuzun korunması ertelenmiştir denmektedir. Bu tutumun ve geri adımın kabul edilemez olduğu açıktır.
Savunmayı savunmak gerektiğini tespit ettikten sonra bunun ertelenmesi taban tabana zıt yaklaşımlardır. Bu geri dönme kararı ile fiilen savunmanın savunulmasından vazgeçilmiştir. Savunma meslek örgütünün, mesleğin hukukunu korumayı ertelenmek sureti ile vazgeçmesi kabul edilemez bir tutumdur.
Başlangıçta ifade ettiğimiz tespitler doğru, mücadelenin bir gün bile ertelenmesi yanlıştır. Nitekim birliğimizin bu tutumu ile meslek onurunu rencide eden uygulamayı kabul ederek mesleğini icra etmek zorunda kalan meslektaşlarımızın sayısı gün geçtikçe artmaktadır.
Birliğimizin ve baroların bu geri adımı, protokolün de ötesinde bir uygulamaya maruz kalmamıza yol açmıştır. Artık tamamen savunmasız ve sindirilmiş görünen mesleğimize yönelik fiili saldırılar da yapılmaktadır. Kendi hakkını savunamayan bir meslek grubunun başkasının hakkını savunma konusunda etkin olması düşünülemez.
Diğer taraftan eylemlerden vaz geçilmesinin gerekçesi ve yöntemi de asla benimsenemez. Zira hiçbir haklı talebimizden başka bir ödün karşılığında vazgeçemeyiz. Avukatlık yasasının çıkarılması karşılığında eylemlerden vazgeçme gibi açık bir pazarlığın yapılması, kurumumuzu ve bizleri rencide etmiştir. Hiçbir yasanın çeşitli ödünlerle çıkmasını kabul etmeyeceğimiz gibi kendi yasamızın da bu şekilde ele alınmasını kabul edemeyiz. Kaldı ki savunmayı ortadan kaldıran bir işlemin karşılığı hiçbir bedele denk değildir.
Bu nedenle, kararlarda belirtilen eylemlerin ve başkaca etkin girişimlerin ivedilikle hayata geçirilmesini talep ediyoruz.
Helvacı davasını sahiplenmeye çağrı
Bilindiği gibi, 26 Eylülde Ulucanlar Cezaevinde bir katliam yapılmış, bu katliam sonucu 10 devrimci tutsak öldürülmüş, onlarcası da yaralanmıştır. Bu yaralılar hala katliamdan kalma ciddi sağlık sorunlarını taşımaktadırlar.
Ulucanlarda katledilenlerden Habip Gülün cenazesi, İzmirde Helvacı Köyünde çeşitli DKÖ ve yakınlarının kitlesel sahiplenmesiyle karşılanınca, Ulucanlarda katleden devlet bu cenazeye saldırmaktan da çekinmemişti. 70e yakın kişi gözaltına alınıp, 3 gün tutulmuş, çıkarılan mahkeme sonucunda 14 kişi tutuklanarak 3 ay cezaevinde tutsak edilmişlerdi.
Helvacı davası hala sürmektedir. Davanın politik önemi yukarıdaki nedenlerle birlikte, davayı sahiplenmek bir kez daha Ulucanları lanetleme, bir kez daha katledilen devrimci tutsakları sahiplenme vesilesi olduğu kadar, katliamcı devletin teşhiri, yargılanması yönünde bir olanak olmasındandır aynı zamanda. Ayrıca katliam sonrası devam eden katliamla ilgili tek dava durumundadır. Hücre saldırısına karşı koyuşun bir ayağı da bu tür davalardan geçmektedir.
Tüm bu nedenlerle, davada yargılananların düzenli katılımı ve izleyicilerin kitleselliği, devletin bu yüzünü teşhir, bizlerinse meşruluğu anlamına gelmektedir.
Bizleri katledip, sonradan da yargılama cesaretini gösteren devlete en iyi cevabı ancak bu davayı sahiplenerek verebiliriz. Sürecin hücre tipi cezaevleri nedeniyle sıcaklaştığı, Ulucanlar katliamının da bu yönde atılmış bir adım olduğu düşünülürse, dava daha güçlü bir biçimde sahiplenilmelidir. Her davayı, bu uygulamaların teşhiri ve yeni katliamların önüne geçmek için kamuoyu oluşturma aracına dönüştürmenin gerekliliği açıktır.
Davayı sahiplen, katıl, katılımı sağla!
Ulucanlar Cezaevindeki devrimci tutsakların yaptığı açıklamadan:
Ulucanlar Cezaevinde 26 Eylül günü yaşadığımız katliam sonrası, yaralarımız ve rahatsızlıklarımız olmasına karşın tedavi edilmedik. Buradan sürgün götürülen her bir tutsak da öyle. Cenk Eraslan gözünü kaybetti. Cemal Çakmak bu nedenle felç geçirdi. Filiz Gülkokuer, Ulucanlar Cezaevinde ölümle boğuşuyor ve yaşam savaşı veriyor. Girdiği krizlerin birinde Adanadan Ankaraya acil olarak sevkedildi ve ilk müdahalede safra kesesi alındı. Ancak bu aşamadan sonra Ulucanlar Cezaevinde tedavisi sürekli engellendi. Hastaneye sevkedildi, jandarma götürmedi. Hastanede jandarma odadan çıkmadı. Filiz, muayene olamadı, tahlillerini yaptıramadı. Hastanede tedavi edilirken ranzaya zincirlediler, bu onursuz olayı kabul etmedi.
Filiz hastalığına rağmen katliamda bizimle birlikte her türlü işkenceyi yaşadı; 26 Eylülden bu yana hastaneye bir kez sevkedildi. Bu defa jandarma, 17 Ocak 3lü protokolüne dayanarak odadan çıkmadı. Tedaviyi engellemeyi 3lü protokole dayanarak meşrulaştırmaya çalışıyorlar. (...)
Sevinç Şahingöz arkadaşımız için de aynı durum geçerli. Onun da kemik erimesi şüphesine rağmen tedavisi engelleniyor. Tedavisi engellendiği için hastalığının ne kadar ilerlediğinin dahi tesbiti yapılamıyor ve o da ölümle karşı karşıya. Filiz, Sevinç, Cemal ve daha birçokları, Polat İyit, Uğur Hülagi Gürdoğan, Çetin Güreş, Hanım Boran gibi katledilmek isteniyorlar.
Filiz ve tedavisi engellenen tüm devrimci tutsakların Murat Dil gibi çok geç kalınmadan serbest bırakılmaları gerekmektedir. Bunun sağlanması için kamuoyunu duyarlı olmaya ve mücadele etmeye çağırıyoruz.
|