Ekim Gencligi ARSIVKIZIL BAYRAK
 
Ekim 2002
Sayı: 54
 İçindekiler
  Ekim Gençliği'nden...
  Seçim oyununu boşa çıkarmak için görev başına!
  Sermayenin çözümü seçimde, gençliğin çözümü devrimde!.
  Yeni dönem artan sorunlarla başladı
  ODTÜ'de alternatif açılış şenliği örgütledik!
  Yeni dönem çalışması; görev ve sorumluluklar
  Bir Amerikancı düzen partisi olarak CHP
  İÜ açılış şenliklerine kitlesel katılım
  Seçimler, reformist blok ve parlamentarist hayaller
  Geleceğimize sahip çıkalım!
  Emperyalist saldırganlığı ve savaşı durduralım!
  Kürt gençliğine çağrımızdır: Düzenin oyunlarını bozalım!
  ABD'nin savaş hazırlıkları ve Türk burjuvazisinin hesapları
  Ulucanlar: Görkemli bir direnişin adı
  Düzenin "yeni" kahramanları
  Hacıbektaş şenliğinde yoldaşça paylaşım
  Yaz dönemi çalışmamız
  Bu şehir ayağa kalkacak bir gün...
  Üniversitelerde polis, idare ve sivil faşist işbirliğine son!
  Bir emperyalist baskı ve sömürü birliği: AB
  Tüm Filistinli çocuklara...
  Üretime katılmanın önemi
  YTÜ'de dağıtılan bildiriden...
  Okur mektupları



 
 
Bu şehir ayağa kalkacak bir gün...

(Ekim Gençliği’nin yaz çalışması kapsamında fabrikada çalışan
bir yoldaşımızın yaşadıklarından öyküleştirilmiştir...)

Sabah 8:30, sirenler çalıyor. Mavi önlüklerini giymiş genç kızlar, genç erkekler fabrikaya giriyorlar. Saçlar özenle taranmış, yüzlerde sabahın tazeliği var. Ve şakalaşarak, gülerek bandın başına oturuyor kızlar. Düğmeyi çeviriyor birisi ve bant dönmeye başlıyor.

Ben de banda oturuyorum. Banttan bir cetvel geliyor. Alıyorum ve poşete koyuyorum. Sonra onu tekrar banda bırakıyorum. Yanımdakine dönüp baksam, önümde cetveller yığılıyor. Durmamam lazım. Dakikalar, saatler geçiyor. Bant hala dönüyor. Kilometrelerce yol almış olmalı. Yedek işi göze alarak koparcasına ağrıyan belimi tutuyorum. 10 saniye, sadece 10. Hemen yanımdaki uyarıyor “Durmasana, kameradan izliyorlar”. O an bantı izlemekte olan iki kamerayı farkediyorum. Direniyorum. Belimi birkaç saniye daha dinlendirmek istiyorum. O anda bant başının o insanın kulağını tırmalayan haykırışını duyuyorum. “Durmasana be!” Yeniden banda eğiliyorum. Cetveller, cetveller, cetveller... Sonu gelmez bir iş bu! Kendimi kürek cezasına mahkum edilmiş gibi hissediyorum. Dışarıda sıcaklık 38 derece, terden ölüyoruz. “Su” diyebiliyor biri. Banttan kalkmak yasak. Bant başının insafı olursa su getiriyor. Su içek için izin istemek insanın zoruna gidiyor.

Birden sirenler çalıyor. Hep yarım kalan çaydan bir yudum alabilmek için işçiler birbirlerini eziyorlar. Damakta kalan çay tadı ve sonra yine uzun ince yolda sonsuz cetvel akışı... İnsanın cetvel dışında bir şey düşünmesine engel oluyor. Aklımda sadece cetvel ve poşet var. Akşama kadar devam ediyor bu tempo. Aklıma Nazım Hikmet’in bir şiiri geliyor.

“trum tiri tak
makinalaşmak istiyorum,
beynimden etimden iskeletimden geliyor bu”

Hemen karşımda oturan 14 yaşındaki küçük kız gülümsüyor bana. Yanımdakiler de öyle. Aylık yüz milyona bu çocukların kanlarını emen fabrika henüz gülüşlerini çalamamış. Tatile, uykuya hasret kalmış gözlerinden umut okunuyor. Paydosa kadar süren bu tempo hızını bir an olsun kaybetmiyor. Paydos zili çalınca kaçarcasına çıktığımız fabrikada nelerimiz kalmıyor ki, gençliğimiz, alnımızın teri, geleceğimiz... Fabrikanın servisinde sırtımı koltuğa dayadığımda hayatımın en rahat birkaç dakikasını geçiriyorum. Üniversitede olsa asla tahammül edilemez bir atmosfer, ağır ter kokusu insanı hiç rahatsız etmiyor. Yüzler yorgun, bitkin, ama yine de gülüyorlar birbirlerine. Ertesi sabah yine geleceklerini bildikleri halde uzaklaşmaktan mutluluk duyuyorlar bu fabrikadan. Evdeki yemeğin hayalini kuruyorlar. Oysaki pekço&urren;u eve gidip yemek yapmak zorunda. Çünkü bir işçi ailesinde kimsenin dinlenmeye hakkı yok. Doğuştan öğrendikleri ilk şey; çalış, çalış, çalış!

Evlerine dönen işçiler, emeklerini koliler dolusu mala dönüştürmüşler, ama onlar bunun farkında değil ne yazık ki. Onları -bizi- bir bardak suya muhtaç edenler, muhtaçlar emeğimize sömürü düzenlerinin devamı için. Ama onlar farkında değiller bunun. Hiç umursamıyorlar bile o cetvellerin hangi çocuğun kalem kutusuna gireceğini. Bense bugüne dek bir cetvelin insan eli tarafından üretildiğini farketmediğime hayıflanıyorum.

Yabancılaşan sadece onlar değil. Eve dönmek için bindiğim belediye otobüsünde, üzerimdeki gömleğin dikişleri takılıyor gözüme. Gözümün önüne getirmeye çalışıyorum onu diken işçiyi. Sonra otobüsün koltukları, pencereler, cebimdeki bir kutu kibrit, ayakkabılarım, dev gökdelenleri, köprüleri, viyadükleriyle bu koskaca şehir, İstanbul geçiyor bir bir gözümün önünden. Bu şehri inşa eden milyonlar; bir sınıfa mensup milyonlar! Biliyorum bu şehir bir gün ayağa kalkacak. Proletaryanın kızıl bayrağını taşıyacak milyonlar. Yüzümde bu güzel düşünce, başım otobüs camında, huzurlu bir uykuya dalıyorum.

H. Ezgi