Ekim Gencligi ARSIVKIZIL BAYRAK
 
Ekim 2002
Sayı: 54
 İçindekiler
  Ekim Gençliği'nden...
  Seçim oyununu boşa çıkarmak için görev başına!
  Sermayenin çözümü seçimde, gençliğin çözümü devrimde!.
  Yeni dönem artan sorunlarla başladı
  ODTÜ'de alternatif açılış şenliği örgütledik!
  Yeni dönem çalışması; görev ve sorumluluklar
  Bir Amerikancı düzen partisi olarak CHP
  İÜ açılış şenliklerine kitlesel katılım
  Seçimler, reformist blok ve parlamentarist hayaller
  Geleceğimize sahip çıkalım!
  Emperyalist saldırganlığı ve savaşı durduralım!
  Kürt gençliğine çağrımızdır: Düzenin oyunlarını bozalım!
  ABD'nin savaş hazırlıkları ve Türk burjuvazisinin hesapları
  Ulucanlar: Görkemli bir direnişin adı
  Düzenin "yeni" kahramanları
  Hacıbektaş şenliğinde yoldaşça paylaşım
  Yaz dönemi çalışmamız
  Bu şehir ayağa kalkacak bir gün...
  Üniversitelerde polis, idare ve sivil faşist işbirliğine son!
  Bir emperyalist baskı ve sömürü birliği: AB
  Tüm Filistinli çocuklara...
  Üretime katılmanın önemi
  YTÜ'de dağıtılan bildiriden...
  Okur mektupları



 
 
57. hükümetin icraatları...

Geleceğimize sahip çıkalım!

57. hükümet de ülkedeki keskin sınıf çelişkilerinin kurbanı oldu ve yerini emekçilerin gözünde daha az teşhir olmuş bir yenisine bırakmak üzere çöp sepetine atıldı. Halihazırda gerek Türkiye kapitalizminin yapısal sorunları, gerek uluslararası kapitalizmin kuyusunu her geçen gün daha da derinleştiren krizin etkisiyle, son on yılda kurulmuş olan hiçbir hükümet normal süresini dolduramamıştı. Böylece son on yıl içinde yapılan tüm genel seçimler de erken seçim olmuştu. Üstelik emekçi hareketinin baskı ve zor yoluyla kontrol altına alınmış olmasına rağmen yaşanan bu gerçek, düzenin artık emekçilere hiçbir şey veremediğini, dahası bütün yalan kampanyalarına rağmen kitleleri kandırmakta zorlandığının en açık göstergesidir. Sermaye iktidarının tarihsel tükenmişliği ve her geçen gün arbarlaşması, ömrünü uzatmak için taktığı maskeleri de hızla yenileme ihtiyacını doğuruyor.

İşte üç yıl önce düzen cephesinde büyük umutlar yaratarak kurulan, burjuva medyanın cilası ve tüm düzen kurumlarının tam desteği ile “istikrar için tek seçenek” ilan edilen Ecevit başkanlığındaki 57. hükümet de büyük hizmetlerde bulunduğu İMF ve TÜSİAD’ın ortak darbesiyle miadını doldurmuş oldu.

Geriye dönüp 57. hükümetin üç yıllık icraatına bir göz atalım.

Ekonomik istikrar ya da İMF güdümlü
saldırı ve yıkım programı

İş başına gelir gelmez İMF ile yeni bir stand-by anlaşması imzalama telaşıyla işe koyulan hükümet, verdiği niyet mektupları ile kabul ettiği İMF programını uygulamaya soktu. Bu program, kamu ürünlerine yüksek oranlı zamlar yapmayı ve ücretleri sabitlenmeyi gerektiriyordu. Yanı sıra uluslararası tahkim, özel tüketim vergisi, mezarda emeklilik, devlet bankalarının özelleştirilmesi, tarımda sübvansiyon alımlarının asgariye çekilmesi ve sendikalara baraj uygulamasının hayata geçirilmesi programda yer alıyordu. Nitekim bu dönemde işçi ve emekçilerin 500 bin kişilik 24 Temmuz Kızılay eylemiyle yükselmeye başlayan hareket deprem sonrası kırılınca, hükümet bu yasaları birbiri ardına zorlanmadan çıkarabildi.

Emekçilere yoksulluk ve yıkımdan başka bir şey veremeyeceği açık olan bu ekonomik program, İMF’nin yıkıma sürüklediği Arjantin, Şili, Uruguay, Peru, Güney Kore ve benzerlerinde yaşandığı gibi gürültüyle çöktü. Kasım kriziyle sarsılan ekonomi, Şubat’ta hükümetin tüm istikrar histerisini de altında bırakarak yıkıldı. Bu yıkım gerçek bir felaket demekti ve farklı yıkımlar yaşanmadan müdahale edilmeliydi. Bu çığlıkları duyan ABD emperyalizmi stratejik çıkarları gereği yer yer İMF kanalıyla, yer yer de bizzat kendisi müdahale ederek krizin yönetilebilir hale gelmesini sağladı. Elbette bu amaçla verilen yeni krediler emekçilere yeni saldırılar anlamına geliyordu ve saldırı programını yönetmesi için memur olarak Derviş atandı. Zaten yeterince bunalmış olan hükümet, vasisinin direktifleri doğrultusunda görev şkıyla yanıp tutuşan meclise tarihinin en yoğun mesailerinden birini yaptırdı ve 15 günde 15 yasayı çıkarmayı başardı.

Yıkım programını uygulamanın tek yolu olarak
faşist baskı ve terör

Bu dönemde çıkarılan yasaların bir kısmı ekonomik önlemler olsa da, daha önemli bir kısmı krizle düzene karşı öfkesi katlanarak artan emekçilerin tepkisini bastırmaya, en azından kontrol etmeye yönelik düzenlemelerdi. Hükümetin sıradan icraatı haline gelen grev ertelemeleri (fiili olarak yasaklamaları) bu dönemde daha da yoğunlaştırıldı. Öncesinde on işçi sendikasının yetkisini düşürmüş olan hükümet, panzerler, coplar, gaz bombaları ve sendika bürokrasisinin yardımıyla kamu emekçilerinin on yıllık grevli-toplusözleşmeli sendika istemine sahte sendika saldırısını yasalaştırarak yanıt verdi. Yine bu dönem, her türlü eylemin zor kullanarak dağıtıldığı bir süreç oldu.

Fakat krizle daha da keskinleşen sınıf çelişkileri ve servet-sefalet kutuplaşması düzenin istikrar kahramanlarını her geçen gün daha da yıpratıyordu. Ecevit’in ağzından düşürmediği “alternatifimiz yoktur” cümlesi düzenin içine düştüğü aczi ve düzen dışı alternatiflerin yakınlığını kanıtlıyordu. Tek çözüm yolu işçi sınıfını ve emekçileri örgütsüzleştirmek ve emperyalizme uşakça bir bağımlılık idi.

Kosova, Afganistan, Filistin...
Katliam ve savaşlara suç ortaklığı

Bu koşullarda emperyalizme vefa borcunu ödemek ve yeni kredilerin önünü açmak gayretkeşliği ile ABD öncülüğünde dünya halklarına açılan savaşta lejyonerlik misyonunu üstlenen Türkiye, öncesinde Kosova’daki emperyalist müdahale esnasında sunduğu desteği, Afganistan savaşında işgal gücünün komutasını alarak daha da ilerletti. Kendi kirli çıkarları için gençliğin kanının pazarlanması işini başarıyla gerçekleştiren hükümet, böylece içerde uyguladığı şiddet ve terör politikasını halkların kırımında da kullanmış oldu. Yine kardeş Filistin halkının kanında yıkanan siyonist İsrail’le 2000 Haziran’ında Konya’da yapılan ortak tatbikat ve Filistin toprakları işgal altındayken -hem de devletin en yüksek katlarının onayıyla- bir İsrail firmasına verilen tank modernizasyonu ihalesi, Şaron İsrail’inin t&uum;m icraatını onayladığının ve desteklediğinin kanıtı oldu. Zaten insani değerleri hiçe sayan, binlerce insanın ölümünü, çıkarları için ellerini ovuşturarak izleyen burjuva siyasetçilerinden beklenen de buydu.

17 Ağustos, afet değil bilinçli katliam

Hükümetin saldırı yasalarını geçirmek için faydalandığı 17 Ağustos depreminde çoğu kötü koşullarda yaşamaya mahkum edilen emekçilerden oluşan 30 bin insanımızı yitirdik. Kapitalizmin kâr hırsının ve yıllardan beri uygulanagelen politikaların dolaysız bir sonucu olan bu yıkım burjuvazinin ve onun hükümetinin insana verdiği değeri gözler önüne sermiş, yine depremi takip eden günlerde hükümetin yaşadığı çaresizlik bir acz belgesi olarak milyonların belleğine kazınmıştır. Gelen yardımlar ve deprem vergilerinin toplamının 10 katrilyonu bulduğu söylenmekte, fakat deprem bölgesindeki insanların yoksulluğu hala sürmektedir. Bu da hortumlanan bankaların kurtarılması operasyonlarında kullanılan paraların kaynağını gösteriyor. 17 Ağustos ve 12 Kasım’da yaşanan acılara kayıtsız kalan hükümetin aslında kendi sınısal konumunun gereğini yerine getirdiğini Afyon depremi ve sel felaketleriyle gördük. Ezilenlerin acıları üzerine kurulu düzenin varlığını sürdürmek için neleri yapabileceğine bir kez daha tanık olduk.

Hücre duvarları ve yeni katliamlar

Hükümetin katliam ve terör politikaları özellikle zindanlarda devrimci tutsaklara yönelik yoğun bir biçimde kullanıldı. En yetkili ağız konumunda olan Başbakan Ecevit’in “Cezaevlerini ıslah etmeden istikrar programını hayata geçirmemiz mümkün değildir” cümlesinde tüm çıplaklığıyla nedenleri ortaya konulan katliamlarda onlarca devrimci tutsak acımasızca öldürüldü. Ulucanlar, Burdur ve Bergama zindanlarındaki katliam ve katliam girişimlerinin ortak amacı, yaklaşık on yıldır iktidara gelen bütün hükümetlerin programında yer alan hücreleri ve tecridi hayata geçirmekti. Fakat devrimci tutsakların teslim alınamayan iradesi karşısında duraklayan hükümet 2000 yılında artık bu projeyi daha fazla bekletmeyeceğini açıklamıştı.

İşte bu süreçte, 20 Ekim’de TKİP, TKP(ML) VE DHKP-C davasından tutsaklar süresiz açlık grevi direnişini başlatarak bunun kolay olmayacağını gösterdiler. Kasım’da Ölüm Orucu’na dönüşen direniş, dışarda da güçlü bir kitle desteği kazanarak hem af oyununu boşa çıkardı, hem de sonraki dönemin saldırılarına karşı yoğun bir hazırlık yapmış oldu. Nitekim hücreleri hayata geçirmekte kararlı olan hükümet, 19 Aralık’ta kendi İçişleri Bakanı’nın ağzından bir yıldır hazırlandığını söylediği katliamı uygulayarak 22 cezaevine aynı anda saldırdı. Ancak saldırdığı tüm cezaevlerinde dört duvar arasındaki insanların olağanüstü direnişiyle karşılaştı ve 28 devrimciyi katletmesine rağmen direnişi ve devrimci tutsakları teslim alamadı. Direniş hücrelerde de destanlaşarak sürdü. Yine bu günlerdedışarda da darbe dönemlerini aratan bir gözaltı ve tutuklama terörü uygulandı. Bu saldırılarla dışarıdaki eylemliliği kırmış olsa da, 97 devrimcinin şehit düştüğü büyük zindan direnişi devrimci iradenin teslim alınamayacağını ortaya koydu.

Gençliğe yönelik saldırılar ve gençliğin seçimi

Hükümetin emekçilere yönelik saldırılarından gençlik de fazlasıyla nasibini aldı. Kendi geleceğine güvensizliğinden ötürü sermaye sınıfı tarafından her dönem bir tehdit unsuru olarak görülen gençliğin taleplerini bastırmak, onu geleceksizliğe mahkum etmek tüm burjuva hükümetlerin temel görevleri arasında olmuştur. Bu dönemde de İMF-TUSİAD hükümeti bu görevi yerine getirmek için elinden geleni yapmıştır. Gençliği her alanda geleceksizliğe mahkum edenler, gençliğin saldırılar karşısında haklı ve meşru taleplerle mücadele etmesinin karşısına da faşist baskı ve terörle dikilmişlerdir.

Eğitimde fırsat eşitsizliği

Genel saldırıların yoğun bir biçimde etkilediği gençlik, buna ek olarak bizzat kendisine yönelik saldırılarla da yüzyüze geldi. Önceki dönem yaygaralar koparılarak yasalaştırılan 8 yıllık zorunlu eğitim uygulamasının kokusu bu dönemde çıktı. Burjuvazi emekçi çocuklarını geleceğin işçileri olarak yetiştirmek, burjuva unsurlardan oluşan bir grup ayrıcalıklı genci ise yöneticilik için donatan bir eğitime ihtiyaç duymaktaydı. Bu ihtiyacın ürünü olan ve vergi soygunuyla hayata geçirilen yasanın ardından İmam Hatipler bahane edilerek meslek lisesi mezunlarının üniversite hakkı fiili olarak gasp edildi. Üniversite sınavının tek dereceli olması ve AOBP uygulaması ile fırsat eşitsizliği katlanılmaz boyutlara ulaştı. Yapılanlar yetmezmiş gibi 57. Hükümet görevden ayrılmasına az bir zaman kala ÖSS’de yeni değişiklikler yaptı. ınavın adaletsiz yanına hiç dokunmayan bu değişiklikle fırsat eşitsizliği derinleştirildi. Alan dışı bölüm seçenlerin AOBP’si 0.2 yerine 0.3 ile çarpılırken, kendi alanında tercih yapanlarınki 0.5 yerine 0.8 ile çarpılıyor. Böylece tercih yapabilecekleri 4 yıllık bölümlere sahip olmayan meslek lisesi mezunlarının üniversiteye girebilmesi daha da güçleşiyor.

Eğitimin gerici içeriğine kesinlikle dokunulmuyor

Eğitimin Talim Terbiye lisanslı gerici ve şoven içeriğine dokunulmamakla beraber, göz boyama amaçlı bir kısım göstermelik değişiklik yapıldı. İşte bu değişiklikleri nimetten saydırmaya çalışan Milli Eğitim Bakanı Metin Bostancıoğlu’nun 57. Hükümet dönemini eğitim alanında gelmiş geçmiş en başarılı dönem ilan etmesi, tam da eğitimin giderek daha da ticarileştirildiği gerçeğini gizlemek içindir. Yabancı dil eğitimi ilkokullara kadar indirilirken, anadilde eğitim bir hak olarak tanınmadı. Hatta daha da ileri gidilerek bu hak için dilekçe vermek bile suç sayıldı. AB’ye uyum adıyla liseler 4 yıla çıkarıldı, ancak liselerde kullanılan çağdışı müfredat zerre kadar değiştirilmedi. Şu sıralar çokça sözü edilen 4 yıllık lise eğitimi ve sınavsız geçiş uygulamaları dastandardı yükseltmek için değil, işsizlik sorununu en yoğun yaşayan gençliği düzen içinde bir parça daha tutabilmek içindir. Eğitim hala ezbere dayalı ve tarihi, coğrafyayı millileştiren, biyolojide ayetlere başvuran, zorunlu din dersinin varlığını koruduğu bir biçimde sürdürülüyor.

Belki “din kültürü ve ahlak bilgisi” dersinin müfredatındaki göstermelik değişikliklerle ahlak konularının ağırlıklı hale getirilmesi bir başarı sayılacaktır. Ancak burjuvazinin kendi çıkarlar üzerine kurulu iğrenç ahlak anlayışını genç kuşaklara empoze etmesi yalnızca yozlaşmasını hızlandıracaktır. Yapılan bir araştırmaya göre İstanbul’daki liselerde uyuşturucu kullanma oranı %8’dir. Gençliğin gelecek umudunu elinden alan, onu kimliksizleştirmeye çalışan iktidarın yarattığı bu korkunç gerçek karşısında ürkmesi bir yana, düzen bu gerçeği değiştirecek iradeye sahip değildir, onun gençliğe verecek hiçbir şey yoktur.

Bütün bunlara rağmen Bostancıoğlu’nun yaptığı utanmazca açıklamada neyi temel aldığını biz açıklayalım; eğitimin ticarileştirilmesi yolunda dev adımlar atılmış, burjuvazinin ihtiyaçlarına yanıt verecek bir eğitim sisteminin hayata geçirilmesi için büyük bir çaba sarf edilmiştir.

Parasız eğitim yerine polis copu,
soruşturma terörü

Bir yandan ortaöğretim kurumlarında toplanan paraların hem miktarı, hem de kurumsallaşması arttırılmış, bir yandan da rektörlerin sızlanmaları doğrultusunda YÖK yasa tasarısı hazırlanmıştır. Tasarı ile amaçlanan ortadadır. Haraçların 850 dolara çıkarılması karşısında parasız eğitim talebini haykıran öğrenciler soruşturmalar, cezalar, polis ve jandarma terörü ile yıldırılmaya çalışılmıştır. Tuzluçayır Lisesi önünde paralı eğitime karşı basın açıklaması yapan ALGP’li öğrencilere saldırılmış, 6 Kasımlar kana bulanmıştır. 18 Mayıs’ta öğrencilerin önünü kesen polis mücadelenin önüne set çekilemeyeceğini görmüştür. Bu dönem açılan soruşturmaların sayısı itibariyle tüm geçmiş hükümetleri imrendirecek düzeydedir. Hem anadilde eğitim talebine, hem de YÖK yasa taarısına karşı mücadeleye, açılan soruşturmalar müdahale edilmiş, onlarca öğrenci cezalandırılmıştır. Bir önceki hükümetin formasyon hakkını gasp ederek başlattığı saldırıyı, bu hakkını geri isteyen öğrencileri okuldan uzaklaştırarak, atarak tamamlayan 57. Hükümet, okullardaki jandarma-polis-ÖGB işgalini ortadan kaldırmamış, aksine yoğunlaştırmıştır. YÖK’ün ve okul idarelerinin baskıcı uygulamalarına ra¤men sindirilemeyen gençliğin mücadele kararlılığına karşı yargı seferber edilmiş, birçok öğrenciye önemli bir kısmı DGM’den olmak üzere ceza yağdırılmıştır.

Gençliğin seçimi

Özetlersek; liseler soygun kurumlarına dönüştürülürken, genç insanların beyinleri saçma sapan bilgilerle doldurulurken, baskıcı yönetmelikler ve faşist çetelerin hükümranlığı sürerken, çok övünülen yasalara rağmen zorunlu eğitim kapsamındaki çocukların %30’u eğitimden yoksun bırakılırken, başarıdan bahsetmenin tek koşulu hükümetin gençliği sindirme azmi ve kararlılığıdır. Seçimlere girerken hükümette yer alanlar dahil tüm partilerin anti-demokratik bulduğunu söylediği ve kaldırılmasını programa almayı vaat ettiği YÖK, bu anti-demokratik ve baskıcı karakterini daha da geliştirerek, açtığı binlerce soruşturma ile varlığını korudu. Halihazırda herhangi bir burjuva hükümetinin gençliği kontrol altında tutmanın böyle işlevli bir aracını kendiliğnden kaldırmasını beklemek de hayalcilik olurdu. Fakat bir yandan AB’ye uyum adıyla ardı ardına komik yasalar çıkaran hükümetin anadilde eğitim için dilekçe veren öğrencilere soruşturma ve ceza yağdıran YÖK’ün sırtını sıvazlaması, sahnelenen oyunun vahametini göstermesi açısından dikkate değerdir.

Bu hükümet döneminin gençliğe yönelik en temel saldırılarından biri de YÖK yasa tasarısının hazırlanmasıdır. Üniversiteleri sermayenin arka bahçesi, öğrenci ve eğitimcileri de bu bahçenin dikensiz gülleri haline getirmeyi amaçlayan yasa tasarısı hala mecliste bekliyor. Tepkiler ve seçimler dolayısıyla yasalaştırılması geciktiyse de, önümüzdeki dönemin de yakıcı bir sorunu olarak varlığını koruyor.

Yine önümüzdeki dönemde gençliğin gündeminde yer alacak diğer sorunlar da 57. Hükümet döneminde gündeme gelen, artık 58. Hükümet’e devredilmiş gibi görünen savaş ve işsizliktir. Tüm bu sorunların kaynağı düzenin kendisindedir ve hangi elle uygulanırsa uygulansın aynı içeriktedir. Bu gerçeği her dönem bir parça daha kavrayan gençlik seçimini yapmalıdır:

Ya kokuşmuşluk içinde çöküş, ya sosyalizm!