1 Haziran 2007 Sayı: 2007/21(21)

  Kızıl Bayrak'tan
   Seçim aldatmacasına, gerici-saldırgan politikalara karşı devrimci sınıf mücadelesi!
  Ordu savaş çığırtkanlığı ile düzen içi çatışmada yol almaya çalışıyor!
Komünistler seçimlere sınıfının bağımsız devrimci adayları ile katılıyor!
Düzen cephesi, “üçüncü cephe” ve devrim cephesi
Çamurdan“orta direk/sınıf” ve siyaseti üzerine... Yüksel Akkaya
Ülkeyi sınırsızca ABD emperyalizminin kullanımına açanların ikiyüzlülüğü
  Mitinglerde kadın rengi!
  İşçi-emekçi hareketinden.
  Sendikal anlayış tartışmaları ve Birleşik Metal seçimleri üzerine
  Seçimler, sol hareket ve devrimci sınıf çizgisi
  BDSP’nin seçim çalışmalarından.
  “Öğrenci Sömürü Sınavı Kaldırılsın!”
  Sendikal hakları için işten atılan ve direnişe geçen Esen Plastik işçilerine…
  Gençlik hareketinden...
  Dünya işçi-emekçi hareketinden...
  Seçimler ve devrimci yurtsever tavır / II - M. Can Yüce
  Sermayenin seçim oyununu bozalım
  Mücadele postası
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın


 

Düzen cephesi, “üçüncü cephe” ve devrim cephesi

R. Yaren

Seçim sürecinin toplumsal yaşamda giderek önplana çıkması, siyasal alanda bir dizi ittifak tartışmalarını ve buna denk düşen plan ve programları gündeme getirmiş bulunuyor. Ortaya çıkan bu ittifak arayışı ve tartışmaları doğru bir değerlendirmeye tabi tutabilmek için, öncelikle oturdukları sınıfsal zemine, buradan hareketle sundukları programatik temele ve son olarak da hedeflerine bakmak gerekiyor.

Düzen siyaseti tam bir çıkmaz içerisindedir!

Sermaye cephesi seçim sürecine “laiklik-şeriat” ekseninde yaşanan ve ordu-AKP şahsında gelişen gericilik yarışı ile girdi. Gelinen yerde ise burjuva siyasetinde oluşan ittifaklar ve konumlanışlar kendisini büyük oranda bu atmosfer üzerinden ortaya koydu. Bu süreç içerisinde ipleri sermayenin elinde bulunan düzen partileri, yine sermayenin istemleri ve dayatmaları doğrultusunda “seçim birliktelikleri” gerçekleştirdi.

Burada esas olarak vurgulanması gereken nokta, gerçekte “tek bir programa” sahip olan düzen partilerinin kitlelerin beklentilerine yönelik hiçbir çözüm önerisi ortaya koyamadıklarıdır. Zira Türkiye kapitalizminin yapısal sorunları ve emperyalizmle olan bağımlılık ilişkileri buna olanak tanımamaktadır. Liberalinden islamcısına, ulusalcısından sol-sosyal demokratına kadar mevcut tüm düzen partileri bunun bilincindedir ve gelinen yerde hepsi de umudunu, sürekli akıtılan gericilik ve şovenizm zehri üzerinden prim elde etmeye bağlamıştır. Ordunun başını çektiği “laik cephe” tarafından kitleleri fazlasıyla sersemleten şovenist-milliyetçi atmosferden nasiplenmeyi “öteki uçtaki” AKP dahi ihmal etmemiş, öyle ki “M. Kemal’in izinde, burjuva cumhuriyetin bekçiliğini” yaptıklarını ifade etmek için seçim mitinglerini Erzurum, Amasya gibi burjuva, yani Kurtuluş Savaşı’nı simgeleyen illerden başlatmıştır.

Sistemin temel bazı sorunlarına yönelik yaklaşımını emperyalist merkezlerin politikaları ve sermayenin çıkarları üzerinden belirleyen ve esasta düzenin bekası için omuz omuza hareket eden bu partiler arasındaki kavga temelde artı-değerin bölüşülmesi, iktidar rantından en büyük payı kapma temelinde yaşanmaktadır. Aralarındaki tüm öteki sorunlar buna tabidir ve bu temelde bir anlam taşımaktadır. Dolayısıyla seçim sürecinde bu partilerin, kurulan ittifakların ve bütün olarak sermaye düzeninin topyekûn olarak teşhiri büyük önem taşımaktadır. Gericilik üzerinden hesap yapan, işçi ve emekçilere sömürü ve açlıktan başka bir alternatif sunmayan bu partilerin ittifakları da ayrışmaları da, kitlelerin yaşamında yıkımdan öte bir sonuç yaratmayacaktır. Zira tümünün hizmet ettikleri yer tek ve aynıdır.

Öte taraftan mevcut “seçim evlilikleri” düzen siyasetinin bir başka çözümsüzlüğünü işaret etmektedir. Adı geçen partiler defalarca kitlelerin gözünde yıpranmış/yıpratılmış, birçoğu son seçimlerde sandığın dibine gömülmüş partilerdir. DSP son seçimlerden acınacak bir sonuçla çıkmış, bugün ise gerek ordu eksenli “laik cephenin” dayatmaları ile gerekse başka bir şansı olmadığı için CHP ile kol kola girmiştir. Bu birlikteliğin tek umudu, ordu eli ile yürütülen “postallı demokrasi”nin yarattığı faşist-şovenist atmosferdir. Emperyalist-kapitalist sistemin bu tescilli uşaklarının gelinen yerde kitlelerin huzuruna alternatif olarak çıkabilecekleri “laiklik elden gidiyor”dan başka bir argümanı da kalmamıştır. Bunu yine en iyi şekilde “…ekonomik programda bir değişiklik yapmamız söz konusu değildir. Ekonomiye ülkenin istikrarını bozacak bir müdahale yapmayacağız” vb. sözleriyle bu ittifakın sözcüsü Deniz Baykal itiraf etmektedir.

Düzen siyasetinin öteki partileri açısından da durum çok farklı değildir. Hemen hepsi AKP karşısında kendilerini parlatacak herhangi bir söylemden yoksun durumdadır. DYP-ANAP kırması DP adına tek yenilik ise “ittifak eylemleri”dir.

Düzen cephesinde sermayenin müdahaleleri ile gelişen bu ittifaklar, ayrışmalar vb. aslında sermayenin siyaset alanında yaşadığı çözümsüzlüğü ifade etmektedir. Burjuva siyaset alanında yaşan bu gelişmeler kendisini seçimlerin yaklaşması ile birlikte daha da belirginleştirecektir.

Blok arayışı, parlamentarist hayaller ve “üçüncü cephe” tartışmaları

Seçim sürecinde bir başka tartışma süreci ise ufku parlamentarizme hapsolmuş liberal-reformist solun gündeme getirdiği “Üçüncü Cephe”de yaşanıyor. Liberal-reformist solda, isminden de anlaşılacağı üzere, güncel seçim sürecinde zeminini ve konumunu düzen içi kutuplaşmadan “esinlenerek” şekillendiren bir blok oluşturma süreci başlamış bulunuyor. Aslolarak “sınıfa karşı sınıf” tutumunun belirleyici olduğu seçimler gibi bir gündemde, oluşturulmaya çalışılan “üçüncü cephe” ayaklarını nereye basıyor sorusunu sormak anlamlı olacaktır. Düzen siyasetinde yaşanan taraflaşma karşısında kendisini “üçüncü bir cephe” olarak tanımlayanlar öncelikle bunun yanıtını vermelidirler. Zira seçim döneminde bir iddia ortaya koyan her siyasal çizgi, arka planında bir sınıf tutumuna ve onun temsil edildiği bir programa sahiptir.

“Üçüncü cephe” tartışmaları esasta, düzen siyasetinde yer edinmeye çalışan ve kitlelere “parlamenter” bir çözümden öte vaadedecek bir şeyi kalmayan reformist blokun süreçlerinin güncel bir yeni versiyonu olarak gündeme gelmiştir. Düne kadar reformist bloğun asıl harcı olan DTP’nin, geçen yaz gündeme gelen “Zeytin Dalı” tartışmaları sırasında seçim politikasının merkezine “düzen siyaseti içerisinde” bir ittifak arayışını koyması, dahası öncesinde yaşanan blok süreçlerine (ve blok bileşenlerine) belirgin bir mesafe koyması, reformist solda bir “hayal kırıklığına” yol açmıştı. Parlamentoya yönelik hevesleri bir an için kursağında kalan reformist sol, bu duruma fazlasıyla gücenmiş, acı serzenişler bulunmuş, bu beklenmedik durumu kabullenmekte güçlük çekmişti.

Komünistler o günkü tartışmalar içinde bu şaşkınlığın ve serzenişlerin yersizliğini şöyle ortaya koymuşlardı: “... Oysa Kürt hareketinin kendisi bu konuda son derece gerçekçidir ve giderek daha açık konuşmaktadır. Şu sıra Kürt hareketinde ‘Şeytanın Avukatı’ rolünü oynayanlardan biri olan Orhan Doğan’ın, ayakları yerden kesik biçimde kendilerine olmayacak roller atfedenlere nezaketi de elden bırakmayarak hatırlatmaya çalıştığı da bu olmuştu. Aynı şeyi daha diplomatik bir dille ve yine nezaketi elden bırakmayarak şu son günlerdeki röportajlarında DTP Genel Başkanı Ahmet Türk de döne döne dile getirmektedir. DTP yöneticileri, tam da seçime yönelik ittifaklar çerçevesinde, düzen partileri içinden Kürt sorununda bir parça esneklik gösterebilecek muhataplar aramaktadırlar kendilerine. Bunu da bilinçli bir tutumla ‘sol ittifak’ yerine ‘geniş bir demokratik cephe oluşturma’ formülünü tercih ederek dile getirmektedirler.” (Reformist solda ‘zeytin dalı’ heyecanı ve sıkıntısı, Kızıl Bayrak, 2006/26, 8 Temmuz 2006)

Süreç içerisinde Kürt hareketinin bu arayışının pratik olarak boşa düşmesi, dahası Kürt halkına ve özelde DTP’ye yönelik düşmanlığın ve saldırganlığın düzen tarafından kolektif biçimde tırmandırılması, seçim sürecine bağımsız adaylarla girmeye zorunlu kıldı.

Süreç içerisinde Kürt hareketinin bağımsız adaylarla seçime gireceğini duyurması, dahası “üçüncü cephe”ye yeşil ışık yakması, bu çevrelerde meclis düşünü yeniden hareketlendirmeye yetti. Ahmet Türk’ün “Türkiye’de bulunan iki cephenin karşısına üçüncü cephe olarak ortaya çıkmak istiyoruz. DTP olarak Türkiye’deki Kürtler arasında birlikteliği önemsediğimiz gibi demokratik güçler arasında da birlikteliği önemsiyoruz. İrademiz, beynimiz neyi emrediyorsa öyle davranmalıyız” sözleri, aslında güncel olarak ortaya çıkan “üçüncü cephe” tartışmasının hangi zemin üzerinde şekillendiğini de açıklayıcı niteliktedir.

Adı geçen “üçüncü cephe” önceki seçim süreçlerinde gerçekleştirilen reformist blokun güncellenmiş halinden başka bir şey değildir. Tek farkı bağımsız adaylarla seçime girilmesi ve “meclis kapılarının bir nebze aralanmasıdır”, o kadar. Bu kadarı bile reformist çevreleri ve bunun etrafında konumlananları heyecanlandırmaya yetmiştir. Bunu en yalın hali ile Atılım gazetesinin başyazısında görebiliriz: “… Kuşkusuz programatik yönelim, temel talepler için mücadele cephesinin bayrağı olacaktır. Bununla birlikte bayrağı seçim mücadelesinde en önde taşıyacakların; adayların kimler olacağı da önemlidir. Burada hemen belirtmeliyiz ki, adayların belirlenmesinin cephede yer alacak güçler arasında çekişme konusu haline getirilmemesi, özellikle büyük bir önem taşımaktadır. Bunu da ancak doğru bir yaklaşım sağlayabilir. Cephenin seçim taktiğinin bağımsız adaylar bloku biçiminde, genel kabul gördüğü durumda, aday sayısının sıralanacağı gerçeği de dikkate alındığında Kürdistan’da seçimlerin kazanılacağı illerde, Kürt yurtseverleri dışında aday gösterilmesinin talep edilmesi, politik olarak doğru olmayacağı gibi ahlaki de değildir. Diğer yandan, Batı’da kazanma iddiasının oluşturulabilmesi için de aday belirlenmesi önemli bir yerde durmaktadır. Bağımsız Adaylar Bloku cephesinde yer alan kuvvetlerin, ayrı ayrı her birini temsil eden adaylar değil de, herkesin üzerinde birleşebileceği şu ya da bu parti ya da grubu vb. değil de, Cephe’yi temsil edebilecek kapsayıcılıkta adaylar, kazanma iddia ve motivasyonu oluşturmak bakımından da doğru olacaktır. Adayların belirlenmesi söz konusu olduğunda cepheleşme yöneliminin mantığını ve gereklerini ön plana çıkarma üzerinde birleşmek, ilerici-devrimci hareketimiz bakımından anlamlı bir kazanım olur. Seçimlerde izlenecek Bağımsız Adaylar Bloku/Cephesi siyaseti bakımından diğer bir tamamlayıcı unsur ise, cepheye dahil olan bütün öznelerin ortak etkinliklerin, araçların vb. yanı sıra Blok adına kendi isimleri ve simgeleri ile çalışma yapma hakkının kabul edilmesidir. Bu hem değişik siyasi parti ve yapıların kendilerini ifade etmesi bakımından demokrasinin gereğidir, hem de böyle bir hak, her bir öznenin tam bir inisiyatif ve tüm imkanlarıyla çalışmalara katılmasını getireceği için Cephe’yi geliştirici olacaktır. Bağımsız Adaylar Bloku, ilerici, devrimci hareketimiz bakımından kuşkusuz büyük bir deneyim olacaktır. Şimdi burjuva politikanın kriz içinde kıvrandığı koşullar altında, işçi sınıfı ve ezilenler, halklarımız adına büyük düşünmenin ve büyük hesaplar yapmanın tam zamanıdır.

Evet, özelde DTP’nin bu tutumu birilerinde parlamento hevesini depreştirmeye yetmiş, şimdiden “büyük düşünen ve büyük hesaplar yapanlar” kimin “meclise uğurlanacağı” tartışmalarını başlatmıştır. Fakat burada sorun umudunu parlamentoya bağlamış çevrelerin yaptığı küçük hesaplar değildir. Bu, parlamentoyu kendisine kıble edinmiş her yapıda olağan bir durumdur. Burada önemli olan “üçüncü cephe”nin kitlelerin karşısında, temel sorun alanlarına ve bunun çözüm yollarına dair ne dediğidir. Tespitleri, değerlendirmeleri, hedefledikleri ve Atılım gazetesinin başyazısında da değindiği gibi “programatik yönelimi”dir.

Evet tekrar ediyoruz; bu yönelimin ufku parlamentodur, düzen sularına yelken açmaktır. Tekleşmiş programı, siyaseti ve cephesiyle “krizler içerisinde kıvranan” düzen siyasetine “yeni bir çehre” katmaktan öteye bir geleceği de yoktur. Reformizmin gidip gidebileceği son durak burasıdır. Zira, düzen cephesinde işlerin daha da zora girdiği, siyasal ve iktisadi gerilimlerin giderek tırmandığı bir süreçte, devletin baskı ve terörünün azgınlaştığı bir dönemde, toplumun şovenizm ile zehirlendiği, provokasyonların ve katliamların tertiplendiği koşullarda, kitlelerin yüzünü demokratik-parlamenter yola çevirmek, dahası düzen kurumları üzerinden bir çözüm anlayışını hakim kılmak gerçek anlamda reformizmin batağına saplanmaktan öte bir anlam ifade etmeyecektir. Bu, siyasal açıdan tam bir iflastır. Devrim iddiasını taşıyan ve bunu pratik bir konumlanışa konu eden her samimi ve tutarlı siyaset bu gerçeği görmekte fazla zorlanmayacaktır. Zira düzen ve devrim ayrımında “üçüncü cephe” diye bir şey söz konusu olamaz. Bu cephe olsa olsa düzen siyasetinin tekleşen tablosunda “solda” açılan boşluğu doldurma, düzen solunun boşalttığı yere onun dünkü çizgisinden biraz daha sol bir versiyonla yerleşme çabasıdır. Dolayısıyla biz diğer tüm süreçlerde olduğu gibi sorunu iki temel sınıfsal konum ve “cephe” üzerinden ele almak durumundayız.

Seçimler ve “kronik boykotçu tutum”

Buraya kadar düzen cephesinde yaşanan seçim hazırlıklarına ve düzenle daha da ileriden bütünleşme yolunda hızla yuvarlanan reformizmin “seçim politikalarına” değindik. Gelinen yerde devrimci hareketin seçim süreçlerine yönelik politik tutumuna da kısaca değinmek gerekiyor.

Bu çerçevede öncelikle belirtilmesi gereken, devrimci hareketin büyük bir kısmına hakim olan ve esasta iddiasızlaşmanın bir sonucu olarak karşımıza çıkan “kronik boykotçu” eğilimdir. Maalesef devrimci hareketin seçimler üzerinden aldığı bu “tavır”, seçimlerde devrim adına ortak bir tutum geliştirmeyi zorlaştıran bir etken olarak varlığını sürdürüyor. Yıllardır devrimci siyasal güçlerin bu iddiasızlığı ve apolitik tavrı, seçim süreçlerinde ya reformist bloğun arkasından sürüklenmesine ya da sessiz-sedasız süreci izlemekle yetinmesine yolaçıyor. Sonuçta düzen karşısında devrim cephesini parçalı ve zayıf bir tabloya mahkûm ediyor ve reformist sola serbest bir hareket alanı açıyor.

Devrim alternatifini daha güçlü ve bütünlüklü bir şekilde kitlelere taşımanın önünde bir engel olarak duran bu “pasif boykotçu” tutumu aşma sorumluluğu devrimci güçlerin önünde güncel bir sorumluluk olarak durmaktadır. İşçi ve emekçilerin karşısına devrimci bir merkez olarak çıkabilmenin yolu öncelikle “bu bakış ve sorumlulukla hareket etmeyi” gerektirir. Devrimci hareket kendisine olan güvenini tazelemediği, güçsüzlük ruh halinden kurtulmadığı sürece bunu gerçekleştirmesi de mümkün olmayacaktır.

Burjuva gericiliğine ve parlamenter hayallere karşı bağımsız devrimci sınıf çizgisi!

Tüm bu tablo sınıf devrimcilerinin omuzlarına daha büyük sorumluluklar yüklemektedir. Bugün komünistler olarak kendi bağımsız devrimci sınıf çizgimizle bir seçim çalışması başlatmış bulunuyoruz. İşçi sınıfı ve emekçi kitlelerin karşısına sermaye iktidarına karşı bir savaş ilanı olan devrim programımız ve onun ortaya koyduğu mücadele çağrısı ile çıkıyoruz. Bugün her türlü gericiliğin ve sorunun kaynağı olan sermaye düzeni ve onun tüm kurumlarına karşı, yüzünü düzene dönmüş her türlü reformist-parlamentarist anlayışa karşı, devrimin kızıl bayrağını güçlü bir şekilde dalgalandırıyoruz, daha da güçlü dalgalandırmalıyız.

Komünistler olarak, önümüzdeki dönemde devrim cephesini en aktif bir şekilde temsil etme sorumluluğu ile karşı karşıyayız. Elbette bizler bu deneyimden ilk defa geçmiyoruz. Fakat güncel olarak misyonumuzun ve konumumuzun bizlere yüklediği sorumlulukları daha güçlü bir şekilde bilince çıkarmak ve deneyimlerimizden daha etkin bir şekilde faydalanmak zorundayız.

Sınıf devrimcileri olarak bugün tek ve tutarlı çizgiye sahip olmanın bilincini pratik bir çaba ile maddi bir zemine oturtmalıyız. Sınıfı devrime kazanmak için bu dönemi daha etkin ve yoğun bir şekilde değerlendirmek zorundayız. Bunu gerçekleştirecek bir devrimci programa, buna dayanan taktik politikaya, büyük bir birikim ve deneyime sahibiz. Daha önemlisi, bu iddiaya ve özgüvene fazlasıyla sahibiz.


TKP/ML TİKKO gerillaları uğurlandı

27 Mayıs günü Dersim’in Çemişgezek İlçesi Paşacık Köyü’nde TKP/ML-TİKKO gerillalarıyla Türk ordusu arasında çıkan çatışmada, bulundukları evin bombalanması sonucu Hıdır Uğur ve Mahmut Polat katledildi.

Mahmut Polat’ın cenazesi 30 Mayıs günü Gazi Cemevi’nde yapılacak tören sonrası defnedilecekti. Ancak devlet DNA testi bahanesiyle cenazenin İstanbul’a gelmesine izin vermedi. Buna rağmen yoldaşları ve dostları gerçekleştirdikleri yürüyüşle şehitleri sahiplendiler, devletin katliamını teşhir ettiler.

Sabah saat 10.00’da Gazi Cemevi önünde toplanmaya başlayan kitle saat 11.15’te yürüyüşe geçti. En önde şehit düşenlerin resimleri taşındı. Arkasında “Gerillalar ölmez, yaşasın halk savaşı!/Partizan” imzalı pankart açıldı. Peşisıra eyleme destek veren kurumlar yürüdü. “Daima bizimlesiniz, daima sizinleyiz!/ESP” ve “Devrimci irade teslim alınmaz!/KÖZ” pankartları açıldı. Mahmut Polat’ın ailesinin olduğu yere kadar sloganlarla yüründü.

Yol boyunca “Hıdır Uğur yaşıyor!”, “Mahmut Polat yaşıyor!”, “Gerillalar ölmez yaşasın halk savaşı!”, “Devrim şehitleri ölümsüdür!”, “ Bedel ödedik bedel ödeteceğiz!”, “Devrimci irade teslim alınamaz!”, “Marx, Lenin, Mao, önderimiz İbo savaşıyor TİKKO!”, “Katil devlet hesap verecek!”, “Yaşasın devrimci dayanışma!”, “Anaların öfkesi katilleri boğacak!”, “Patron ağa devletini yıkacağız, halk iktidarını kuracağız!” ve “Kürdistan faşizme mezar olacak!” sloganları atıldı.

Mahmut Polat’ın evinin önüne gelindiğinde ilk önce Mahmut Polat ve Hıdır Uğur şahsında tüm devrim şehitleri için saygı duruşunda bulunuldu. Ardından Partizan adına konuşma yapıldı. Şehit düşen gerillaların içinde olduğu evin lav silahlarıyla yakıldığı, devletin bu katliamları ilk kez yapmadığı, iki yıl önce 17’lerin, geçen sene ise Aşkın ve iki yoldaşının katledildiği vurgulandı. Ardından KÖZ, ESP ve Mücadele Birliği adına birer açıklama yapıldı.

Anma boyunca Gündoğdu ve Çav Bella marşları söylendi.

Eyleme BDSP, HÖC, DHP, Mücadele Birliği, Odak, Alınteri, DTP destek verdi.

Anmaya 400 kişi katıldı.

Kızıl Bayrak/İstanbul


“Bir anarşistin kaza sonucu ölümü” yasaklandı!

“Bir anarşistin kaza sonucu ölümü”, Emniyet’in 4. katından atılan anarşistin ölümünün örtbas edilmesini anlatır. Oyun, düzenin bekçileri ve ona bekçilik etmekle akıllılık ettiklerini sananlar ile “deli” sanılanın karşı karşıya gelmesi üzerine kuruludur. Sahne “derin devleti”, faili meçhul cinayetleri, faillerini-katilleri ortaya koyar. Seyirci izler, karşılaştırma yapar, yaşanılan anda varolan ama keşmekeş içinde anımsanmayan, gözden yiten kimi gerçekleri sahnede görür, gerçekliğine ayna tutulmuşçasına sarsılır.

İtalya’da geçen oyun başka ülkelerde defalarca sahnelendi. Türkiye’de de devlet tiyatroları dahil olmak üzere yüzlerce kez izleyici karşısına çıktı. Her sahneleniş izleyicinin konumuna ya da kimler için yapıldığına göre değişti. Kimileri oyunu siyasi içeriğinden tamamen sıyırıp komediye, kimileri deli üzerinden oyunculuk gösterisine dönüştürdü. Ama, az da olsa, sorunun muhataplarına kendilerine dıştan bakma olanağı veren sahneleme deneyimleri de var.

İşte Teatre Jiyana Nu (Yeni Yaşam Tiyatrosu) bu sonuncusunu yapmaya çalışıyor. Oyun hala yasaklı olan Kürtçe’yle ve politik bir içerikle sahneleniyor.

Kızıltepe Kültür ve Sanat Festivali kapsamında sahnelenmek istenen oyuna Kaymakamlık tarafından “Halkın huzur ve güvenliği” gerekçe gösterilerek izin verilmedi. Kızıltepe Kaymakamlığı ve halkın huzuru/güvenliği birbirleriyle nasıl bağdaşır? Halkın güvenliğinden anladıkları nedir? Halkı güvenli bir biçimde yok etmek, yok edilmenin görülmesi, duyulması ama görülmemiş duyulmamış gibi yapılması mı?

Kızıltepe ve Uğur Kaymaz

21 Kasım 2004 Kızıltepe’yi hatırlamak, ne denilmek istendiği konusunda yeterli olacaktır. 12 yaşında babasına yardım eden Uğur Kaymaz vücuduna boşaltılan 13 kurşunla, babasıyla birlikte öldürüldü, kamyonun yanı başında. Yanına bir kaleşinkof konuldu ve “terörist” olduğu ilan edildi. “Bu küçücük çocuk bu silahı taşıyabilir mi?” sorusuna “karanlıkta kocaman adam gibi göründü” cevabı verildi. Öldürenler aleyhine açılan dava uzun bir sürüncemenin ardından, Uğur’u unutmadıklarını söyleyenler tartaklandıktan, çocuk katillerini savunanlar tarafından linç edilmeye çalışıldıktan sonra, 18 Nisan’da sona erdi. Karar: Yargılanan dört polisin beratine...

Uğur’a isabet eden 13 kurşundan dokuzu yakından ateş edilmişti, ve dokuzu da sırtından. Cinayete kaza süsü verilmedi, çoktandır bu topraklarda buna da gerek duyulmuyor. 12 yaşındaydı ama “terörist”ti denildi. Bu topraklarda doğan çocuklar “terörist” doğar zaten.

‘90’lı yıllara damgasını vuran faili meçhulleri hatırlayalım... Kontr-hizbu tarafından ensesinden tek kurşunla vurularak öldürülen yüzlerce kişi, kontrgerilla tarafından öldürülen Musa Anter, Vedat Aydın, Diyarbakır Kulp’da 1993 yılında kaybedilen ve yol işçileri tarafından 2003 yılında toplu mezarları bulunan 13 köylü ve daha niceleri...

Kaza süsü verilmedi çünkü “terörist”tiler. Kürt olmak, bunu yüksek sesle dillendirmek de bu ülkede yeterince büyük bir suçtur.

***

Kızıltepe’de “Bir anarşistin kaza sonucu ölümü” yasaklandı. Bu yasaklamanın arkasında oyunun Kürtçe olması kadar, ondan da öte, gerçekliğin sahnelenmesinden, dışardan izlenmesinden duyulan korku var. Halkın kendi gerçekliğiyle yüzleşmesinden, bunun bir kez daha ortaya dökülmesinden korkulmaktadır. Amaç, faili meçhullerle yüklü tarihin anımsanmasının önünü almaktır. Oysa acı kendini unutturmaz, acı anımsatır. Bundandır ki unutmaktan-unutturmaktan medet ummaları boşunadır!