13 Nisan 2007 Sayı: 2007/14(14)

  Kızıl Bayrak'tan
   Burjuva gericiliği Kürt halkına düşmanlıkta sınır tanımıyor...
Şovenist kudurganlığa karşı Kürt halkıyla omuz omuza!
  Ordu-hükümet çatışması sertleşirken düzenin ipliği de pazara çıkıyor!
14 Nisan mitingi sadece cumhurbaşkanlığı için mi?
1 Mayıs çalışmalarından...
1 Mayıs 2007’yi kaybetmek herşeyi kaybetmek gibidir!.. - Yüksel Akkaya
 DİSK/Genel-İş Sendikası Anadolu Yakası 3 No’lu Bölge Başkanı Veysel Demir ile 1 Mayıs üzerine konuştuk…
  Tekstilde ihanet sözleşmesine geçit vermeyelim!
  “Büyüyen ekonomi” canımız ve kanımız
üzerinde yükseliyor!
  “Sözleşmeli köle olmayacağız!”
  NATO: Bir saldırı, savaş ve iç savaş örgütü - H. Fırat
  Gençlik hareketinden...
  İşçi-emekçi hareketinden...
  Türk ordusu bir kez daha Afganistan’daki işgal güçlerinin komutasını üstlendi!
  Siyonistlerin derdi barış değil yeni
toprak ilhakları!
  Dünyadan...
  GOP’ta cezalandırma!
  ÖSS’ye, paralı eğitime ve geleceksizliğe karşı 1 Mayıs’ta alanlarda olacağız!
  Bültenlerden...
  Ömer, Ramazan, Erdoğan ve Mehmet’in hikayesi
  13-14 Nisan’da gerçekleşecek “GATS, AB Uyum Sürecinde Meslekler Nereye?” sempozyumuna çağrı!
  Mücadele postası
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın


 

Ordu-hükümet çatışması sertleşirken düzenin ipliği de pazara çıkıyor!

Haftalık Nokta dergisi, 29 Mart tarihli sayısında, eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Özden Örnek’e ait olduğu belirtilen “günlük”den bölümler yayınladı. İlk günlerde üzeri örtülmeye çalışılsa da çok geçmeden gündemin baş sırasına yerleşen bu “günlük”, 2003-‘04 yıllarında ordunun kuvvet komutanlarının Genelkurmay’dan gizli olarak darbe hazırlığı yaptıklarını ortaya seriyor. Devlet ve ordu içerisindeki ilişki ve çatışmaların aldığı boyutlara ışık tutan “günlük”, aynı zamanda ordunun bu düzen içerisinde oynadığı rol ile birlikte ordu-medya-STK ilişkilerine de ışık tutuyor.

Dahası “günlük”, sadece tarihin bir döneminde yaşanmış bir olayla da sınırlı değil. Günlüklerin ayrıntısı, bugün yaşanmakta olan düzen içi gerilimlere, mücadelelere ve ilişkilere de açıklıklar getiriyor. Zira sözkonusu olan, hala da bir çözüme bağlanmamış olan düzenin önemli güç odakları, özelde ordu ile hükümet arasındaki mücadeledir. Emperyalist odakların ve tekelci burjuvazinin rolü de hesaba katıldığında, hala devam eden ve bugün Cumhurbaşkanlığı seçimleri şahsında en kritik safhalarından birinden geçen mücadelenin muhtevası iyice aydınlanmaktadır.

Zaten “Günlük”ün ortaya çıkarılması ve yayınlanması da, sertleşen ve artık çatışmalı hale gelen bu kavganın bir sonucudur. Yoksa düzenin ipliğini pazara çıkaran böylesine kapsamlı ve ayrıntılı bir belgenin, düzen kurumlarının baskı ve engellemeleri ile artık yerleşik olduğu iyi bilinen oto-sansüründen geçerek yayınlanabilmesi mümkün olamazdı. Düzen içi çatışma durumu, tarafların birbirlerine karşı ellerindeki silahları kullanmaya zorlamaktadır. “Günlük” öncesinde yine aynı dergi aracılığıyla yayınlanan “Andıç” da esasta bu amaçla kullanılmıştı.

Çatışma sürdükçe ve Cumhurbaşkanlığı seçimleri yaklaştıkça benzer kirli çamaşırların ortaya serilmesi kaçınılmaz olacaktır. Nokta dergisinin Genel Yayın Yönetmeni Alper Görmüş, bu belgelerin kendilerine nasıl ulaştığına dair sorulan sorulara verdiği yanıtta bu gerçeği şöyle ifade etmektedir: “Sonuçta devlet denilen yapı yekpare bir blok değil. Biz gazeteciler de bilgilere böyle ulaşıyoruz. Çünkü devlette sadece kurumlar arasında rekabet yaşanmıyor, her kurumun kendi içinde de çıkar ve güç çatışmaları, düşünce farklılıkları, yarılmalar var. Soruşturma açıldığında, darbe iddialarıyla ilgili başka belge ve bilgiler ortaya çıkacak. Bu bilgiler Silahlı Kuvvetler’in içinden de gelebilir.” (Radikal Gazetesi, 9 Nisan ’07, Neşe Düzel’in röportajı)

Yani “Andıç” da, “Günlük” de düzen içi kavga sonucunda ortaya çıkmıştır, bu kavganın daha da alevlenmesiyle bunları yenileri izleyecektir. Bu mücadele sonucunda düzenin yıpranması ve ipliğinin pazara çıkmasını engelleyecek olan, ya çatışan güçlerin bir ara çözümde anlaşmaya varmaları olacaktır. Ya da çatışan güçlerin iplerini ellerinde bulunduran emperyalistler ve tekelci sermaye, bu gidişe bir dur diyebilir. Gidişatın ne tür bir yön kazanacağını önümüzdeki günlerde göreceğiz.

Bununla birlikte, ordusuyla, hükümetiyle, emperyalisti ve tekelci burjuvasıyla birlikte bir bütün olarak bu çete düzenini yıkmayı misyon edinmiş olan devrimci güçler, durumdan yararlanmak için azami uyanıklığı ve pratik-politik girişkenliği göstermelidirler. Bu kapsamda düzenin ortaya çıkan kirli çamaşırlarını teşhir etmek, böylelikle işçi ve emekçilerde düzen ve devlet gerçeği, onun işleyiş mekanizmaları ve bağlantıları hakkında bilinç açıklığı sağlamak, öncelikle yapılması gerekendir. Bu amaçla, “Günlük”ün ayrıntılarına bakarak, oldukça çarpıcı bir takım noktaları sıralayalım.

Bu noktada konuyu işçi ve emekçiler nezdinde tartışılır kılabilmek için, ordu ve eteklerindeki güçlerin kendilerini savunmak amacıyla sıklıkla kullandıkları bir çarpıtma yöntemine değinmek gerekiyor. Son dönemlerde sıklıkla kullanılan bu dezenformasyon taktiği, ortada duran somut gerçeklerin tartışılmasına set çekecek biçimde, bu gerçekleri “dış güçler” ve “irticacılar”ın komplosu olarak göstermek biçimindedir. Bu taktik daha önce de Şemdinli olayı ve Hrant Dink cinayeti sırasında etkili biçimde kullanılmıştı. Böylelikle ortaya çıkmış bulunan kontr-gerilla devleti gerçeği perdelenebilmiş, tepkilerin önü alınmıştı. Bugün de yapılan aynısıdır. Bunun için ortada duran somut ve reddedilmez gerçekleri perdeleyecek biçimde, “günlük”ün ABD ve Fetullahçılar tarafından Nokta dergisine servis edildiği iddiası öne sürülmekte, tartışmanın ekseni buraya kaydırılmaya çalışılmaktadır. Oysa böyle olsa dahi (ki yukarıda belirttiğimiz gibi bu pisliklerin ortaya serilmesinin kaynağı düzen içi çatışmadır) ortada duran pisliğin sahiplerine ait olduğu gerçeği değiştirilemez. İşçi ve emekçiler gözlerini bu gerçekten ayırmamalı ve çatışan taraflarıyla tüm düzen güçlerinin kendisine düşman olduğu gerçeğini bir an olsun dahi unutmamalıdırlar.

Ortada duran gerçeklere bakıldığında, “Günlük”ün aydınlatmış olduğu tablo şöyle izah edilebilir. 2003-04 yıllarında, AKP’den ve onun “anti-laik” olarak tanımlanan icraatlarından ve Annan planının referanduma sunulmasıyla kritik bir aşamada bulunan Kıbrıs’taki gelişmelerden rahatsızlık duyan ve dönemin Genelkurmay Başkanı’nın da AKP ile işbirliği yaptığı kanaatine varan generaller (ordunun emir komuta zincirinde Genelkurmay başkanından sonra gelen kara, hava, deniz ve jandarma komutanları) bir darbe tezgahlamaya girişirler. Bu tezgahta başı Jandarma Genel Komutanı Şener Eruygur (bugün ADD başkanı) çekmektedir. Darbeci generaller sık sık (bazen gün aşırı) toplantılar yapmakta, bu toplantılarda durumu değerlendirmekte ve darbenin yol haritasını oluşturmaya çalışmaktadırlar. Bu “çalışmalar” sonucunda bir plan da hazırlanır. Bu plana göre “Sarıkız” adı verilen darbe, sendika yöneticileri ve üniversitelerin kullanılarak kamuoyu oluşturulması, medyayı kontrol etmek üzere medya patronlarıyla ilişkiler kurulması, kendilerine karşı durması halinde Genelkurmay başkanının istifaya zorlanması ve devlet yönetiminin kontrolünün ellerine alınması gibi aşamalardan oluşmaktadır. Anlaşılan o ki, ordunun darbe planlayan bu kanadı devletin elden gittiği korkusuyla (aslında bir takım ayrıcalıklarını koruma telaşı da denebilir buna), yeni bir 28 Şubat planlamıştır. 28 Şubat diyoruz, çünkü burada ifade edilenler, 28 Şubat “post-modern darbesi” sırasında da yaşanmıştır.

Fakat darbeci generallerin bu planı suya düşer. Çünkü ilk olarak darbelerine meşruluk sağlayacağını düşündükleri Annan planı suya düşmüştür. İkinci ve asıl olaraksa durumun farkına varan Genelkurmay’ın müdahalesi gelmiştir. Bu müdahaleyle birlikte darbe tezgahının içinde bulunan generaller arasında bir çatlak ortaya çıkmış ve Kara Kuvvetleri Komutanı ile “Günlük”ün sahibi Deniz Kuvvetleri Komutanı saf değiştirmiştir. Aslında durumun bu hale varmasının daha temeldeki nedenini “Günlükçü” general oldukça özlü biçimde özetlemektedir: “ABD’ye rağmen bu işlem olmaz”!

Diğer taraftan, bir darbenin olmazsa olmaz bir diğer şartı da, gerçek iktidar sahibi tekelci burjuvazinin onay ve desteğini alabilmektir. Bu gerçeğe dayanarak hareket eden generaller Rahmi Koç’la yaptıkları görüşmeden de elleri boş ayrılırlar. Böylelikle umutları iyice tükenir. Fakat bu da darbe yapmakta kararlı olan Jandarma Genel Komutanı Şener Eruygur’u durduramaz. Bu general “Sarıkız”ın suya düşmesi üzerine bu kez de bilgisayar grafik çizimleriyle ayrıntılandırdığı ve “Ayışığı” adını verdiği bir darbe planı yapar. Ancak “Günlükçü” generalin belirttiği şartlardan yoksun olduğu için, bu planın suya düşmesi de kaçınılmaz olacaktır.

Belirtmek gerekir ki, AKP karşısında rahatsızlık duyanlar sadece darbe tezgahlayan generaller değil bir bütün olarak ordudur. Zaten “Günlük”te AKP karşısında politika geliştirmek üzere Genelkurmay nezdinde bir dizi toplantı yapıldığı ve AKP’ye baskı kurmak amacıyla bir dizi karar alındığı da anlatılmaktadır. Fakat darbe tezgahlayan generaller bunları yetersiz görmekte ve çok daha sert tedbirlere başvurmak istemektedirler. Ancak emperyalistler ve tekelci burjuvaziyle çok daha doğrudan (emir-komuta düzeyinde) ilişkileri olan Genelkurmay başkanlığı destur vermediği içindir ki, girişim başarılı olamamıştır.

Ayrıca belirtelim ki, her ne kadar darbe girişimine gerekçe olarak Kıbrıs ve AKP’nin irticai faaliyetleri gösterilse de, esasında “Günlük”ün genel havasından ve yer yer kullanılan bazı sözlerden, ordunun esasında kurulu düzende sahip olduğu ayrıcalıkları kaybetme telaşı içerisinde olduğu gözlenebilmektedir. Örneğin daha sonra “Günlükçü” generalin yerine Deniz Kuvvetleri Komutanı olan Faruk Cömert’in Genelkurmay’da yapılan toplantıda söyledikleri son derece çarpıcıdır: “AKP yerel seçimleri kazanırsa amacına ulaşabilmek için batıya daha fazla taviz verebilir, dolayısı ile haklarımızı kaybedebiliriz.”

Bu, bugün sürmekte olan düzen içi çatışmanın muhtevasına da ışık tutmaktadır. Diğer taraftan, ayrıntısı verilen darbe planlarına bakıldığında, bugün sürmekte olan çatışmada tarafların yürüttükleri karşılıklı hamlelerin ve bu hamlelerde piyonluk yapanların davranışlarının içeriği de anlaşılır hale gelmektedir.

Tüm bunlar, işçi sınıfının, ordusuyla, hükümetiyle, işbirlikçi burjuvazisiyle ve arkasındaki emperyalizmle bir bütün olarak bu düzene karşı mücadeleden başka bir yolunun olmadığını göstermektedir.