6 Nisan 2007 Sayı: 2007/13(13)

  Kızıl Bayrak'tan
   Emperyalizme, faşizme, şovenizme ve kölece yaşam koşullarına karşı
1 Mayıs’ta alanlara!
  Liberal aydınların meclis düşleri
Sermaye oligarkları aylar sonra seçilecek hükümetin “yol haritasını” bugünden çizdi…
TÜİK’in 2006 yılına ait ekonomik verileri üzerine...
1 Mayıs tarihi ve “ruhu” üzerine... - Yüksel Akkaya...
 Sömürü ve kölelikten kurtulmak için
1 Mayıs’ta alanlara!
  1 Mayıs üzerine DİSK/Birleşik Metal İşçileri Sendikası Genel Örgütlenme Sekreteri Özkan Atar ile konuştuk….
  1 Mayıs ‘77 katliamını yaşayan devrimci bir işçi anlatıyor…
  İşçi-emekçi hareketinden...
  Büyükanıt’ın Harp Akademilerindeki konuşması ve düzenin dış politikası...
  ABD’nin desteklediği “barış”tan Ortadoğu’ya hayır gelmez
  ABD, İsrail ve İran - Abu Şehmuz Demir
  İran’a yönelik kuşatma halkları köleleştirme saldırısının devamıdır...
  Filipin devleti ve emperyalist suç ortakları Daimi Halk Mahkemesi’nde yargılandılar!
  Gençlik hareketinden...
  Kızıldere anmalarından...
  Traji-komik oyun, “yeni” perdelerle oynanmaya devam ediyor..- M. Can Yüce
  Sosyal yıkım saldırılarına karşı mücadeleye!
  Günlük Kızıl Bayrak sitesi Mart ayı rakamları...
  Demirel’in çağrısına yanıt:
  Mücadele postası
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın


 

Büyükanıt’ın Harp Akademilerindeki konuşması ve düzenin dış politikası...

Amerikan emperyalizmine kölece bağımlılık ve pişkince ikiyüzlülük!..

Genelkurmay Başkanı Büyükanıt’ın Harp Akademileri’nde yaptığı konuşma medya mensupları davet edilmeksizin yapılmıştı. Bu nedenle orada nelerin konuşulduğu, ordunun başındaki adamın ne içerikte bir konuşma yaptığı, başlangıçta kamuoyunun bilgisi dışında kaldı. Fakat çok geçmeden özellikle yandaş ya da hizmetteki kalemler eliyle konuşma parça parça ve belli mesajlar özellikle öne çıkarılarak sızdırıldı.

Bu kapsamda Büyükanıt’ın tartışma yaratan görüşlerinden biri de, Özal dönemindeki Irak politikasını yanlış olarak nitelemesi, bugün Güney Kürdistan’da yaşanan devletleşmeye bu dönem yapılan yanlışların yol açtığını belirtmesi ve bir anlamda sermaye düzeni hesabına özeleştiri vermesiydi.

Büyükanıt “Kuzey Irak”ta bir Kürt devleti kurulmasıyla bağlantılı olarak şunları söylüyor:

“Bugün ürettiğiniz çözümler yarınlara sorun olarak yansıyacaksa, bu büyük bir yanılgıdır. Bugün karşımızda bulunan birçok sorunun, geçmişin yanlış çözümleri olduğunu kabul etmemiz gerektiğine inanıyorum. 1991 yılında Irak’ta 36’ncı paraleli çizip ona destek vererek Kuzey Irak’ta bugünü yarattığımız bir gerçektir. Kendi yaptığımız hataları da başkasına yükleme şansımız yoktur.”

Burada doğal olarak akla hemen şu soru gelmektedir: Türkiye’nin, İncirlik Üssü’nün bu amaçla kullanılmasına ve Çekiç Güç’ün Türkiye topraklarında konumlanmasına izin vermesi, bütün hükümetlerin de ordu ağırlıklı olan MGK’nın “tavsiyeleri” üzerine bunu yıllarca her altı ayda bir meclise onaylatması, ordu ve ABD emperyalizmi arasındaki “yapısal ilişki”nin bir sonucu değil miydi?

Elbette Özal dönemindeki dış politika da tıpkı bugünkü gibi büyük ölçüde ABD emperyalizminin bölge planlarına endeksliydi ve buna dönemin hükümeti kadar ordu da destek veriyordu. 36. paralel sınırı ABD’nin isteğiyle çizildi. Türkiye, 36. paralelin kuzeyinde kalan Kürt gruplarıyla ABD çıkarları öyle gerektirdiği için belli ilişkiler kurdu. Gene Çekiç Güç, ABD’nin bölgedeki çıkarlarını koruma altına almakla görevliydi. Türkiye’deki askeri üsler Çekiç Güç tarafından sınırsızca kullanıldı. Tıpkı bugünkü gibi.

Ve Körfez krizi ile birlikte, Amerikan emperyalizminin doğrudan teşviki ve yönlendirmesiyle, dönemin Cumhurbaşkanı Özal aracılığıyla “aktif dış politikaya geçiş” tartışması gündeme getirildi. Bu tartışma, Cumhuriyet döneminin içe kapanık, pasif, aşırı temkinli olarak sunulan geleneksel politikasının artık döneme ve Türkiye’nin ulaştığı gelişme düzeyine uymadığı, bu nedenle terkedilmesi gerektiği argümanına dayandırılıyordu. Varşova Paktı’nın dağılması ve Sovyetler Birliği’nin çözülmesi ortaya tümüyle yeni bir durum çıkardı. Amerikan emperyalizmi bu dağılma ve çözülmenin yarattığı boşluğu kendi çıkar ve ihtiyaçlarına göre doldurmaya yönelerek bölgedeki en sadık işbirlikçilerinden olan Türkiye’ye de bu çerçevede yeni roller biçti. Özal’ın temsil ettiği, en Amerikancı çevrelerde yürütülen “aktif dış politikaya geçiş” tartışması da bunun bir ürünüydü.

ABD emperyalizmi, Türkiye’yi Körfez savaşına bizzat sokmak istiyor, dahası Musul ve Kerkük petrollerinden pay vaadederek onu kendi çıkar ve planları çerçevesinde Irak Kürtleri’ni kendi himayesi altına almaya özendiriyordu. Bunu Türkiye’deki Kürt sorununun Türk burjuvazisinin çıkarlarına en uygun çözümünün de bir yolu olarak sunuyordu. Özal’ın tümüyle angaje olduğu bu politika, o dönem için ABD’nin istediği sonuçlara ulaşamadı. Türk devleti Irak’a yönelik savaşa doğrudan katılmadı. Ambargoya katılmakla ve Türkiye topraklarının Amerikan emperyalizmi tarafından saldırı üssü olarak kullanılmasına rıza göstermekle yetindi.

Daha önce özellikle Özalcılar tarafından temsil edilen “aktif dış politika” yönelimi daha sonra Türk burjuva gericiliği için genelleşti, bu konuda bir “milli mutabakat” sağlandı. Dahası bu yeni yönelim, sözde “bölgesel güç” olarak, Türkiye’nin üstlenmekten artık kaçınamayacağı sorumlulukların gereği olarak sunuldu. Körfez savaşı sırasında Özal’ın aşırı Amerikancı maceracı çizgisine bir ölçüde mesafeli duranlar, bundan kısa bir süre sonra “Özalcı vizyon”un yeni hararetli savunucuları oldular. Böylece Türkiye’yi kendini çevreleyen kriz bölgelerinde ABD’nin taşeronu ve gerektiğinde müdahale gücü olarak hareket etmeye götüren yeni süreç başlamış oldu.

Kuşkusuz, “aktif dış politika” tartışmalarının olduğu gibi “bölgesel güç” iddialarının arkasında da bir kez daha bizzat ABD emperyalizmi vardı. Bu söylemler ve bu çerçevede Türkiye’ye yüklenen misyonlar bizzat onun teşviki ve yönlendirmesinin bir ürünüydü. ABD, Türkiye’yi çevreleyen ve kendi stratejik çıkarları bakımından hayati önemde gördüğü kriz bölgelerine müdahalede, Türk devletini etkin bir güç olarak kullanmak istiyordu. Türkiye’nin “bölgesel güç” payesiyle ödüllendirilmesi ve bu role özendirilmesi de tümüyle bu ihtiyaçla bağlantılıydı.

Elbette, Türk dış politikasının ne olduğunu ve nasıl belirlendiğini anlamaya çalışırken, Türkiye’deki burjuva sınıf egemenliği, buna dayalı burjuva devleti gerçeği gözden kaçırılmamalıdır. Burjuvazi ve onun devleti, iç ve dış politikayı şekillendirmekte ve belirlemektedir. Yine gözden kaçırılmaması gereken bir diğer temel etken de, Türk burjuvazisinin emperyalizme göbekten bağlı bulunduğu, dolayısıyla Türk dış politikasının bütün temel unsurlarını emperyalizme bu bağımlılığın belirlediği gerçeğidir. Özenle altı çizilmelidir ki, Türk burjuvazisinin izlediği dış politika çizgisi temelde ABD emperyalizmi tarafından belirlenmekte, temel tercih ve yönelimler buna göre şekillenmektedir. Çünkü, Türkiye emperyalizme iktisadi temel üzerinde çok yönlü, çok boyutlu bağımlı bir ülkedir ve bugün Amerikan emperyalizminin köleci egemenliği altındadır. Türkiye NATO üyesidir ve bu üyeliğin NATO hizmetinde savaşa girecek bir sadakat düzeyinde olduğunu defalarca göstermiştir. Türkiye’nin dört bir yanı NATO ve ABD askeri üs ve tesisleriyle kaplıdır. İhtiyaca göre ABD emperyalizmi Ortadoğu halklarına karşı bu üsleri dilediğince kullanabilmektedir.

Kısacası Türk dış politikası, Özal vb. kişilerle ilgili bir durum değildir. Onu emperyalizmin ve işbirlikçi burjuvazinin çıkar ve ihtiyaçları belirlemektedir. Tersi bir yorum, gerçeklerden kopuk idealist bir bakışaçısının ürünü olacaktır.

Gerici bir burjuva sınıf devleti olarak Türk devletinin kendi özel çıkar, ihtiyaç, kaygı ve hasaplarından kaynaklı kendine özgü tutumları bulunsa da, bu kendini dış politikada da belli sorunlar ve tutumlar üzerinden gösterse de, bu özgül sorunlar, temelde bağımlılık ilişkileri tarafından belirlenen temel tercihleri ve yönelimleri değiştirmemektedir. Türkiye’nin dış politikasını temelde hep emperyalizme bu bağımlılık ilişkileri, bu ilişkilerin çıkar ve ihtiyaçları belirlemektedir. Ayrıca, Türk burjuvazisinin yaşadığı palazlanmaya bağlı olarak beliren yeni çıkar ve ihtiyaçları, iç ve dış politikada da yeni tercih ve yönelimlere neden olmuştur. Türkiye kapitalizmi gelişmiş, Türk burjuvazisi, aşırı bir iç sömürü ve soyguna dayalı sermaye birikimi içinde sürekli palazlanmıştır. Bu birikimin yarattığı yeni ihtiyaçlar kadar, dünyada devrim ve sosyalizm dalgasının yarattığı sınıfsal korku da burada temel bir rol oynamıştır. Bu ihtiyaçlar ve korkular, aynı zamanda Türk burjuvazisinin dünya emperyalizmiyle yeni düzeyde bir bütünleşme ve bağımlılık ilişkisinin zeminidir.

Şayet generaller Özal dönemindeki politikaların yanlış olduğunu düşünüyorlarsa ve bu düşüncelerinde samimi iseler, Türkiye’nin bugünkü dış politikasının ya da hiç değilse Irak politikasının ABD’nin dümen suyunda belirlenmemesi, generallerin buna karşı çıkması gerekmez mi? Ama bilindiği gibi durum öyle değildir. ABD emperyalizmiyle kurulan çok yönlü ve köklü kölelik bağları buna engel olmaktadır. Bu kölelik bağlarının sürdürücüsü durumundaki uşak takımının en başında ise generaller gelmektedir. Bugün “kapıkulu değiliz” diyerek ordunun siyasal iktidardaki ağırlığını vurgulayan Amerikancı generaller takımı, Türkiye’nin emperyalizmle ilişkileri üzerine en ufak bir tartışma dahi yapmıyor, yapamıyor. Tersine, bu bağımlılığın askeri ve siyasal simgesi durumundakı NATO ve Pentagonla ilişkilerin en hararetli savunucusu ve fiili yürütücüsü bizzat generallerdir. Yakın zamanda güncelleştirilen ve aynı zamanda generallerin siyasal yaşam üzerindeki egemenliklerinin çerçevesini de oluşturan “Milli Güvenlik Siyaset Belgesi”ne, “ABD ile ilişkiler tarihseldir ve çok yönlüdür” temel görüşünü yerleştiren ve bunu “NATO’daki rolümüzü korumalıyız, NATO’nun farklılaşan siyasetinde yerimiz olmalı” temel hükmü ile birleştiren, tüm öteki işbirlikçilerden çok bizzat onlar değil mi? Son güncellemesinde (2005 yazı) “Türkiye’nin ABD ile ilişkileri Orta Asya, Balkanlar, Güney Kafkasya, Ortadoğu politikaları bakımından stratejiktir. Bu konularda işbirliği, dayanışma Türkiye’nin çıkarınadır.” diyen aynı “Milli Güvenlik Siyaset Belgesi”, herkesten çok onların dayatması değil midir?

Bugün Türkiye’nin ekonomisi ve maliyesi aylık olarak emperyalizm tarafından denetleniyor ve bu her türlü tartışmanın dışında tutuluyor. Bu ilişkilerde en ufak bir pürüz yok. Yeri geldiği zaman Kürt sorunu üzerinden ABD’ye ters düşen Türk ordusunun İMF ve Dünya Bankası politikalarına temelde bir itirazı yok. Türkiye’nin her tarafı NATO ve ABD emperyalizminin üs ve tesisleriyle donatılmış, emperyalizmin ülke toprakları üzerindeki bu muazzam askeri varlığı bir dizi açık-gizli anlaşmayla güvenceye alınmış, bu konuda da en ufak bir tartışma yok. Türkiye’nin iktisadi ve sosyal politikalarını nasıl oluyor da emperyalist kuruluşlar belirliyor diyemiyorlar.

Burada emperyalizme uyumdan da öte bir uyduluk sözkonusu. Eğer emperyalizmin izlediği politika devrime karşıysa, halklara karşıysa, onların bu noktada en ufak bir sorunu olmuyor emperyalizmle. Devrimci gelişmelere ve halklara karşı gerekli olan neyse, emperyalizmin çıkarları doğrultusunda onlar da bunu yapıyor. Komşu ve ezilen halklara müdahale mi gerekiyor, müdahale ediliyor. Bu iş için Türkiye bir askeri üs işlevi görebiliyor. Ortadoğu halklarına karşı İsrail’le mihver kurmak mı gerekiyor, Türkiye o mihveri kuruyor ve bu girişimin başını da tüm hükümetleri devre dışı bırakacak kadar bizzat Türk generalleri çekiyor. Öyle ki son konuşmasında Büyükanıt, işgalci ABD ve NATO’nun destek gücü olarak TSK’nın Afganistan’da bulunmasından ve oradaki diğer işgalci güçlerin Türk askerlerinin işaretlerini takmasından övgüyle söz edebilmektedir.

Geçtiğimiz günlerde askeri ilişkiler konusunun ön planda olduğu, Amerikan-Türk Konseyi’nin 2007 toplantısında ABD Genelkurmayı İkinci Başkanı Amiral Edward Giambastiani’nin burada yaptığı konuşmada şunları söyledi:

“İki ülke arasındaki ilişkilerin temelini ABD ve TSK arasındaki ilişki oluşturmaktadır. Yaşanan sorunlara rağmen bu sağlam temel yerli yerinde durmaktadır. Var olan sorunlar ise daha çok taktiklerle ilgilidir.”

Bu sözler, ABD ve TSK arasındaki “reel çerçeve”yi hiçbir tartışmaya yer bırakmaksızın bütün açıklığıyla ortaya koymaktadır.

Giambastiani’nin söz ettiği “taktik sorunlar”a gelince... Emperyalizmin ve işbirlikçi Türk burjuvazisinin genel ve bölgesel çıkarlarına uygun düşen her konuda, Türk dış politikası kural olarak emperyalizmin paralelinde, denetiminde ve hizmetindedir. Sorun daha çok, emperyalizmin genel bölgesel çıkar ve tercihlerinin Türk burjuvazisinin çıkar ve kaygılarını gözetmediği durumlarda kendini göstermektedir. Örneğin bu, Irak’taki Kürt bölgesi, yani Güney Kürdistan sorunudur. Körfez savaşından beri ABD emperyalizminin Irak’ı bölüp parçalamaya dayalı bir planı var. Böylece bu ülkeyi daha kolay denetim altına almayı, Irak’ın zengin petrol yataklarına el koymayı, bu arada siyonist İsrail için önemli bir engeli ortadan kaldırmayı hesaplıyor. Bu plan çerçevesinde, Irak’ın kuzeyinde kendisine her açıdan bağımlı bir Kürt devleti kurmak istiyor. Bu plan, burjuvazi adına ülkeyi yöneten Türk generallerini rahatsız etmektedir. Böyle bir gelişmenin Türkiye’deki Kürt sorununu azdıracağını, birleşik Kürdistan düşüncesine güç kazandıracağını, bunun ise Türkiye’nin bölünmesi sürecini kolaylaştıracağını düşünüyorlar. Böyle düşündükleri içindir ki, ABD emperyalizminin bu alandaki politika ve uygulamalarından rahatsızlık duyuyorlar. Bu nedenle, ABD Irak’ı fiilen bölmeye çalışırken “Irak’ın toprak bütünlüğü”nü vurguluyorlar.

Bugün ABD emperyalizmi, her soruna olduğu gibi Kürt sorununa da kendi genel bölgesel çıkar, ihtiyaç ve hedefleri üzerinden bakıyor. O, bağımlı bir Kürt devleti yoluyla kendine yeni bir alan açmaya, Ortadoğu’da yeni bir stratejik üs yaratmaya çalışıyor. Burada, bu çerçevede atacağı adımların bölgedeki şu veya bu devleti nasıl etkileyeceği temelde onu çok da ilgilendirmiyor. Bu ülke Türkiye gibi bölgede kendisine son altmış yıldır sadakatle hizmet eden bir ülke olsa bile. En fazlasından duyulan kaygıları yatıştırma yoluna gidiyor. Ama ABD emperyalizminin kendi hesap ve ihtiyaçları üzerinden bakarak atmaya çalıştığı adımlar, Türkiye’nin yönetici güç odakları için ciddi sorunların zemini, ciddi korku ve kaygıların nedeni olabiliyor. Kuşkusuz ki, “Irak toprak bütünlüğü” konusunda gösterilen hassasiyetin gerisinde, Kürt halkının her türlü ulusal hakkının kesin bir biçimde inkarı yatmaktadır. Fakat bu hassasiyet, ABD emperyalizmine hizmetin önünde bir engel teşkil etmemektedir. Türkiye’yi yöneten işbirlikçi uşak takımı, bu hizmetin karşılığı olarak emperyalist efendilerinden “Kuzey Irak hassasiyeti” konusunda bir parça anlayış dilenmektedirler. Hepsi bu. Burada emperyalizme karşı zerre kadar bir tutum söz konusu değildir.

Bugün de bu yılın ilk günlerinde MİT’ten yapılan “aktif dışı politika çağrısı”yla, Türkiye’den en başta Güney Kürdistan ve bağlantılı sorunlar olmak üzere dış politikada değişiklik yapılması istenmektedir. Dışişleri Bakanı ve Genelkurmay Başkanı’nın ABD ziyaretlerinde de bu konuların konuşulduğu, ABD ile yeni bir konsensus sağlanmasında hayli ileri adımlar atıldığı anlaşılmaktadır. Ordusuyla, hükümetiyle ülkeyi yönetenler, “kırmızı çizgiler” politikasıyla Güney Kürdistan’da Türkiye’nin bir mesafe almasının imkansızlığını görmekte, giderek ABD’nin bölge stratejisine uyum sağlayan bir çizgiye girme zorunluluğunu anlamaktadırlar. Onlar, başlıca dış politika konularında sorun haline gelen geleneksel dış politika çizgisi değiştirilmediği sürece bu sorunların daha da büyüyeceğini görmektedirler. Elbette bu eğilim, son 60 yıllık gelenekselmiş Türkiye-ABD ilişkilerinden beslenmektedir. Açıktır ki, bu yeni yönelim, ABD’nin GOP stratejisine bağlanmayı kolaylaştıracaktır. Büyükanıt’ın “özeleştirisi”ne bu gözle bakılmalıdır.

Büyükanıt sözkonusu konuşmasında, “Bugünün sorunları, dünün çözümleridir” demektedir. Bu sözün kuşkusuz ki bir doğruluk payı vardır. Marx’ın dediği gibi, “sermayenin engeli yine sermayenin kendisidir”. Bugün Türkiye’de tüm sorunların kaynağı bizzat sermaye düzenidir. Örneğin, Kürt sorunu, onun dünkü “çözüm”ü olan imha, inkar ve asimilasyon politikalarının ürünüdür ve bugünün bir açmazıdır.

Fakat unutulmamalıdır ki, “tarih, insanlığın önüne çözebileceği sorunları koyar.” Başta işçi sınıfı ve emekçiler, komünistler ve devrimciler birleşik, kitlesel militan bir mücadele çizgisinde attıkları her adımla temel toplumsal-siyasal sorunların çözümünü de yakınlaştıracaklardır.



Düzenin dış politikası

Emperyalizme bağımlılık ile tekelci burjuvazinin bu temel üzerinde yükselen gerici sınıf egemenliği, Türkiye’nin izlediği geleneksel dış politikanın genel tarihsel ve sosyo-ekonomik temelini oluşturmaktadır. Bu politikayı, emperyalist sistemin genel çıkarları, ABD emperyalizminin temel ve dönemsel çıkarları, ve ancak bu genel çerçevede ve onunla uyum içinde, Türk burjuvazisinin kendine özgü çıkarları belirlemektedir.

Türk sermaye düzeninin bugünkü uluslararası durumunu ve izlediği dış politika çizgisini ise, Türkiye’nin emperyalist-kapitalist sistem içindeki yeri ve jeopolitik konumu temeli üzerinde, son yılların iç ve uluslararası güncel gelişmeleri belirlemektedir.

Türk dış politikasının genel çerçevesi:Emperyalist sisteme kölece bağımlılık

Türkiye, emperyalist-kapitalist dünya sisteminin organik bir parçasıdır. Sistemin bağımlı ülkeler kategorisinde yeralmaktadır. İktisadi, mali, siyasi, askeri ve diplomatik tüm alanlarda tam bir emperyalist boyunduruk altındadır. Türkiye, saldırgan bir emperyalist politik-askeri örgüt olan NATO’nun sadık bir üyesidir. Ülke topraklarında çok sayıda NATO ve Amerikan askeri üssü bulunmaktadır. Ekonomisi her alanda emperyalist dünya ekonomisine bağımlı olan Türkiye, aynı zamanda ödendikçe büyüyen ağır bir emperyalist borç yükü altındadır. Emperyalizme bağımlılıktan temellenen bir yapısal kriz içindeki ekonominin çarkı ancak sürekli yeni dış borçlar sayesinde dönebilmektedir. Bu nedenledir ki, Türkiye, başta İMF olmak üzere uluslararası emperyalist finans merkezlerinin dayattığı iktisadi ve mali politikaların uysal bir izleyicisi durumundadır.

Türkiye üzerindeki bu emperyalist hükümranlığın merkezi ve belirleyici gücü, son elli yıldır tartışmasız olarak ABD emperyalizmidir. ABD’nin etkisi ve denetimi toplum yaşamımızın tüm alanlarında hissedilmektedir. Ekonomi ve maliye politikaları İMF ve Dünya Bankası’nın, iç ve dış politika ABD hükümetlerinin, ordu ve sözde savunma Pentagon’un, iç güvenlik CİA’nın dolaysız denetimi ve yönlendirmesi altındadır. CİA stratejistleri sürekli olarak Türkiye için iç ve dış politika alternatifleri üretmekte, dahası uygulamayı bizzat planlamaktadırlar. Türkiye’de ABD’nin desteği olmadan hükümetler bile kurulamamakta, hükümet olmaya aday tüm sermaye partilerinin liderleri icazet almak için her zaman ABD’ye koşmaktadırlar. Toplumu bir ahtapot gibi saran medya ağının tüm kilit mevkilerini de Amerikancılar tutmakta, yalnızca politik yaşam değil, kültürel ve gündelik yaşam da Amerikan ideolojisinin, yaşam tarzının, yoz kozmopolit değerlerin sistematik bir bombardımanı altında bulunmaktadır.

Türkiye üzerindeki bu çok yönlü ve utanç verici köleci emperyalist boyunduruğun iç toplumsal dayanağı Türk tekelci burjuvazisidir. Varlığını ve egemenliğini emperyalist dünya sistemine borçlu olan bu işbirlikçi sınıf, özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasından itibaren emperyalizme uşakça bir sadakat çizgisi izlemiştir. Onun iç politikasını olduğu kadar dış politikasının da ana çerçevesini her zaman bu tutum belirlemiştir. Bu sınıf içerde ülke kaynaklarını emperyalist yağmaya açmış, emperyalist tekellerle işbirliği halinde iç pazarda aşırı kârlara dayalı tekelci bir hakimiyet kurmuş, Türkiye’yi emperyalist tekeller için bir ucuz işgücü cenneti haline getirmiştir. İşçi sınıfı ve emekçileri ağır yaşam koşullarına mahkum eden ve topluma büyük sosyal-siyasal bedeller ödeten bu sömürü ve yağma politikalarına, siyasal planda, zaman zaman faşist askeri yönetimler halini alan dizginsiz bir siyasal gericilik eşlik etmiştir. Türkiye işçi sınıfı ve emekçileri, çok sınırlı bazı demokratik hak ve özgürlükleri elde etmek ve kullanabilmek için bile zorlu mücadeleler vermek zorunda kalmışlardır. Siyasal gericiliğin sömürgeci bir kölelik altında bulunan Kürt ulusu için sonuçları ise, toptan inkar ile zora dayalı bir sistematik asimilasyon politikası olmuştur.

Tekelci burjuvazinin dış politikası da içteki bu gerici işbirlikçi ve halk düşmanı sınıfsal konumun bir yansımasıdır. Kendi iç egemenlik sahasında emperyalist dünya ile bu denli bir çıkar ve kader birliği içinde olan bir sınıfın, dış politika alanında da aynı işbirliği ve uşaklık çizgisini sürdürmesi eşyanın tabiatı gereğidir.

(...)

(EKİM 3. Genel Konferansı/Siyasal ve Örgütsel Değerlendirmeler,

Eksen Yayıncılık, Mart 1995, s.56-58)