8 Aralık 2006 Sayı: 2006/48 (48)
  Kızıl Bayrak'tan
   Emekçilerin ve halkların direnişini zorbalıkla bastıramazsınız!
  Demokrat” maskeli Ağar’ın yayılmacı emelleri
  Asgari ücretin belirlenmesinde bildik oyun bir kez daha sahneleniyor...
  Sermayenin sinsi tuzağı...
Sömürü ve soygun bütçesine karşı kamu emekçileri 14 Aralık’ta iş bırakıyor…
Yapı Yol-Sen Eğitim ve Basın Yayın Sekreteri Halil Tümtürk ile iş yavaşlatma eylemi üzerine konuştuk...
Asgari ücret üzerine işçilerle konuştuk...
 Gençlik faşist saldırganlığa boyun eğmeyecek!
  Trabzon’da çalışmalarımız sürüyor...
  Ortadoğu'yu Balkanlaştırma planı!..
  İşçilerin ve devrimci öncü işçilerin birliği sorunu
  Sınıf çalışmamızın ulaştığı yeni aşamanın özlü bir ifadesi!
  Volkan Yaraşır’ın İstanbul İşçi Kurultayı’nda yaptığı konuşma...
  Komanteks'te sendikasızlaştırma saldırısı
  MHP: Değişen ya da değişmeyen ne?/3 - Yüksel Akkaya
  Zaferi üçüncü kez Hugo Chavez’in!
  Seçimlerin kıskacında ümitsiz aşk: Avrupa Birliği üyeliği - Yüksel Akkaya
  Lübnan karanlık bir sürece çekiliyor - Abu Şehmuz Demir
  “Beterin beteri var” tesellisi ve tecrit güzellemesi…
  Proletaryanın ilk isyan çığlığı... “Çalışarak yaşamak ya da savaşarak ölmek!”
  Mücadele postası
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın


 

Volkan Yaraşır’ın İstanbul İşçi Kurultayı’nda yaptığı konuşma...

Taban örgütlenmeleri: Sınıf kimliğinin ortaya çıktığı organizasyonlar

Arkadaşlar merhaba!

Benim beğendiğim yazarlardan biri Kafka’dır. Kafka’nın Değişim adlı bir kitabı vardır, bu kitapta Kafka insan ruhunun labirentlerini anlatır. Romanda Gregor Samsa diye bir kahraman vardır. Bu kimlik kendini böcek zanneder. Roman Gregor Samsa’nın böcek haliyle insan olma hali arasındaki gerginliği anlatır. Kitapta anlatılanlar, insanın kendine yabancılaşmasının somut bir örneğidir.

Ben bugün Türkiye işçi sınıfının durumunu Gregor Samsa’ya benzetiyorum. İşçi sınıfı, evet öfkeli ama mecalsiz. İşçi sınıfı hareket etmek istiyor ama korkuyor. İşçi sınıfı yumruğunu sıkıyor ama sessiz. İşçi olma kimliği ve bilinci deforme olmuş durumda. Şimdi somut görev bu olguyu değiştirebilmek, bu olguya karşı bir şeyler yapabilmektir.

Sermaye bu durumu yaratırken aslında iki taktik kullanıyor. Bir tanesi devletin veya sistemin zor aygıtlarıdır. Polisiyle, askeriyle, copuyla, tankıyla korkuyu kitleselleştiriyor, içselleştiriyor. İkinci taktiği ise ideolojik zor aygıtlarıdır. Medyasıyla, üniversitesiyle, okuluyla beyinleri işgal ediyor. Diyor ki sana, sen düşünemezsin, sen hareket edemezsin, senin yapabileceğin çok fazla bir şey yok!

Bugün yaşadığımız somut durum şu; işçi sınıfı aslında yapmak istiyor ama o enerjiyi kendinde göremiyor. İşçi sınıfı yürümek istiyor ama yine o enerjiyi kendinde göremiyor. O zaman biz bu somut duruma karşı ne yapabiliriz? Bence problem bu. Bugünün gündemi de belki bu olmalıydı. Ben de elimden geldiğince “ne yapmalı” sorusuna cevap vermeye çalışacağım.

Arkadaşlar, Türkiye işçi sınıfının 2002 verilerine göre profili aşağı yukarı şöyle: Türkiye’de 16 milyon kişi ücretli olarak çalışıyor. Bu sayının yaklaşık 14 milyonu işçi, 1.5-2 milyonu memur. 1.5-2 milyon devlet memurunun da yalnızca 700 veya 800 bini sendikalı, ama onlar da toplusözleşme hakkı olmayan, kısacası dernek niteliğinde bir sendikaya üye. Diğer taraftan işçilerinde yalnızca 700 bini sendikalı. Yani koca bir gövde var, 16 milyonluk bir gövde var. Bu gövdenin örgütlü diyebileceğimiz 700 bin kişiden oluşan işçi sendikalarına bağlı bir kesimi var, memur sendikalarında örgütlü diyebileceğimiz 700 bin kişi var. O da dernek düzeyinde bir yapı. Türkiye’de ücretleriyle geçinen aşağı yukarı %65’lik bir kesim güvencesiz. Ve bu kesim ağırlıklı olarak sanayi alanları ve hizmet sektöründe çalışıyor. Bunun somut örneğini tekstilde çalışan arkadaşlarım çok daha iyi bilir. Şu anda tekstil sektörünün aşağı yukarı %90’ı fason, sektörde faaliyet gösteren şirketlerin %80’i kayıt dışı. Kısacası Türkiye işçi sınıfının ana gövdesi açlık sınırında yaşıyor, inanılmaz derecede örgütsüz. Diğer sendikalı dediğimiz kesim ise tırnak içinde bir örgütlülüğe sahip ve onlar da yoksulluk sınırında yaşıyor.

Bugün Türkiye’de 5 veya 6 bölge ya da işçi havzası öne çıkıyor. Çorlu, Kayseri, Adana, Gaziantep bölgesi, Denizli, İzmit-Gebze havzaları gibi. Güvencesiz işçilerin çoğu bu havzalarda veya organize sanayi bölgelerinde çalışıyor. O %65’lik kesimin çalıştığı alanlar buralar. Dün Fordist fabrika denilen işletmelerde 3-4 bin kişi çalışabiliyordu, ortak ruhhali vardı. Siz ortak ruhhalini yakalayabildiğinizde o fabrikaları greve çıkartabiliyordunuz, bir şeyler yaptırabiliyordunuz. Ama şimdi karşımızda başka bir şey var; aşağı yukarı 30 bin-40 bin işçinin çalıştığı, çok sayıda sektörün içinde olduğu yüzlerce patronla karşı karşıyasınız. Bu bölgeleri yeni dönemin fabrikaları olarak göreceğiz. Ben buralara post-fordist fabrikalar diyorum.

Bu fabrikayı nasıl örgütleyip nasıl harekete geçireceğimizin cevaplarını aramaya çalışacağız.

Burada çalışan işçi arkadaşlarımızın genel durumunu hepimiz biliyoruz. Bu alanlarda, bu havzalarda çalışan arkadaşlar sınıfsal ve sendikal bilinçten yoksunlar. Son derece dağınık ve örgütsüzler. Sınıf kimlikleri oturmamış. Ağırlıkta genç işçiler çalışıyor ve kuşaklar arası deneyimden yoksunlar. Hiçbir güvenceleri yok. İşçi sirkülasyonları bu alanlarda alabildiğine yoğun. Ama bütün bu ağır sömürüye, ağır çalışma koşullarına karşı tepkiler de yok değil, dönemsel tepkiler doğuyor. Hiç de manasız tepkiler değil bunlar. Bazı eğilimler bu tepkileri küçümsüyor ve önemsemiyor. Hayır. Bu tepkileri şöyle değerlendirmek gerekiyor. Reaksiyon gösteriliyor; bu sendikalaşma için ya da işverene karşı yürütülen mücadele biçiminde oluyor. Bugün açısından bir koordinasyonu yok ama şöyle düşünelim; bunlar yanan bir alev, bir birikim ve bu birikim bir yere geldikten sonra patlayacak.

Şöyle düşünelim. Suyun kaynama noktasına baktığınızda 0 ile 99 arasında hiçbir şey görmezsiniz. Ama 1. derecede su ısınmaya başlamıştır. 5. derecede de su ısınıyordur. 10. derecede suyun ısınması devam ediyordur. 90. derecede ısınma sürüyordur. Artık buharlaştığı nokta 100 derecedir. 0 ile 99 arasında bir şey görülmemesi, bu arada bir şey olmadığı anlamına gelmiyor. Bunlar bir birikim. Bir kere önce bunu anlayacağız. Yani yapacağımız her çalışmanın, bir işçi ile konuşmanın, kurmak istediğimiz bir ilişki ağının boş yere olmadığını, bir birikim olduğunu düşüneceğiz. Her konuşmamızın, her adımımızın da bu birikime hizmet ettiğini bileceğiz. Ne zaman alevlenmeye başlayacak bu iş? Su kaynadığı zaman, yani 100. derecede! Bu toplumsal mücadelede. 5 yıl da olur, 10 yıl da olur, hiç önemli değil. Ama neyi düşüneceğiz? O su, çabalarımızla kaynayacak... bu bir birikim süreci.

İkinci nokta, asıl problem bu bozkırı nasıl tutuşturacağımızdır. Evet, dönem dönem işyerlerinde küçük küçük alevler yanıyor, ama bir türlü bozkır tutuşmuyor. Yani Türkiye işçi sınıfı ayağa kalkmıyor, kolektif bir güç gibi görünmüyor. O yıkıcı ve yaratıcı gücünü ortaya çıkartamıyor. Peki ne yapacağız, ne yapmamız lazım? Bugün tüm siyasal güçlerin, bugün sendikal alandaki güçlerin problemi bu. O zaman şöyle düşüneceğiz. Bu zamana kadar bu platformlarda hep şu tartışıldı, kapitalizm sömürü mekanizmasıdır dendi. Evet kapitalizm bir sömürü mekanizmasıdır, bu doğrudur. Ama bence kapitalizm için en eksik bıraktığımız nokta şudur; kapitalizm aynı zamanda ruhları kadavra eden bir sistemdir. Yani sömürü mekanizması olduğu kadar, insan olma özelliğimizi de yok eder, bizleri yaratık yapar. O zaman bu yaratık olmaya karşı tavır koymak zorundayız.

Bu sistem bize ne hissettiriyor. Buradaki herkesin ortak hissidir, bu sistemde kendimizi yalnız hissediyoruz. Bu sistem hepimizi tedirgin etmiyor mu? Peki bu sistemde bir gelecek güvencemiz var mı? Gelecek güvencemiz yok. Aynı şekilde bu sistem bizi kaygıda bırakmıyor mu? Eğer bunlar psikolojik, bireysel sorunlar olsaydı, bu işi çözerdik. Ama bu sorun kolektif bir sorun. O zaman biz bu sorunları nasıl ortadan kaldırabiliriz? Ne yapabiliriz? Aslında cevap sorunun içinde saklı. Peki ne yapacağız? Şimdi oturup konuşalım. Buradaki arkadaşlarımızla konuşalım. En yalnız kendimizi nerede hissederiz? Ölüm olduğunda hissederiz. Ölüm inanılmaz bir yalnızlıktır. O zaman buna cevap vereceğiz. Yani artık hiçbir işçi arkadaşın cenazesi yalnız kalkmayacak. O zaman sendikal mücadele, işçi mücadelesi neye müdahale ediyormuş, ölüme müdahale ediyormuş. Bu ne demekmiş, yalnızlığa müdahale etmesi demekmiş.

Devam edelim. Kendimizi ne zaman en mutsuz hissediyoruz? Hasta olduğumuz zaman. O zaman hasta olduğumuzda birbirimize sahip çıkacağız. Maddi veya manevi olarak yardımlaşacağız.

Diğer taraftan, kendimizi en geleceksiz ne zaman hissediyoruz? İşsiz kaldığımızda hissediyoruz. O zaman öyle işler yapacağız ki, Arjantin somut örnek buna; işsizleri harekete geçirilebildiğinizde, işsizleri örgütleyebildiğinizde inanılmaz gelişmeler oluyor. O zaman işsiz kalmaya, bugün işçi sınıfını hareketsiz bırakan, kötürüm bırakan bu olguya karşı da bir şeyler yapmak zorundayız. Telefon hatları mı kuracağız, bir iş mi arayacağız, yardımlaşma sandıkları mı kuracağız? Bunları düşünmek zorundayız. Ama bu işe de bir cevap vermek zorundayız.

Peki en kaygılı hissettiğimiz nokta hangisi? Bizi hareketsiz bırakan, bizi tutuk bırakan, yakan nokta hep işten atılma korkusu. Bu korkuyu nasıl yeneceğiz? İşten atıldığımızda gelecek güvencesi sağlayacak organizasyonlar yaratabilirsek, kapitalizmin bizim ruhumuzu kadavraya çevirmesine cevap vermiş oluruz. Evet kapitalizm bir sömürü mekanizması, ama asıl tehlikesi, asıl yok eden noktası bizim ruhumuzu kadavra haline getirmesi, bir ölüleştirmesi. Biz bunlara cevap verdiğimizde, kapitalizme karşı son derece alternatif işler yaratmış ve ciddi bir mücadelenin önünü açmış oluruz.

Bu, bir yandan da şu demektir; işçilerin sorunları ve çözüm yolları ortak olduğundan dolayı, doğal olarak paylaşmanın ve dayanışmanın adımıdır. Aslında bu yaptığımız şeyler insan olma çabası, aynı zamanda bugün yok olmuş işçi kültürünü yeniden yaratma çabasıdır. Yani yapılanın böyle bir anlamı da var.

Peki bunu bir sendikal çatı yapabilir mi? Yani bir taraftan bizim yaşam alanlarımıza müdahale edecek, bir taraftan çalışma alanlarımıza müdahale edecek, bir taraftan bizim boş zamanlarımıza müdahale edecek bir sendikal yapı var mı? Bakıyoruz bugünkü sendikal yapılara, hepimizin tartışmasız onay vereceği bürokratik yapılanmalar, korporatist yapılanmalar, yani devlet güdümlü, devlete bağımlı yapılanmalar bunlar. Burada umut yok. Ama benim bu platformlarda her zaman eleştirdiğim bir nokta vardır; o da sendikaların bizim öz örgütlülüğümüz olduğudur. Sendikalar bizimdir. Sendikaların bizim olduğunu unutmayacağız. Şu anda belki o sendikalarda bürokratizmin ve korporatist ilişkiler hakim ama bu durum sendikaların bizim olduğunu dıştalamaz. O zaman ne yapacağız arkadaşlar? Sendikalar bunu yapamıyorsa, o zaman yıkacağız bu sendikaları, yeniden yapacağız. Ama bizim olduğunu bilerek yapacağız, sahip çıkarak yapacağız.

Bu platformlarda benim en çok gördüğüm, sendika düşmanlığının çok sık yapılmasıdır. Ve garip bir şekilde buradan sendikaları kötülediğinizde onay alıyorsunuz, alkış alıyorsunuz. Hayır, sendikalar bizimdir. Bunu unutmayacağız. Evet bugün konjonktür olarak bürokrasi buralarda etkindir, konjonktürel olarak korporatist ilişkiler etkindir. Ama bunu kırmak bizim elimizdedir. Asla unutmayacağımız noktalardan biri bu olmalıdır.

Biz neyi arıyoruz? Yaşam alanlarıyla, çalışma alanlarıyla ve boş zamanlarımızı örgütleyebilecek bir şey arıyoruz. Baktık sendikalar buna cevap vermiyor. O zaman başka bir şey arayacağız. Hem o sendikaları adam eden bir şey arayacağız, hem de bizim kolektif gücümüzü, o patlayan gücümüzü, volkan gücümüzü açığa çıkartan bir şey arayacağız. Böyle bir örgütlülük yaratmanın yollarını arayacağız. Benim kişisel tanımlamam şu, öyle bir yapı kuralım ki, öyle bir hayal kuralım ki, içinde sendikalı arkadaşımız olsun, içinde güvencesiz işçi olsun, içinde beyin işgücü olsun, içinde sokak işçisi olsun. İşçi sınıfının tüm kesimleri bir emek odağında birleşsin. Böyle bir emek odağı oluşturalım. Bunu hayal edelim. Yani bir tarafta sendikalı, bir tarafta sendikasız, bir tarafta güvencesiz işçi, bir tarafta sokak işçisi, bir tarafta beyin işgücünün bulunduğu bir sendikal yapı kuralım.

Kanımca bugün yapılması gereken en temel nokta böyle bir odağın yaratılması konusunda mücadele etmektir. Sendikalı işçi arkadaşımız bu mantıkla hareket edecek, sendikasız işçi arkadaşımız bu mantıkla hareket edecek, güvencesiz arkadaşımız bu mantıkla harekete edecek. O zaman bu odağın yaratılması bizim önümüzdeki temel bir görev. Çünkü bu platformun da, bugün yaptığınız bu organizasyonun da amacı bu. Biz ruhumuzu kaybettik, ruhumuzu arıyoruz. İşçi sınıfı neyini kaybetti, birliğini kaybetti. Burada aranan ne? Birliğimizi arıyoruz. O birlik ruhumuzu, açığa çıkartmaya çalışıyoruz. Peki bu birlik ruhumuz nasıl açığa çıkacak? Problemleri görerek cevap vermek zorundayız. O zaman sendikalı arkadaşım benim düşmanım değil, sendika da benim düşmanım değil. Güvencesiz işçi arkadaşım benim düşmanım değil. Benim omuzdaşım, yoldaşım, birlikte mücadele yürüttüğüm arkadaşım...

Bugün belki bu organik birliğimiz yok. O zaman öyle bir emek odağı yaratacağız ki, bu organik birliği kuracak. Bunu düşünmek zorundayız. Bunu nasıl yapabiliriz? Bunun yöntemlerini düşünmek zorundayız. Bu gün çabaları ortak bir mecrada toplamalıyız. Şimdi bakalım, lokomotif bazı sektörler var. Nedir onlar? 2002-2006 rakamına göre metal sektörü şu anda en önde giden sektör, resmi rakamlara göre 650 bin çalışanı var. Daha önce inşaat sektörüydü, daha önce dokuma sektörüydü, bunlar geriledi. Metal sektörü ön plana çıktı. Metal sektörü sınıf hareketinin en dinamik kesimidir. O zaman odağımız bellidir. Buradaki Kızıl Bayrakçı arkadaşlarımızın odağı bellidir. Metal sektörüne ağırlık koyacağız. Metal sektörü çünkü taşıyıcı bir güç. İşçi sınıfının lokomotif gücü.

İkinci bir nokta daha var. Spekülatif sermayenin yaygınlaşması ile birlikte perakende sektörü gelişiyor. Nedir onlar? Tansaş’tır, Gima’dır, Courfour’dur, Real’dir, Metro’dur. O zaman ikinci bir görevimiz daha var. Bir ayağımız metal sektöründe olacak, bir ayağımız perakende sektöründe olacak. Bu iki sektör işin taşıyıcı gücü.

Somut örnekle anlatayım bunu. DİSK’i DİSK yapan Maden-İş’tir. ‘70’li yıllarda taşıyıcı sektör maden sektörüdür ve metal sektörüdür. Maden-İş almıştır, DİSK’i bir yerden bir yere taşımıştır. O zaman sınıfın lokomotif gücü, taşıyıcı gücü Maden-İş’miş ve metal sektörüymüş. Bugünün görevi ise metal ve perakende sektörüne ağırlık vermektir.

Ayrıca organize sanayi bölgelerinin işçi yatakları, havzaları olduğunu belirtmiştik. O zaman sanayi bölgelerinde öyle bir şeyler yapacağız ki, mesela Gebze bu anlamda örnektir, son birkaç yıl içersinde inanılmaz bir sendikalaşma çabasında bulundular. Röportajlardan okuyabildiğim kadarıyla, bu arkadaşlar bir kere alt kimliklerini aşıyorlar. Üretim sürecinden kaynaklanan bir kimlikleri var, işçi olmak kimliği. Aleviliği, Sünniliği, Kürtlüğü, Lazlığı, Çerkezliği, etnik, siyasi alt kimlikleri aşıyorlar, üst kimlikte hareket ediyorlar. Bir bunu başarmışlar Gebze’deki arkadaşlarımız. Diğer taraftan sendikalara örgütlü gidiyorlar, sendikalarda örgütlenmiyorlar. Sendikalara giderken örgütlü gidiyorlar. Bir de bunu başarmışlar. Ondan sonra şiarları şu; sendika biziz. Orada inanılmaz çalışmalar oldu, 6-7 tane başarılı gelişme var.

Diğer taraftan metal sektöründe özellikle son toplusözleşme dönemi son derece sert geçti. Neden sert geçti? Çünkü metal işvereni sınıf bilinci olan bir işveren. Metal sektöründe oluşabilecek dalga daha başında Türk-Metal aracılığıyla kırıldı. Bu anlamda da düşünmek gerekiyor. Metal sektörü yapısal önemde bir sektör.

Özellikle perakende ve metal sektöründe hayatın içine girebilirsek bir şeyler yaratabiliyoruz. Anlatmak istediğim çok somut bir şey. Rus devrimine baktığınızda da onu görürsünüz, diğer devrimci mücadele deneyimlerine baktığınızda da onu görürsünüz. Nedir o? Taban örgütlenmeleri. Sovyetler’e mi bakmak istiyorsanız; 1896’lardaki ‘97’lerdeki grev komitelerine, dayanışma komitelerine bakacaksınız, eğer Sovyet gibi bir düşünceniz varsa. Bugün Kızıl Bayrak taban örgütlenmelerini tartışıyor. Bence yeterli değil. Şundan dolayı yeterli değil. Bunu şiar haline getirmek gerekiyor. Taban örgütlenmelerini aslında öyle bir yapı ki, sınıfı sınıf kimliğine kavuşturan, sınıfı bir yerden alıp bir yere taşıyan bir yapı.

Bugün bunu bir slogan, bir ajitasyon olmaktan çıkartıp hayatın içinde örgütlemek zorundayız. Peki bu neyi yaratıyor? Taban örgütlenmelerinin bir bağlamda çok vektörlü özelliği var. Mesela taban örgütlenmeleri toplusözleşme komiteleri şeklinde de kendini gösterebilir. Örneğin yakın dönemde metal sektöründe toplusözleşme süreci vardı, burada bir sınıf inisiyatifi mi yaratmaya çalışıyoruz, işte oradaki taban örgütlenmesinin adı toplusözleşme komitesidir. Yarın bir yerde grev mi olacak, oradaki taban örgütlenmesinin adı grev komitesidir. Diğer taraftan bir sendikalaşma çabamız mı var, oradaki taban örgütlenmesinin adı sendikalaşma komitesidir. Diğer taraftan sendikalaşma anlamında alt yapısı olmayan bir yer var, orada tabandan kuracağımız örgütlenmenin adı işçi komitesidir. Bu anlattığım çok vektörlü, çok yönelimli, çok farklı işlevlerde oluşturulan taban örgütlenmeleridir. Ama burada asıl amaçlanan işçi sınıfının kolektif gücünü açığa çıkartmaktır. Taban örgütlenmesinin en önemli başarısı burasıdır. Yani bizim birlik ruhumuzu güçlendiren, kolektif gücümüzü açığa çıkartan bir özelliği var. Taban örgütlenmeleri birlik ruhunu aşılayan örgütlenmelerdir. Bu ne demektir? Bu, hayatın her alanında birlik ruhunu aşılayan demektir. Ne yapacaktık biz? Hayatın her alanını, yaşadığımız alanı, çalıştığımız alanı, boş zamanlarımızı örgütleyecektik. O zaman taban örgütlenmeleri birlik ruhunu hayatın her alanında taşıyan bir çabaya dönüşüyor.

Bunu dışında taban örgütlenmesi sıradan bir işçinin yıkıcı ve yeniden yapıcı gücünü ortaya çıkartır. Bunun somut bir örneği var. Hayatımda beni çok etkileyen bir örnektir bu. 15-16 Haziran başlıyor. Topkapı’dan işçiler yürüyor. Geldikleri yer İstanbul Valiliğinin önü. Valiliğin önünde tanklar sıralanmış. O sırada bizim işçi arkadaşlarımız, tanklar hareket ederken, sanki çelik bir el gibi tankların paletine sarılıyorlar. O sırada tank duruyor. Oradan sıradan bir işçi arkadaşımız, bayan bir arkadaşımız, diyor ki, hadi valiliği işgal edelim. Şimdi bu ne demektir? Dün makine tezgahında çalışan bir arkadaşımızdı o. Sessiz ve sakindi, patrondan korkuyordu, tedirgindi. 15-16 Haziran patladı, yürüdü. Yürüyerek yapabileceğini öğrendi ve bu devletin simgesi olan valiliği işgal edelim diyebilecek noktaya geldi.

O zaman bir çıkarsama yapıyoruz; taban örgütlenmesi demek ki sıradan bir işçinin yıkıcı gücünü açığa çıkartabilir. Sonra taban örgütlenmesi yapabilme gücünü açığa çıkartabilir. Bugün bizim en eksik bıraktığımız nokta bu; yapabilir miyiz, muktedir olma gücümüz var mı? Bu iş bize düşer mi? Hayır ben bu işi başaramam düşüncesi... Yanımızdaki işçinin başına bir iş geldiğinde, bana ne dememizin, sessiz kalmamızın nedeni bu. Patron baskı yaptığında sessiz kalmamızın nedeni bu. O zaman taban örgütlenmesi neyi yaratıyor; yapabilme gücünü yaratıyor. Biraz evvel anlattığım olayda olduğu gibi, taban örgütlenmesi işçi sınıfına gücünün farkına vardırtıyor.

Şöyle düşünün. Burada yüzlerce arkadaşımız var. Yüzlerce arkadaşımızı tek başına düşündüğümüzde, işçi Ali, işçi Ahmet, işçi Zeynep, işçi Mehmet diye düşündüğümüzde bunun çok fazla bir anlamı yok. Hep verdiğim bir örnektir bu, bunlar su damlacığı. Evet su damlacığı gibi aparı, tertemiz ama, işten atılmaktan korkuyor işçi Ahmet, işçi Ali... Ama aynı arkadaşlarımız, işçi Aliler, işçi Ahmetler, işçi Zeynepler birleşince ne oluyor? O zaman sele dönüşüyor. Çünkü biliyoruz ki sel milyonlarca su damlacığının bir araya gelmesinden oluşuyor. O zaman taban örgütlenmeleri bize neyi gösteriyor? Sen güçsüz değilsin diyor, yeter ki birleş! Birleşirsen sel gücüne sahip olacaksın diyor. Herşeyden önce taban örgütlenmeleri bize şunu hatırlatıyor. Patronun karşısında sessiziz, işten atılmaktan korkuyoruz ya da Gregor Samsa gibi kendimizi böcek gibi hissediyoruz. Ama taban örgütlenmesi bize şunu söylüyor; sen onurlu bir işçisin, sen böcek değilsin, bu kapitalizm seni ezemez. Dimdik ayakta durabilirsin, işçi arkadaşlarınla birlikte hareket ettiğinde... Taban örgütlenmelerinin bir boyutu da bu.

Teorik boyutta bu işi ifade edersek, taban örgütlenmeleri sınıfın kendi sınıf kimliğinin ortaya çıktığı organizasyonlardır. Kendisi için sınıf olma bilincinin ortaya çıktığı organizasyonlardır. Aynı zamanda emeğin yaratıcı gücünün ortaya çıktığı organizasyonlardır.

Bu anlattığım genel şeyleri nasıl somutlayacağız? Somut olarak şöyle. Organize sanayi bölgesinde çalışıyoruz. Tepkiliyiz patrona, ama yanımızdaki arkadaşımızla konuşma şansımız yok. Yanımızdaki arkadaşlarla örgütlenme şansımız yok. Öfkeleniyoruz. Çay vaktinde öfkeleniyoruz, sigara içme vaktinde öfkeleniyoruz. Ama ne yapabileceğiz konuşmuyoruz. Bu noktada, bir örgütlenme şekli olan üzüm salkımı örgütlenmesinden söz edeceğim. Üzüm salkımını hepiniz biliyorsunuz. Üzüm salkımından dallar çıkar, o dallarda da üzümler vardır. Atölyelerin her birini üzümün dalları, onları bir araya getirenin de bu üzümün salkımı olduğunu düşünün. Atölyelerde neler yapacağız? Atölyelerde işçi komitesi kuracağız. Neydi işçi komitesi, bizim taban örgütlenmemizdi, bizi var eden, bizi kimlik sahibi yapan bir oluşumdu. Peki bunları nasıl organize edeceğiz? Üzüm salkımı anlamında eşgüdüm komitesi kuracağız. O salkım da eşgüdüm komitesi olacak.

Bunları kurmak yeterli mi? Yeterli değil. Onlarca sektör var. Orada da bir fizibilite çıkaracağız. Bu sanayi bölgesinde en kritik işyeri hangisi? Mesela İMES’ten arkadaşlar burada, İMES’te Pacard’dır. Pacard önemli bir işyeridir. Eğer Pacard’ı sökerseniz gerisini de sökersiniz. Böyle kritik işyerlerini bulacağız. Bu kritik işyerlerinde mücadele edeceğiz. Amerikalı bir anarşist olan Uno-bomber şöyle der, eğer siz kapitalizmin acıyan yerine vurmazsanız kapitalizm kendini yeniler, kendini yeniden güçlendirir. Bu bölgelerde işverenin acıyan yerini bileceksiniz. A işyeri mi? A işyerini vuracaksın.

‘68 İtalya işçi hareketinden de öğreneceğimiz bir şey var. İki tane grev tarzı geliştirmişler. Bir tanesi zincirleme grev, bir tanesi de satranç grevi. İşçiler greve şöyle başlıyor. Bir işyerinde eylem başlıyor ve bütün işyerine yansıyor. İkinci taktiğimiz, satranç grevi. Bölgedeki şahı, en kritik işyerini tespit edeceğiz, o organizasyonun beynidir. O zaman şahı mat etmenin yollarını arayacağız. O sanayi bölgesindeki şahın kim olduğunu tespit edeceğiz. Ve o şahı mat etmeye çalışacağız. Mesela bir tanesi bu olabilir. Böylesi örgütlenme ve eylem taktikleri deneyebiliriz.

Öte yandan Peru’da Aydınlık Yol hareketinin lideri başkan Gonzalo vardır. Başkan Gonzalo der ki, kentler çelik çemberlerle, yani varoşlarla çevrilmiştir. O zaman biz organize sanayi bölgesinde örgütlenme faaliyetimizi yaparken yaşadığımız bir alan var. O da çelik çemberler, varoşlardır. O zaman bir ayağımız işyerinde olacak, bir ayağımızda kendi yaşadığımız alanda olacak. Yani teşkilatı da böyle kurmaya çalışacağız.

Ben bütün anlattıklarımı şöyle toparlamak istiyorum. Bu toparlanmaya da nar örgütlenmesi adı veriyorum. Herkes narın nasıl bir şey olduğunu bilir. Nar nasıl bir şeydir; çarşıdan alırsınız bir tane eve gelirsiniz bin tane. Hiç dikkat ettiniz mi nara? Narın her tanesinde bir çekirdek vardır, öyle değil mi? O içindeki organizasyona bağlıdır, yani bir araya getiren, bir arada tutan şeye bağlıdır. Dışında bir kabuk vardır. Temel örgütlenme şeklimiz böyle olmalıdır. Her atölyede taban örgütlenmesi yaratacağız. Neydi o taban örgütlenmesi, narın çekirdeği. Peki eve geliyoruz bin tane, yani biz binlerceyiz. Kime karşı tek kişi olacağız? İşverene karşı. Orada tek kişi olacağız. Peki kabuğumuz ne olacak? Bizim örgütlenme biçimimiz olacak, mücadele gücümüz olacak. Yapılması gerekenlerden biri de nar örgütlenmesidir. Unutmayın diye söylüyorum, narın rengi kızıldır. Bu da çok önemlidir.

Değer verdiğim Marksist yazarlardan biri olan Paul Sweezy şöyle der; “yitirilen haklara, sendikal hareketin çözülmesine, işsizliğe karşı militan bir mücadele gerekiyor. Şu an yaşadığımız duruma karşı militan bir mücadele gerekiyor. Bugün yapmamız gereken savunma, bir dahaki kriz geldiğinde hücuma dönüşebilir. Yepyeni politik olanaklara yol açabilir.” O zaman bugün yapılması gereken militanca savunmadır. Neyle gerçekleştireceğiz bunu? Aynı nar örgütlenmesi gibi çekirdek yapılanmamızı, taban örgütlenmemizi kurarak. Ne zamana kadar? Krizin açığa çıkacağı zamana kadar...

Son olarak; çok beğendiğim şairlerden biri olan Asaf Halet Çelebi’den bir dizesini okuyarak bitirmek istiyorum. “Koskoca bir ağaç görüyorum bu ufacık tohumda…” Ben de diyorum ki; bir tohum görüyorum burada, koskoca bir ağaç olacak, biliyorum.

Teşekkür ederim...