27 Ekim 2006 Sayı: 2006/42 (42)
  Kızıl Bayrak'tan
   Kimliksizleştirilme saldırısına karşı
“Sınıfa karşı sınıf!” çizgisi
  İMF yine bütçemizi belirledi ve kaçıp gitti!
  Beklenen oldu, Türk Metal satış sözleşmesini imzaladı... Sömürü ve
ihanete geçit vermemek için bu sözleşme
yırtılmalıdır!
  Kapitalist toplumu şiddet yönetiyor
6 Kasım tartışmaları ve İstanbul Ekim Gençliği’nin çağrısı
İLGP: “Ortadoğu’da işgalci, okulda müşteri olmayacağız!”
İÜ Rektörlüğü'nden “Parlak” soruşturmalar!
 Kapitalizmde özgürlük ve eşitlik üzerine/ Yüksel Akkaya
  Bütçe soygununa ve yeni hak gasplarına
karşı mücadeleyi yükseltelim! (Orta sayfa)
  Sınıf hareketinin sorunları ve İstanbul İşçi
Kurultayı üzerine işçilerle konuştuk
  Sendikalaştıkları için işten atılan AL-CO
Tencere işçileri ile direnişin deneyimleri
üzerine konuştuk
  Dünyadan
  Almanya'da güçlü ama yaptırımdan yoksun eylemler... Sosyal yıkım
saldırılarına karşı öfke büyüyor
  Leyla hasta, tabibi ortada yok... Ortadoğu halkları birbirine kırdırılmak isteniyor
  İşçi sınıfının ruhu: Sovyetler / Volkan Yaraşır
  Köln'de “21. Yüzyılda Yeni Ekimlere” gecesi
  Eylemlerden
  Mücadele Postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın


 

Kimliksizleştirilme saldırısına karşı “Sınıfa karşı sınıf!” çizgisi...

2007 bütçesi yine İMF direktifleri doğrultusunda ve işin aslında bizzat İMF tarafından belirlendi. Bu ise bir kez daha işçi sınıfı ve emekçi kitlelerden çalınıp sermaye sınıfına aktarılacak kaynakların artırılması anlamına geliyor. Sermayenin devleti zaten kendi kaynaklarını -ki onlar da işçi ve emekçilerden çeşitli yollarla gaspedilenlerden oluşuyor- olduğu gibi sermaye sınıfına aktarıyor. Her yeni bütçe ile de aktarılan bu kaynakları artıracak yeni önlemler aranıp bulunuyor.

Bir süredir bunların başında da özelleştirme soygunlarından elde edilen gelirler yer alıyor. Sadece satılan işletmelerden edinilen gelirin aktarımıyla da bitmiyor iş. Örneğin sağlık, eğitim gibi kamu hizmetlerinde özelleştirme, işçi ve emekçilerin cebinden sistemli biçimde ve sürekli artarak sürdürülen bir soygunu garantiliyor. Özel hastane ve sağlık kuruluşları, hem sağlık ve sigorta kurumları üzerinden, hem de tek tek bireyler olarak soyuyor işçi ve emekçileri. Bu soyguna ilişkin düzenlemeleri ise sermayenin devleti yapıyor. Eğitimde de durum farklı değil. Her yıl devlete ait eğitim kurumlarına ayrılan kaynak azaltılırken, özel eğitim kurumları için yeni yeni soygun kalemleri icat ediliyor. Sadece eğitim kurumları için de değil, örneğin “bedava kitap” adı altında kimi yayınevlerine devlet kasasından aktarılan trilyonlar, hiç kuşkusuz işçi ve emekçilerin cebinden çıkarılıyor.

Metal sektöründe belirleyici TİS'ler, Türk Metal ile MESS arasında imzalandı. Anlaşmanın tam bayrama girerken açıklanmış olması, hem MESS patronları tarafından hem de Türk Metal hainleri tarafından övgüyle reklam edilmesi, ancak anlaşmazlık maddeleri, özelde de esneklik dayatmasına ilişkin olanlar hakkında bilgi vermekten özenle kaçınılması, bu sektörde TİS'lerin bir kez daha bir ihanet anlaşmasıyla bitirildiğini gösteriyor. Her ihanet sözleşmesinde olduğu gibi, bu yılki metal TİS'lerinde de sonucun sadece sektörde çalışan ve sadece sendikalı olan işçiler için değil, sektörde kayıtsız işletmeleri -dolayısıyla da örgütsüz işçileri- olduğu kadar, farklı sektörleri de etkileyecektir. Metal sektöründe esnekliğin TİS'lere sokulması, diğer sektörlerdeki patronların da aynı dayatmaya gitmelerini kolaylaştıracak bir etkendir.

Zaten metal TİS'lerini kamu TİS'leri izleyecek. Türk-İş yaklaşan kamu TİS'leri için şimdiden bağlı sendika genel başkanlarına genelge göndermiş bulunuyor.

Türk-İş yönetimi, sözkonusu genelgeyle, grev yasağı olmayan işyerlerinde çoğunluk tespitlerinin 15 Kasım 2006 tarihinden itibaren, grev yasağı kapsamında olan işyerlerine ilişkin çoğunluk tespiti başvurularının da Aralık ayı sonuna kadar Çalışma Bakanlığı'na yapılmasını istedi. Türk-İş Genel Başkanı Salih Kılıç, ayrıca, Asgari Ücret Tespit Komisyonu'nun da Ramazan Bayramı'ndan sonra ivedilikle toplanması gerektiğini belirttiği açıklamasında; “Yeni asgari ücret en düşük devlet memuru maaşı olan 663 YTL'ye yaklaşmalı ya da açlık sınırı olan 584 YTL'nin üzerinde olmalıdır” dedi. Asgari Ücret Tespit Komisyonu'ndan patronların dediği rakamların çıktığını, patronların ise asgari ücreti bir sosyal ücret ya da bir ailenin yaşamını karşılayacak ücret olarak görmediğini, sadece bir maliyet unsuru olarak gördüğünü belirten Hak-İş Genel Başkanı Salim Uslu ise, “Bu kafanın belirlediği asgari ücretin gerçekçi olma şansı” bulunmadığını da söyledi.

Uslu'nun söyledikleri bir gerçeği anlatıyor olabilir. Fakat bu, gerçeğin sadece bir parçasını, madalyonun sadece bir yüzünü oluşturmaktadır. Gerçeğin bütününde ise, asgari ücreti bir sefalet ücretine dönüştüren, Asgari Ücret Tespit Komisyonu'nu patronların sürekli gol attığı bekçisiz bir kaleye dönüştüren, Türk-İş ve Hak-İş gibi sendikaların başındaki ihanet çeteleri bulunuyor. Patronlar ve onların düzeni elbette kendi sınıf çıkarları gereği karşılarında “sınıf gibi bir sınıf” görmek istemeyecektir. Örgütsüz, dağınık, aç-sefil, kuzu gibi işçilerden oluşma bir sürüdür onların gönlünde yatan. Öyle ki, sömürü ve soygunlarını ne kadar artırırlarsa artırsınlar, kimse karşılarına dikilmemeli, hakkını aramamalı, kaderine rıza gösterip uslu uslu, nereye sürerlerse oraya gitmelidir. Bugünkü tablonun tam olmasa da buna yaklaştığı açıktır. Durumun bu hale gelmesinin başlıca suçlularından biri de, patronlarla işbirliği halinde sınıfı sürekli biçimde satan Türk-İş hainleridir.

Sendikanın görevi, asgari ücret tespiti konusunda yakınmak değil, onu sınıfın talep ve ihtiyaçları doğrultusunda tespit etmek için sınıfın üretimden gelen gücünü harekete geçirmektir. Yıllardır, tespit komisyonlarında “sınıfı temsilen” Türk-İş temsilcisi bulunur. Ama bir kez bile “asgari ücret şu kadar olacak” talebiyle tabanını harekete geçirmiş değildir. Oysa asgari ücreti sadece iki sınıftan biri belirleyecektir. Kapitalistler -ve onların devleti- tarafından belirlendiği takdirde, bunun bir sefalet ücreti olması kaçınılmazdır, garipsenecek bir yanı da yoktur. İşçinin ihtiyacına yanıt vermesinin tek yolu ise bizzat işçi sınıfı tarafından, onun eylemli baskısı altında belirlenmesidir. Bu da komisyonlarda, masa başında ve bir sendikadan gönderilmiş hain bir bürokratın etkinliğiyle olamaz. İşçi sınıfı taleplerini ancak mücadele ile elde edebilir. Ancak üretimden gelen gücünü harekete geçirerek kapitalist sınıf ve devletinden bir şeyler koparabilir.

Ancak bunun için sınıfın birliği ve örgütlülüğü, genel olarak sınıfsal özellikleri ve davranışı korunup geliştirilmelidir. Sermaye sınıfının faşist 12 Eylül darbesinin de gücü ve sendikal ihanetin yardımıyla yapmaya çalıştığı ise, tam da, işçi sınıfını sınıfsal özelliklerinden ve gücünden yoksun bırakarak, bölüp parçalayarak kolay yutulacak lokma haline getirmek olmuştur. Bu, tam da emperyalizmin halklara uyguladığı türden bir politikadır. Sınıfın yoksullaştırılması ve işsizleştirilmesi bunun bir ayağını oluştururken, toplumu terörize etmek, her türden demokratik hak ve özgürlüğü ortadan kaldırmak, her türden hak arama hareketini terör yasaları kapsamında ağır yaptırım ve cezalandırmalarla caydırmaya çalışmak, diğer ayaklarını oluşturdu. Öyle ki, halen anayasal ve yasal bir hak olarak görülmesine rağmen, işçilerin sendikalaşması patronlar tarafından işten atma, devlet tarafından ise polis copu ve asker dipçiğiyle cezalandırılmakta. Yani, bir hakkın sadece yasalarda yazılı olması da yetmiyor. Yazılı olduğu halde bile kullanabilmek, sınıfsal birlik ve gücün harekete geçirilmesini gerektiriyor. Sendikalaşma faaliyetinden dolayı cezalandırılan işçiler ise, uzun zamandır ve hiçbir koşulda sınıf dayanışmasının gücünü arkalarında hissetmiyorlar. Zaten bu güç -hatta sadece sözkonusu sendikada toplanmış olanı bile- bir kez olsun kullanılabilse, kapitalist patronlar ve onların devleti bu derece pervasız davranamayacaktır.

Kapitalistlerin ve kapitalist devletin, işçi ve emekçileri karşılarında bir sınıf olarak görmek istememelerinin altında, elbette, sömürü ve soygun üzerine kurulu düzenlerini korumak ve devam ettirmek arzusu yatıyor. İşçi ve emekçiler, kapitalist sınıfın karşısına bir sınıf olarak dikildiği zaman, böyle asgari ücreti keyiflerine göre ve dolayısıyla sefalet ücreti olarak belirleyemiyorlar. TİS'lerde bu derece kolayından satışlara imza attıramıyorlar. Hatta, DGM direnişlerinin de gösterdiği gibi, toplumu paralize etmeye, terörize etmeye, demokratik hak ve özgürlükleri devlet terörüyle gaspetmeye imkan bulamıyorlar. İşçi sınıfı bir sınıf olarak davranabildiği sürece, sadece kendi sınıfsal çıkarları konusunda değil, egemen sınıf ve devlet erkanı dışında, toplumun tüm ezilen sınıf ve katmanlarının haklarını da korumaya çalışıyor. Sınıfsal gücünü içinde yaşadığı toplumun çıkarları için de harekete geçiriyor.

Zaten, işçi sınıfının devlet yönetimine talip olması ve ortaya koyduğu sosyalizm programı da esas olarak bunu anlatıyor. Kapitalist sınıfın tüm toplum üzerinde kurduğu sömürü ve soygun sisteminin ortadan kaldırılması, toplumsal ilişkilerin özgürlük ve eşitlik temelinde yeniden düzenlenmesi, ve nihayetinde, her koşulda bir sınıfın diktatörlük aracı olan devletin sönümlenmesine yönelik tedbirlerin alınması ve artırılması...

Kurulu düzenin sahipleri ve koruyucuları, elbette, böyle bir projeyi ve programı engelleyebilmek için tüm marifetlerini, tüm baskı ve zor tedbirlerini, tüm hile ve yalanlarını ortaya koyacaklardır. Bu, onlar için bir varlık-yokluk sorunudur çünkü.

Ama aynı şekilde, işçi sınıfı ve emekçi kitleler için de bir varlık-yokluk sorunudur bu. Toplum olarak, ya kapitalist barbarlık içinde çöküşe boyun eğilecek, ya da tarihsel misyonuna sahip çıkan işçi sınıfının sosyalizm projesi doğrultusunda, onun gösterdiği yolda mücadeleye katılarak kurtuluşa doğru ilerlenecektir. Tarihsel gelişmenin genel seyri, elbette ikinci yolu gösteriyor. Ancak inişli-çıkışlı bu seyrin, bugün için iniş değilse bile en azından durağan bir çizgi oluşturduğu bir aşamasından geçtiğimiz de aşikardır. Sınıf devrimcileri olarak görevimiz, bu gidişin kesin ve radikal bir biçimde değişmesi için üstümüze düşenleri eksiksiz bir biçimde yerine getirmektir.

Bu ise öncelikle, sınıfın yeniden örgütlü bir güce dönüştürülmesi anlamına gelir. Fakat işçilerin bir sınıf olarak ayağa kalkması, kapitalist sınıfın ve devletin karşısına dikilmesi, sosyalizm projesini cepheden savunması, böylece toplumun en geniş kesimlerini iktidar mücadelesine kazanabilmesi, onun ancak siyasal olarak da örgütlenmesiyle imkanlı hale gelebileceğinden, sınıfın örgütlenmesi daha ziyade siyasi bir program altında birleşmesi ve savaşması anlamına geliyor.

Sınıf devrimcileri olarak, bu asli görevimizi hiç unutmadan ve gereklerini ihmal etmeden, sınıfın acil talepleri ve emeğin korunması uğruna güncel mücadele yolunda örgütlenmesi için yıllardır uğraşı veriyoruz. “İnsanca bir yaşam ve özgür bir gelecek için” şiarıyla ve aylar süren bir hazırlığın ardından 12 Kasım'da toplanacak olan İstanbul İşçi Kurultayı da bu yöndeki uğraşımızın dönemsel bir ürünü olacaktır.

Kurultay Hazırlık Komitesi; “Tüm dünyada kol gezen açlık, yoksulluk, sefalet son bulsun istiyoruz. Çocuklar hastalıktan ölmesin, sokak başlarında kadınlar bedenlerini satmasın istiyoruz. Kölece çalışma koşulları, her türden eşitsizlik ve baskı ortadan kalksın, emeğimizin karşılığı ödensin istiyoruz. Bir avuç kan emicinin çıkarları uğruna sürdürdüğü savaş, işgal ve katliamlar yeryüzünden silinsin, halklar barış içinde, kardeşçe bir arada yaşasın istiyoruz. Kısacası, hakkımız olan insanca bir yaşam, özgür bir gelecek istiyoruz” çağrısıyla sesleniyor İstanbul'un işçi ve emekçilerine.

Bu çağrı sınıf için oldukça iddialı taleplere dayalı ve bu çalışma sınıf devrimcileri açısından son derece mütevazi olabilir. Ancak biz sınıf devrimcileri, bu yolda böyle mütevazi adımlarla ilerlenebileceğinin farkında ve bilincindeyiz. Bu bilinçle, bundan sonraki adımlarımızı biraz daha büyüterek ve adımlarımıza katılan adım sayısını daha da artırarak devam edeceğiz yola. Ta ki bu adımların sesi haramilerin saltanatını sarsıncaya ve muazzam gücü onu yıkıncaya dek.