21 Temmuz 2006 Sayı: 2006/28 (28)
  Kızıl Bayrak'tan
   Emperyalist haydutların yüz yıldır süren talan savaşı bölge halklarını yıkımdan yıkıma sürüklüyor
  İşgalci İsrail ordusu taş üstünde taş bırakmıyor
  İşgalci İsrail ordusu bir kez daha Lübnan topraklarına girdi
  Emperyalizmin Ortadoğu seferini durdurmak için devrimci mücadeleyi yükseltelim!
  İMF uşağı hükümet emre itaat için hazırolda bekliyor
"Sağlıkta tasarruf" ölüm demektir!
Kapitalist hayata karşı koyuştan teslimiyete, teslimiyetten nereye? - IV / Yüksel Akkaya
  Seçim tartışmaları ve liberal tutarsızlık / Orta sayfa
  KESK eylemlerinden...
  Nükleer santral karşıtı şenlik başarıyla gerçekleştirildi
  Sendikalaşma mücadelesi üzerine bir Enorcon işçisiyle konuştuk
  G-8 şefleri siyonist vahşete
kalkan oldu.
  Emperyalist saldırganlık bir kez daha Küba halkının iradesine çarpacak!
  İngiltere'de parayı veren
“Lord” oluyor...
  Irak’ta kitlesel eylem hazırlığı
  İsrail saldırısı ve hedefleri / SOSYALİST-ŞOREŞGER
  İsrail'in Lübnan ötesi
Ortadoğu tehdidi / Abu Şehmuz Demir
  4-6 Ağustos’ta Mamak 3. Kültür Sanat Festivali’nde
buluşalım!.
  Basından
  Mücadele Postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın


 

Kapitalist hayata karşı koyuştan teslimiyete, teslimiyetten nereye? - IV

Yüksel Akkaya

V. Türkiye: Neyimiz eksik ya da fazla?

Batı, “Batı” olmadan önce Anadolu'dan, Osmanlı topraklarından çıkan mallar bir ücretli emeğin önceliğine işaret eder. İpek ve yün dokumacılığının yaygın olduğu her yer bir ücretli emeğe de kaynaklık eder. Ancak, “Batı” anlamında “modern” işçi 19. yüzyılda ortaya çıkar. Özellikle ordunun ve sarayın ihtiyacını karşılamak için kurulmuş olan fabrikalarda, demiryollarında, madenlerde, tersanelerde, limanlarda, küçük imalathanelerde ve boy atmaya çalışan “özel” sektöre ait işyerlerinde “modern” işçiler varlıklarını göstermeye başlarlar. Kimisi köylü-işçi, kimisi asker-işçi, kimisi tam işçidir. Ancak, Marx'ın Kapital'de anlattığı hikayeye uygun olarak işçileştirilmeye çalışılmışlardır. “Baldırı çıplak”, “serseri” olmaya “gönüllü” olanlara acınmamış, darağaçları kurulmuş, Dersaadet'ten geldikleri yerlere gönderilmiş, zindanlara atılmıştır. Ancak, topraklarından kopanlar, zorla koparılanlar, Ludistler gibi bir büyük itiraz olarak meydan okumak yerine, pasif bir eylem olarak işten kaçmayı bu çalışma biçimine yeni yaşama itiraz olarak hayata geçirir. Çok canı yandığında, ustabaşını, idareciyi “cezalandırır”. Olmadı, acısını üretim araçlarından çıkarır, onlara gerekli özeni göstermeyerek!..

Ağır çalışma koşullarına karşı koyarken, çok milletli bir imparatorluğun tüm dezavantajları ile karşı karşıya kalır. Türk, Kürt, Musevi, Rum, Ermeni ve diğer milliyetlerden işçiler birbirlerine karşı kullanılır. Biri, diğerini işe almakla tehdit edilir, daha düşük ücret ve kötü çalışma koşulları ile çalışmaya ikna edilir. Yine de işçiler 19. yüzyıl boyunca sık sık olmasa da gerektiğinde greve gitmekten kaçınmaz. Abdülhamid karanlığında sendika kurmaya çalışırlar, greve giderler. Öyle ki, Jön Türk Devrimi olan 1908 Temmuz'undan önce Mayıs ve Haziran ayları içinde sadece İstanbul'da yirmi kadar grev gerçekleştirirler. Devrimden sonraki özgürlük ortamında, grev sayısı iki ayda 130'u aşar. Ardından sendikalar kurulur. Osmanlı işçisi uyanmaya ve örgütlenme yönünde ilk adımları atmaya başlamıştır. Ancak, Osmanlı “burjuvazisi” de akıllıdır. Hemen önlemini alır: Örgütlenmeyi yasaklar, grevleri serbest bırakır. Örgütsüz grevlerin başarısız olacağını düşünmektedir. Öncüsü, yol göstericisi Batı kapitalistlerinin yolundan gider, işçi hareketini mevzuat içine çeker: Tatil-i Eşgal Kanunu çıkarır (Grev Yasası denebilir). Yani, Osmanlı işçi hareketi, daha ilk adımı attığında zincirlenir, mevzuatiçi harekete hapsedilir. Bütün yasaklama çabalarına rağmen işçiler örgütlenmekten vazgeçmez, sendika yerine “cemiyet” adı altında örgütlenir. Zaten önemli olan ad değil, yapılan iştir, bu cemiyetler de adeta birer sendika olarak çalışırlar, günümüzün sendika adını alıp cemiyet gibi çalışan örgütlerine inat. Yirminci yüzyılın başı, pek bilinen bir ifade ile işçilerin “ateşle imtihanıdır”. Sosyalist düşüncenin de kendisini göstermeye başladığı yirminci yüzyılın ilk çeyreği bıçağın sırtıdır. Ya mevzuatiçilik ve sisteme entegrasyon ya da sisteme muhalefet. “Modern Batı”da olduğu gibi Türkiye'de de ibre mevzuatiçi, sistemle bütünleşmeye açık bir hatta evrilir.

II. Dünya Savaşı sona erdiğinde Türkiye'de esen “liberal, demokratik” rüzgarlardan nasibini alır. Yasaklayan mevzuat, yerini düzenleyen, sınırlayan, prangalayan, sistemle bütünleştirici bir mevzuata bırakır. Ardından Avrupa sendikalarını “adam” eden CIA'nın ajanları devreye girer. I. Brown öncülüğünde anti-komünist bir işçi örgütlenmesi hayata geçirilir. Sendikaların ve işçi hareketinin yönü, cılız bağlar kurduğu sosyalist hareketten, köklü bir dönüşümle kapitalist dünyaya çevrilir. Kısa hayatında işçi sınıfı hızla sisteme entegre olur. Korporatist ilişkilere daha “genç” yaşta atılır.

1960'lı yılların ikinci yarısındaki sosyalist düşüncenin sarstığı Türkiye'de işçi sınıfı da etkilenir. Özellikle 1968 yılından sonra fabrika işgalleri gibi “radikal” eylemlere yönelir. Bir “yeniden uyanış” yaşayan işçi sınıfı, bilinç açısından ulaştığı düzeyi 15-16 Haziran ile gösterir. Ancak, işçi sınıfının bu büyük meydan okuyuşundan sadece burjuvazi değil, örgütü ve partisi de “korkar”. 15-16 Haziran başkaldırısı, kendisine mesafeli radikal solun TİP'ten kopuş sürecini hızlandırırken, bütün görkemine rağmen bu radikal solu kendisine öncü olarak çekemez. Pratiğin hakkını veren işçi sınıfı adeta teori tarafından cezalandırılır! Lenin, muhteşem ifadesi ile, akan bir nehri havuza yönlendirmek yerine, kepçeyle havuza su taşıma serüvenine kapılan Türkiye radikal solu, işçi sınıfının akışını yönlendirmekten kaçındığı gibi, ivmesini artırmaktan imtina eder. İşçi sınıfı adeta körleşmeye ve kapitalist sisteme teslim olmaya itilir. Öyle olduğu için, 12 Mart'tan sonra DİSK yönetimi sosyalistlere değil CHP'ye yönelir. Öğrenci hareketine dayanan ve faşizme karşı mücadelede kendini ifade etmeye çalışan sosyalist hareket ara sıra işçi sınıfını grev ve benzeri eylemlerde hatırlasa da, işçi sınıfını anti-kapitalist rotaya sürüklemede üzerine düşen görevi yerine getirememiş, işçi sınıfını sistemden koparamamıştır. Bugün özelleştirme nedeni ile işini kaybetmek istemeyen işçiler ve eylemleri, 1980 öncesinde de faşistlere karşı işini korumak ile örtüşen paralelliğe sahip oldu. Tariş ve benzeri eylemler bunun doruk noktasını oluşturdu. Sınıf temelli bakışın yeterince işlenmediği bir süreçte bu tutum bir sürpriz olmamalıydı. Soğukkanlı olarak bakıldığında, iş ve yaşam güvencesine kavuşan işçilerin 1980 sonrasında hızla sosyalistlerden uzaklaştığını ve aynı hızla sistemle bütünleştiğini de görecektir. 1980'lerin sonuna gelindiğinde, nefesleri kokutan açlık nedeni ile yollara düşen sınıf, teklif edilen rüşvete hemen olumlu tepki vermiş ve bir kez daha sistem içinde kalmayı tercih etmiştir. Çürüme ve ihanet, ne yazık ki, farkedilemeyecek gibi değildi. 1980'ler ve 1990'lar, bazı istisnalar göz ardı edildiğinde, işçi sınıfının sistemle tamamen bütünleştiği bir dönem olarak karşımıza çıkmaktadır. Kapitalist sisteme, küçük, ama kendince önemli sayılabilecek başkaldırı denemelerinden çok hızlı vazgeçen Türkiye işçi sınıfı, ne yazık ki, sistemi muhafaza eden ve sürekliliğini garantiye alan bir konuma taşınmış bulunmaktadır.

Bunda, ufak tefek başkaldırısına yanıt verecek siyasal öncünün olmamasının büyük günahı olduğunu da unutmamak gerekir. 2000'lerde hapishanelerdeki tecritle mücadeleye ayrılan emek ile işçi sınıfına yönelik harcanan emek karşılaştırıldığında, makus talihin talihsizliği de bir kez daha anlaşılmış olacaktır. Örgütsel kaygıların sınıf kaygısının önüne geçtiği bir zaman diliminde ve mekanda işçi sınıfına, kendisine ihaneti nedeni ile söyleyecek çok şey olabilir mi? Sınıfı ayağa kaldırmak için ilkin önder olacak olanların ayağa kalkması gerekmez mi? Sınıfın krizine bir de buradan bakmakta yarar var.