28Ocak 2006 Sayı: 2006/03 (03)
  Kızıl Bayrak'tan
   ABD emperyalizminin değişmeyen savaş senaryosu
  Emperyalist-siyonist saldırganlar İran
seferine hazırlanıyor
  Derin devlet tartışmaları ve devrimci tutum
  Tekel direnişi, özelleştirme politikası
ve CHP
Deri patronlarının saldırılarına deri işçileri kararlılıkla yanıt veriyor!
  “Sosyal Güvenlik Reformu” saldırısında sona gelindi
“Sosyal Güvenlik Reformu”u saldırısı
Sosyal güvenlikte reform mu, karşı devrim mi?
  İşçilerden Maltepe-Kartal-Pendik İşçi Kurultayı’na katılma çağrısı...
  Çifte sömürüye, eşitsizliğe, baskılara
karşı çıkmak için ellerimizi birleştirelim!
Tekelci kapitalizm faşizmin anasıdır!
2005’te sınıf hareketi2: Alınan yenilgiler, büyüyen ihanet ve filizlenen çıkış arayışları
  Yeni bir yılın başında dünyada durum (Orta sayfa)
  Latin Amerika’da “sol dalga”nın yükselişi sürüyor
   Liman işçileri AB şeflerine geri
adım attırdı
   Irak’ta yeni kurulacak kukla hükümet için pazarlıklar başladı
  Filistin’de seçimler 25 Ocak’ta... Bağımsız Filistin mücadeleyle kazanılacak!
  Tehcir, göçertme hareketi ve Kürdistan
toplum yapısına etkileri-1
  Bültenlerden...
  Batı’nın İran'a karşı ittifakı
  İran’a karşı nükleer savaş
  Chomsky: Nükleer savaş tehdidi arttı
  Mücadele Postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın


 

2005'te sınıf hareketi-2

Alınan yenilgiler, derinleşen ihanet ve filizlenen çıkış arayışları

 

Sermayenin büyük özelleştirme saldırısı püskürtülemedi

Sermaye özelleştirme konusunda asıl büyük saldırıya Haziran ayından itibaren girişti. Seydişehir Alüminyum'un özelleştirilmesine ilişkin süreç henüz tamamlanmadan hükümet büyük bir kararlılıkla diğer büyük özelleştirmeler için harekete geçti. Haziran'dan Ekim'e kadarki 4 aylık dönemde önce Telekom, daha sonra ise sırayla Tüpraş ve Erdemir ihaleleri gerçekleştirildi. Telekom'un yüzde 51 hissesinin satışını öngören ihale 24 Haziran'da yapıldı. İhaleyi bir suikast sonucu öldürülen Lübnanlı politikacı Refik Hariri'nin şirketi Oger Telekom, verdiği 6.5 milyar dolarlık teklifle kazandı. Birkaç ay aradan sonra 12 Eylül tarihinde Tüpraş ihalesi yapıldı ve bu ihaleyi de Koç-Shell ortaklığı kazandı. Büyük tartışmalara yol açan Erdemir ihalesi ise birkaç kez ertelendikten sonra 4 Ekim tarihinde sonuçlandırıldı. Erdemir ihalesini, “yerli sermaye”nin sözcüsü olarak yağma yarışına giren generallerin holdingi OYAK kazandı.

Telekom, Tüpraş ve Erdemir özelleştirmeleri sırasında işçiler ve emekçiler tarafından pek çok eylem gerçekleştirildi.

Telekom çalışanları özellikle 23-24 Haziran'da, 4 ve 19 Temmuz tarihlerinde nispeten etkili iş bırakmalar ve sokak eylemleri örgütlediler. Temmuz başında özelleştirmeyi önceleyecek şekilde bazı işyerleri üzerinden geliştirilen taşeronlaştırma saldırısına karşı militan tutumlar aldılar, günler boyunca taşeronları işletmelere sokmadılar.

Tüpraş işçileri, kendilerine dönük özelleştirme saldırısının kritik aşamalarında PETKİM işçilerinin de desteklediği iş bırakma eylemleri örgütlediler. Sendika tarafından örgütlenen ve çeşitli araçlarla yürütülen özelleştirme karşıtı kampanyayı sahipsiz bırakmadılar.

Erdemir işçileri ise ilçe halkının da desteğiyle sürecin belli bir aşamasına kadar eylemden geri durmadılar. Yağmacı şirket temsilcilerini kovmaktan otoyolu trafiğe kapatmaya ve binlerce kişinin katıldığı kitlesel yürüyüşlere kadar bir dizi eyleme imza attılar.

Kabaca çizilen bu tablodan da anlaşılacağı gibi, Seydişehir işçilerinin 23 Mayıs eyleminden başlayıp Erdemir'in satışının kesinleşmesine kadar geçen yaklaşık 5 aylık süreçte, özelleştirmeye karşı gerçekleştirilen pek çok eyleme tanık olundu. Ancak bütün bu eylemler birleşik bir karakter taşımıyordu.

Bu süreçte, işçi ve emekçiler arasında özelleştirmeye karşı birleşik mücadele eğilimi önemli ölçüde güçlenmişti. Bütün eylemlerde “Yaşasın sınıf dayanışması!”, “İşçi-memur elele genel greve!” gibi birleşik mücadele isteğini yansıtan şiarlar belirgin biçimde öne çıkıyordu. Fakat bu güçlenen eğilimin ortaya çıkarttığı potansiyel güç, birleşik mücadele kanalına akıtılamadı. Bunun gerektirdiği araçlar yaratılamadı, pratik adımlar atılamadı. Sonuçta da her biri kendi mecrasında akan bu parçalı dolayısıyla da güçsüz eylemler, özelleştirme konusunda gayet kararlı davranan sermayeye geri adım attırmaya yetmedi. İşçi ve emekçiler, önemli bir mücadele potansiyeli taşımalarına rağmen, bu potansiyeli harekete geçirecek örgüt ve önderlik sorunları aşılamadığı için, sermayenin özelleştirme alanındaki adımlarını seyretmek durumunda kaldılar.

Bir önceki yıl özelleştirme saldırısının hedefi daha ziyade orta ölçekli işletmelerdi ve buralardaki direnişler etrafında bir birleşik mücadele örgütlemenin nesnel koşulları gerçekten de fazlasıyla zayıftı. Bu bakımdan, sermayenin 2005 yılının ikinci yarısında en büyük KİT'leri eş zamanlı olarak özelleştirmeye kalkışması aslında sınıf hareketine bir meydan okumaydı. Zira bu eş zamanlı saldırı, sermaye açısından, büyük KİT'lerde birleşik hareketlenmeyi tetiklemek gibi bir riski de taşıyordu. İşçi sınıfı açısından da büyük KİT'lerde eş zamanlı bir saldırının yaşanması, buralarda etkili bir birleşik mücadelenin örgütlenmesi için elverişli bir zemin sunuyordu, dolayısıyla da sınıf hareketinin son yıllarda içine gömüldüğü ölü toprağını kaldırıp atması için önemli bir olanaktı.

Bu olanak sınıf hareketi tarafından değerlendirilemedi. Sermayenin 12 Eylül'den bu yana süren sistematik saldırılarının işçi sınıfı hareketini ne ölçüde tahrip ettiği, dağınık ve güçsüz bir hale soktuğu bu vesileyle bir kez daha görülmüş oldu.

Sermaye özelleştirme başarısını sendikal korucularına borçlu

Büyük özelleştirme hamlesine karşı ciddi bir karşı koyuşun örgütlenememesinin gerisinde sermayenin sendikal korucuları olarak görev yapan ihanet çetelerinin özel bir payı vardı kuşkusuz. Gerçekten de sendikal bürokrasi, özellikle de Türk-İş yönetimi, işçilerin birleşik mücadele konusundaki ısrarlı beklentilerini yanıtsız bırakmakla kalmadı; yeri geldiğinde sahte gündemler yaratarak, yeri geldiğinde mücadele güçlerini oyalayarak ve yeri geldiğinde de en kaba biçimde müdahale ederek özelleştirme karşıtı mücadelenin dağınık ve etkisiz kalmasında kritik bir rol oynadı. Özelleştirme saldırısının başarıya ulaşması konusunda sermayeye çok büyük bir hizmette bulundu.

Bu ihanet çetesinin SEKA'da izlediği yöntem iki aşamalıydı. Başlarda gereken desteği vermeyerek, dayanışmayı örgütlemekten kaçınarak direnişi yalnızlığa mahkum etmeye çalıştılar. Direnişin gücü bu hesabı bozunca, bu kez göstermelik destek eylemleriyle inisiyatifi ele aldılar ve ilerleyen günlerde de en kaba bir biçimde direnişi bitirme yönünde müdahalede bulundular.

Bu kaba müdahale yönteminin yılın ikinci yarısında gündeme gelecek büyük özelleştirmelerde pek de işe yaramayacağını sermayenin kendisi de, Türk-İş yönetimi de biliyordu. Bu yüzden zaman yitirmeden daha ince yöntemleri de devreye sokmaya yöneldiler. Bu işin sözcülüğünü de Türk-İş üstlendi. Salih Kılıç'ın 1 Mayıs kutlamaları sırasında yaptığı konuşmada özelleştirme karşıtlığını ısrarla yabancı sermaye karşıtlığı ile bir tutması, özelleştirme karşıtlığı adına “vatan, millet” edebiyatı yapmaya soyunması, devreye sokulacak yeni yöntemlerin de habercisiydi bir bakıma. Türk-İş, sınıfın geri bilincinin istismarına dayalı bu yeni politikasıyla hem o dönem tırmandırılan gerici şoven kampanyaya destek vermiş, hem de özelleştirme karşıtı mücadeleye sahte bir gündem dayatmış oluyordu. Elbette Türk-İş, bu sahte gündem yaratma kampanyasını kendi başına yürütmedi. Kampanya, bu politikanın asıl sahibi olan sermaye tarafından da her alanda etkili biçimde sahiplenildi. Özellikle Tüpraş ve Erdemir özelleştirmeleri sırasında ayyuka çıkan “yerli sermaye-yabancı sermaye” tartışmalarının arkasındaki en temel neden, özelleştirme karşıtı mücadelenin sahte ayrımlar üzerinden parçalanıp zayıf düşürülmesiydi.

Tüpraş'ta örgütlü bulunan Petrol-İş Sendikası, “yerli sermaye-yabancı sermaye” tartışması ile kurulan tuzağa düşmedi. Fakat buna rağmen sermaye medyası ve Türk-İş yönetimi tarafından işin özellikle bu yanı öne çıkartıldı. İhaleyi “yerli sermaye”nin has temsilcilerinden Koç Holding'in kazanmasıyla birlikte Tüpraş işçisinin özelleştirme karşıtı mücadelesi yalnız ve sahipsiz kaldı. Petrol-İş Sendikası'nın mahkeme süreçlerine bel bağlayan tutumu bunu ayrıca güçlendirdi.

Erdemir'de örgütlü faşist Türk Metal zaten bu sermaye politikasının patent sahiplerinden biri durumundaydı. Aynı gerici söylemi işçileri denetim altında tutmak ve bilinçlerini dağıtmak için yıllardır kullanıyordu. Başlarda böyle bir tartışma henüz gündemde olmadığı için Erdemir işçisinin tepkisini sahiplenmek, özelleştirmeye karşı bir şeyler yapmak durumunda kalan faşist ihanet çetesi, gündeme geldiği andan itibaren bu gerici söyleme dört elle sarıldı. Erdemir'in özelleştirilmesine karşı mücadeleyi “Erdemir'e yabancı bayrak çektirmemek” mücadelesine çevirmek için elinden ne geliyorsa yaptı. Sonuçta da Erdemir'in “yerli” sermaye gruplarından OYAK'a peşkeş çekilmesi karşısında duyduğu sevinci gizleme gereği bile duymadı. Tam tersine bunu savundu.

İhanet çetelerinin sermayeye hizmeti özelleştirme ile sınırlı olmadı

Değerlendirmemizin başlarında da yeri geldikçe vurguladığımız gibi, sendikal ihanet çeteleri ve onların oluşturduğu Emek Platformu, geçmiş yıllarda olduğu gibi 2005 yılında da sermayeye büyük hizmetlerde bulundular.

Geçmişte kölelik yasasının kolaylıkla uygulamaya sokulması konusunda sergiledikleri açık işbirliğini, 2004 sonundan itibaren gündeme gelen ve sınıfın en temel sosyal haklarını tehdit eden saldırı politikalarına yataklık ederek pekiştirdiler. 2005 yılının daha ilk günlerinde SSK hastanelerinin devrine karşı mücadelenin başarısızlığı için seferber olan ihanet çeteleri hemen ardından SEKA direnişini boğma işine soyundular. Peşinden büyük özelleştirme saldırısı boyunca birleşik mücadele eğilimini dinamitlemek, mücadelenin sermaye için bir probleme dönüşmesini engellemek için gene ne gerekiyorsa yaptılar.

2005 yılı Eylül ayı özelleştirmeyle ilgili en önemli gelişmelerin yaşanmakta olduğu bir dönemdi. Bağlı sendikalar umutsuz bir biçimde Türk-İş yönetiminden ve Emek Platformu'ndan eylem ve mücadele kararları bekliyorlardı. Fakat Emek Platformu'nu elinde tutan ihanet çeteleri bu konuda sermaye tarafından kendilerine yüklenen mücadeleye köstek olma görevini layıkıyla yerine getirdiklerini düşünüyor olmalıydılar ki, Eylül ayında gerçekleştirdikleri toplantılarda özelleştirme konusunda en ufak bir somut karar almadılar. Onun yerine tüm dikkatlerini henüz gündemde olmayan “Sosyal Güvenlik Reformu”na çevirmişlerdi.

Eylül 2005 tarihi itibarıyla bu ihanet çeteleri Sosyal Güvenlik Reformu'nu gündemlerine almışlardı. 19 Eylül'de bir toplantı yapan Emek Platformu, özelleştirmeyle ilgili beklenti içinde olanlarla dalga geçercesine, Ekim ayında meclise gelmesi beklenen “Sosyal Güvenlik Reformu'na” karşı “en sert, en radikal eylemlerin yapılmasına” karar verdi. Elbette ki Emek Platformu'nun niyeti sosyal hakların gaspına karşı önden sınıfı uyarmak, mücadeleyi örgütlemek değildi. Sendikal çeteler yeni bir ihanetin hazırlığını yapıyorlardı.

Sınıf devrimcileri Emek Platformu'nun 19 Eylül toplantısının ardından Kızıl Bayrak'ın 24 Eylül tarihli 2005/38. sayısında sendikal ihanet cephesinde yaşanan tabloyu ve işçiler açısından tutulması gereken yolu şu şekilde ortaya koymuşlardı:

“Özelleştirme saldırısına direnmek anlamında ciddi bir çaba ortaya koymayanların, gerekli mücadeleyi örgütlemeyenlerin Sosyal Güvenlik Reformu saldırısına direnme adına söylediklerinin hiçbir samimiyeti yoktur. Emek Platformu bu açıklamayla özelleştirme saldırısına karşı hiçbir şey yapmayacağını ilan etmiş, saldırının hedefindeki işçi ve emekçileri bir kez daha yüzüstü bırakmıştır.

“Türk-İş yönetiminden, diğer konfederasyonlardan ya da Emek Platformu'ndan mücadeleyi geliştirmek adına bir şeyler beklemenin ise şu aşamadan sonra hiçbir anlamı yoktur. Onlar, bu mücadelede kimin safında olduklarını SEKA ve Seydişehir'de göstermişlerdir. Son bir haftada gerçekleştirilen toplantılarda sergiledikleri oyalamacı tutum ihanet çetelerinin gerçek yüzlerini bir kez daha ortaya sermiştir.

“Saldırının doğrudan muhatabı olan işletmelerdeki öncü işçiler ve mücadeleden yana tutum alma iddiasındaki sendikacılar için geriye bir tek yol kalmaktadır; sınıfın kendi gücüne güvenmek, saldırıya karşı dişe diş bir mücadeleyi tabanda örgütlemek. Farklı sektörler arasındaki birleşik mücadeleyi de gene tabana dayalı örgütlenmeler üzerinden gerçekleştirmek.

“Sınıf güçlerini birleştirmenin yolu güçlü direnç noktaları yaratmaktan geçmektedir. SEKA bu konuda bir örnektir. SEKA'nın gittiği yoldan gitmek, fakat düştüğü yanlışlara düşmemek, özelleştirmeye karşı mücadelenin de, bundan sonraki saldırılara karşı koyabilme yeteneği kazanmanın da tek yoludur.” (Kızıl Bayrak, 03 Eylül ‘05, Sayı: 2005/35)

İMF'nin de onayı ile hükümet sosyal hakların gaspına ilişkin yasaları Ekim ayında meclis gündemine almaktan vazgeçti. Bu yasaların çıkartılmasını 2006'nın Şubat ayına erteledi. Anlaşılan o ki sermaye, ne kendisinin ne de sendikal ihanet çetelerinin bu saldırının yol açacağı tepkileri göğüsleme konusunda henüz yeterince hazır olmadığını düşünmekteydi.

Gündemdeki saldırılar üzerinden taban basıncı sonucu planlanıp hayata geçirilen 17 Aralık Ankara mitingi ve sonrasında yaşanan gelişmeler, sendikal ihanet cephesinde değişen bir şey olmadığını, bu sendikal korucuların yeni yılda da sermayeye hizmet için pusuda beklediklerini bir kere daha göstermiştir.

Çözüm yeni bir sınıf hareketi

Sermayenin 12 Eylül'den bu yana uyguladığı saldırı politikalarının yarattığı büyük tahribat ve sendikal ihanet çetelerinin çabaları sonucu artık sınıf hareketi sermaye karşısında büyük ölçüde çaresizliğe mahkum edilmiş durumdadır. Hem örgütlülük hem de bilinç planında sınıfın uğradığı tahribat oldukça kapsamlıdır. Bu bakımdan sınıf hareketinin köklü bir yenilenme yaşaması gerekmektedir. Devrimci temellerde yeni bir sınıf hareketinin inşaası, sınıf hareketini işine düştüğü durumdan çıkartmanın tek çözümüdür. 2005 yılında yaşananların toplam bilançosu döne döne bu temel önemdeki gerçeğin altını çizmiştir.

Devrimci temeldeki yenilenmenin ön koşulu sınıf hareketine dönük devrimci politik müdahaledir. Sınıf devrimcileri bu bakıştan hareketle 2005'in başlarında çeşitli adımlar atmışlar, 13 Şubat'ta İstanbul'da yüzlerce devrimci öncü işçisinin katıldığı bir sempozyum düzenleyerek, sınıf hareketinin temel sorunlarına bu platform üzerinden de vurgu yapmışlardı.

2005 yılının son aylarında bu konudaki girişimlerini yeni bir düzeye taşımaya yöneldiler. Eylül ayı başlarından itibaren İstanbul'daki bazı sanayi bölgelerinde yerel işçi kurultayları düzenlemek için harekete geçtiler. Sınıf devrimcileri bu adımı gerekçelendirdikleri metinde şunları söylüyorlardı;

Sınıf hareketinin “bugünkü tablosuna bakıldığında, bir yanda atomize denilebilecek düzeyde bir parçalılık; öte yanda ise, yılları bulan saldırıların güvencesiz ve geleceksiz bıraktığı işçilerin bunu etinde-kemiğinde hissetmesi, sınıf bilincinden yoksunluk ve örgütsüzlük çaresizliği beslese de, sürekli biriken ve yoğunlaşan bir öfke sözkonusudur. Bu durum birleşik mücadele ve örgütlenme ihtiyacını yakıcılaştırmakta, sınırlı ve belirsiz de olsa eylem ve örgütlenme planında arayışı beslemektedir. Çaresizlik ve karamsarlığın yanında, sık sık sendikal düzlemde ortaya çıkan ama genellikle başarısızlıkla sonuçlanan mevzi hareketlenmelere yol açmaktadır. Tabloyu tamamlaması bakımından belirtilmesi gereken bir olgu da; ‘90'lı yılların başındaki hareketliliğin ortaya çıkardığı, bir dönem hiç değilse sendikal düzlemde sınıf hareketinin ihtiyacına yanıt verme niyetiyle üst kademe sendika bürokrasisine basınç uygulayan alt kademe sendikacıların da inanç ve irade planında tükenmiş olmalarıdır. (...)

“İşçi sınıfının yüzyüze bulunduğu saldırıları teşhir etmek, görevleri tanımlamak ve örgütlenme-mücadele hattının propagandasıyla yetinmekten çıkarak artık pratik-somut adımlar atmak, kalıcı mevziler elde etmek, mücadele ve örgütlenme ihtiyacına yanıt verecek zeminleri yaratmak, yolları açmak durumundayız. Bu ise yeni bir çalışma düzeyi demektir. Böyle bir çalışma doğal olarak, sınıf güçlerini bir araya getirmeye yoğunlaşacak, bunu merkezi bir mücadele-örgütlenme ve eylem çizgisiyle birleştirmeyi hedefleyecektir. İşte bu anlayışla merkezi bir kurultay çalışmasını önümüze koymuş bulunuyoruz.”

Sınıf devrimcilerinin Eylül ayında başlattıkları bu çalışma aylar süren pratik hazırlık döneminden sonra Aralık ayı içerisinde ilk sonuçlarını vermeye başladı. Üç ayrı bölgede kurultaylar planlandığı gibi gerçekleştirildi. Diğer üç bölgede daha şu günlerde gerçekleştirilecek. Böylece İstanbul üzerinden planlanan yerel kurultaylar tamamlanmış, bu temele dayalı merkezi bir kurultayın önü açılmış olacak.

Sınıf devrimcilerinin kurultaylar üzerinden attıkları mutevazi adım, elbette ki sınıf hareketinin devasa sorunlarına bugünden yarına kolaycı bir çözüm reçetesi oluşturmuyor. Sınıf devrimcilerinin bu adımı daha ziyade sınıf hareketinde yenilenme ihtiyacının altını güçlü bir şekilde çiziyor ve sınıf hareketinin gündemine bu tartışmanın taşınmasını amaçlıyor.

Yeni yılda bu adımı büyütme, kurultay çalışmasını sınıf hareketine devrimci müdahalenin işlevsel bir aracı haline getirme sorumluluğu sınıf devrimcilerinin omuzlarında.