15 Mayıs'04
Sayı: 2004/19 (11)


  Kızıl Bayrak'tan
  Emperyalist NATO Zirvesi'ne geçit vermeyelim!
  Genelkurmay, NATO'dan gelecek taleplere karşılık verebilmek için yeni düzenlemelere başladı...
  Emperyalist NATO Zirvesi'ne karşı etkin ve başarılı bir kampanya için!
  Fason YÖK yasası meclisten geçti...
  İşbirlikçilerin yanında yeralanlar "Denizler'in mirasını" sahiplenemezler!
  1 Mayıs'ın aynasından dayanaksız hayaller
  Belediye toplusözleşmelerinde esnek çalışma dayatması...
  Emperyalist NATO müdahalesi için hazırlanan zemin... "Bosna trajedisi" nasıl yaratıldı?
  Irak'ta dünyaya sırıtan emperyalizmin kanlı dişleridir!
  Küstah haydut takımı Iraklılar'dan özür diliyor...i
  Irak'ta işkence yaygın ve sistematik...
  Diyarbakır, Guantanamo ve Ebu Garip...
  SHP solculuğu
  Küba'ya karşı yeni provokasyon
  Dünya Bankası Kongo'da yağmur ormanlarını yağmalıyor
  Fransa'da büyüyen sözde "anti-semitizm"!..
  Ekim Gençliği'nden...
  Bültenlerden...
  Kürdistan'daki siyasal akımlar-2
  Ya dünyamız dev bir çöplüğe dönüşecek, ya da kapitalizm tarihin çöplüğüne gömülecek!
  Direniş: Yaşama sanatı!
  Emperyalist saldırı, BOP ve NATO Zirvesi
  Mücadele postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın



 
Dünya Bankası Kongo’da
yağmur ormanlarını yağmalıyor

M. Sinan

2.5 milyon km karelik bir alanı kaplayan yağmur ormanlarının yaklaşık olarak yarısı Kongo’daki nehir havzalarında bulunmaktadır. 60 milyonu bulan nüfusu ve son on yılda yaşamış olduğu iç savaşlar nedeniyle Kongo, şu an dünyanın en yoksul ülkesi durumundadır. Dünya Bankası öncülüğünde yeniden kurulmaya çalışılan “ülke ekonomisi” daha şimdiden can çekişmeye başladı. Ekonominin yeniden inşasını iki temel sektör üzerine oturtmaya çalışan Dünya Bankası, bu programla yeni felaketlerin kapısını da aralamış durumda. Bu sektörlerden biri yeraltı zenginliklerinin yağmasına dayanan madenciliktir. Bir diğeri ise yağmur ormanlarının talanıdır.

Dünya Bankası, 2002 yılında yapmış olduğu analizlerle, Kongo’nun yıllık tropik-kereste üretimi olan 6 milyon metrekübün en az 60 katına çıkarılması gerektiğini iddia ediyor. Dünya Bankası yetkilileri, 60 milyon hektar yağmur ormanlarının kullanıma açılmasının, atmosferdeki sera dengesine ve buna bağlı olarak da iklim değişikliklerine yol açmayacağını açıklamış durumda. Oysa ki gerçeğin böyle olmadığı, kimi çevre örgütleri ile İngiliz bilim adamı Rainforest Foundation tarafından açıklandığı üzere, bunun 21. yüzyılın ilk büyük felaketine yol açabileceği belirtilmektedir. Dünya Bankası’nın planlamaları doğrultusunda, 2002’nin Ağustos’unda çıkarılan yeni yasalarla devlet koruması altında bulunan bu alanların %15’inin yağmalanmasına da başlamış durumdalar.

Kongo Çevre Örgütü’nün (CENDEP) yaptığı açıklamaya göre bu yasal düzenlemeler, milyonlarca insanın hayatına malolabilecek felaketlerin ön habercileridir. Kimi çevre örgütleri ve bilim çevrelerince gösterilen tepkiler üzerine bir açıklama yapan Dünya Bankası’nın Hollanda delegasyon şefi Kinhasa Onno Rühl, bu uygulamaların ağaçsızlandırmaya neden olmayacağını ve herhangi bir olumsuz sonucunun da yaşanmayacağını, çünkü bu ormanların çoğunun değersiz olduğunu iddia ediyor. Oysaki rakamlar meselenin hiç de böyle olmadığını göstermektedir.

Dünya Bankası’nın tam anlamıyla denetimine almış olduğu yağmur ormanları, büyük sermaye tekellerince çoktan paylaşılmış durumdadır. Tek başına Die SIFORCO firması, 3 milyon hektarlık alanı parsellemiş ve yıllardır en fazla üretimi yapan tekel durumundadır. Bu, Kongo’nun kuzey ve batısındaki fabrikalarıyla yıllık üretimi 160.000 metreküp olan bir Alman tekelidir. Die SIFORCO’nun şefi Dieter Haag, iki hafta önce yaptığı açıklamayla, Kongo’nun kuzeyindeki fabrikalarda tek başına bu yıl 40 bin metreküp üretim kapasitesine ulaşacaklarını belirterek, bu oranın 2005 yılında en az üç katına çıkarılması gerektiğine işaret etti.

Bütün bu veriler Dünya Bankası’nın Kongo’da yaşanan ekonomik krize bulmuş olduğu “reçete” oluyor. Çünkü bu ormanların yağmalanması halinde, Kongo’nun bugün içinde bulunduğu ekonomik sıkıntıları aşacağı söylenmektedir. Tabii ki bunun yaratacağı sonuçların neler olabileceği çok da önemli olmamaktadır. Ayrıca bu orman yağmasının, Kongo’daki iktisadi yaşama olumlu yönde yansıyacağı da tartışmalıdır. Yoksul ülkelerdeki ekonomileri “düzlüğe çıkarmak” gibi “kutsal” bir misyonla hareket eden Dünya Bankası’nın kirli sicili düşünüldüğünde, bütün bunların bırakalım ekonomik yaşamda bir düzelme yaratmayı, daha büyük ekonomik krizlere neden olacağı açıktır.

Unutmamak gerekir ki, insanlığın yaşadığı felaketlerin yegane sorumluları, bugünkü dünya sermayesine yön veren Dünya Bankası, İMF, OECD vb. kuruluşlardır.

BM’ye göre dünyanın yüzde 70’inden fazlasına denk gelen yaklaşık 4 milyar 600 milyon insan yoksulluk ve açlık içinde yaşıyor. 3 milyar 300 milyon insan, yoksulluk sınırı olarak kabul edilen günlük 2 doların altında bir gelirle yaşarken 1 milyar 300 milyonluk bir kesim ise açlık sınırı olan 1 dolarlık bir gelire mahkum edilmiş durumdadır. Yine kendi verileri gösteriyor ki, Ortadoğu’da, Afrika Sahrası’nın altında kalan bölgelerde ve Güney Asya’da açlık ve sefalet her geçen gün artmaktadır. Artan açlık ve sefaletin bugünkü ekonomik politikalarla önlenemeyeceği ise açıktır. Tam tersine, bu politikalar bu sosyal felaketleri günden güne büyütmektedir.

Dünya Bankası’nın öncülüğünde uluslararası sermayeye peşkeş çekilen, “üçüncü dünya ülkeleri” olarak da adlandırılan bu ülkelerin zenginlikleri emperyalistler tarafından yağmalanırken, söz konusu ülkeler iktisadi alanda her geçen gün daha da gerilemektedir.

Dünya Ekonomik Forumu’nun 2003 yılı raporu, dünyada 104 milyon çocuğun ilkokula dahi kayıt yaptıramadığını, bu çocukların %60’ının da kız çocuğu olduğunu ifade etmektedir. Oysa ki 2000 yılında Katar’ın Doho kentinde altına 189 ülkenin imza attığı Milenyum Bildirgesi’nde, eğitimin evrenselleştirilerek dünyadaki herkesin cinsiyet farkı gözetilmeksizin bu haktan yararlanmasının bir zorunluluk olduğuna işaret edilmiş ve bunun hayata geçirilmesi için de 300 milyon dolarlık bir fonun oluşturulması karara bağlanmıştı. Zengin ülkelerin, gelişmemiş ülkelerin küresel eğitime bir an önce dahil edilmesi için vaadettikleri bu para ödenmediği gibi, yapılan açıklamalardan bu uygulamanın askıya alındığı ortaya çıkmaktadır.

Emperyalist-kapitalist sistemin yolaçtığı felaketler bunlarla da sınırlı değildir. Buna en iyi örnek Afrika kıtasını kasıp kavuran AIDS belasıdır. Emperyalistler, AIDS salgınını önleme ve çevresel kirlenmeyi azaltma konusunda ayırmış oldukları bütün fonları kaldırmış bulunuyorlar. Buna yağmur ormanlarının korunması için ayrılan “fon”u da eklemek gerekiyor.

Küresel ısınma oldukça ciddi bir duruma gelmesine rağmen gelişmiş ülkelerin, buna neden olan gazların azaltılması yoluna gitmediklerini yine kendi açıklamalarından öğreniyoruz. Oysa hatırlanacağı üzere, ortada ABD’nin henüz imzalamadığı bir Kyoto Anlaşması vardı. Soluduğumuz havada olması gerekenden katbekat fazla bir karbondioksit oranı birikmiş durumda. Bu da atmosferin katmanlarının işlevini yerine getirememesine neden olmaktadır. Bilim çevrelerince yapılan açıklamaya göre, bütün bunlara atmosfere yayılan kontrolsüz zararlı gazlar neden olmaktadır. Bu listeyi uzatmak mümkün.

İnsanlığı ve doğayı, bencil çıkarları ve daha fazla kâr hırsı uğruna büyük bir felaketin eşiğine getirmiş bulunan emperyalist-kapitalist sistem tarihin çöplüğüne atılmadığı sürece insanlığa ve hele de gelecek kuşaklara yaşanılacak bir dünya kalmayacaktır.

Bugün Kongo’da dünyanın akciğerlerine saldıranlar tam da o formalite Kyoto Anlaşmasının altına imza atmış olanlardır. Bu ormanları tahrip ederek dünyamızın akciğerlerine saldıranlar, böylece aslında hepimizin varlığına saldırmış durumdadırlar. Öyleyse insanı ve doğayı korumak, yaşanılası kılmak için alınterinin, emeğin ve özgürlüğün kızıl bayrağı altında mücadele, kendini insanlığa karşı sorumlu hisseden herkes için ertelenemez bir görevdir.

(İstatistik verileri Dünya Ekonomik Forum’unun
yayınladığı bildiriden alınmıştır)




“Araba kapısından bile daha değersiziz...”

İtalya’da Fiat işçilerinin kararlı direnişi

Güney İtalya kenti Melfi’deki işletmede Fiat işçilerinin başlattıkları grev üçüncü haftasını doldurdu. Üç haftadır büyük bir kararlılıkla sürdürülen grev diğer işletmelerin üretimini de önemli oranda etkileyince dikkatleri üstüne çekti. Yapılan açıklamaya göre, grevin yol açtığı maddi kayıp 250 milyon Euro dolayında. Seslerini duyurmak, destek sağlamak için, geçtiğimiz hafta grevci işçiler bir “Roma yürüyüşü” düzenlediler. İşçiler artık “ikinci sınıf işçi” konumunu kabullenmek istemiyorlar, zira Fiat’ın diğer işletmelerindeki işçilere göre daha düşük ücret alıyorlar.

Bu küçük kentteki işletmede iş koşulları keyfi ve akılalmaz derecede ağır. İşçiler bir hafta yerine 12 gün aralıksız ve değişik vardiyalarda çalışmak zorundalar. Aynı tekele bağlı işletmelerde değişik uygulamaların sözkonusu olması, sömürü oranındaki farklılıklar, bazı işletmelere mesleki eğitim sunulurken bu işletmede verilmemesi, greve yol açan nedenlerin başında yeralıyor. Bandlar o derece hızlı ki, işçiler terlerini silmeye dahi fırsat bulamıyorlar. “Ben burada bir vida ya da monte ettiğim bir araba kapısından daha değersizim” diyor bir grevci işçi. İşçiler boğucu hale gelen denetimden ve en ufak bir “olumsuzluktan” dolayı ceza verilmesinden şikayet ediyorlar. Son üç yılda yalnızca yanlış park etme gerekçesiyle 9 bin uyarı almışlar.

Grevin ilk gününden itibaren işletme yönetimi tehdit ve şantajlarla greve katılımı engellemeye çalışmış. Ancak hiçbir işçi bu tehditlere boyun eğmemiş. Bölgede son on yılın en görkemli grevi olan bu işçi eylemi gelinen yerde İtalya kamuoyunda, özellikle de işçiler içinde yoğun bir şekilde tartışılmakta. İşçilerin büyük kısmı 35 yaşın altında ve bu “modern” fabrikada işe başladıklarında sendikalı olmayı gereksiz görmüşlerdi. Fakat üç haftalık direniş deneyimi bu durumu tamamen değiştirmiş. Melfi grevcileri artık örgütlü.

Son günlerde Melfi’de yapılan gösterilere devlet güçleri sürekli müdahale ediyor. Amaç eylemlerin işletme dışına sıçramasını engelemek. İşçilerin bazı eylemlerini sendikalar bile ilk etapta “hoş” karşılamıyordu. İtalya’da grevdeki işçilere sendikalar tarafından ücret ödenmiyor. Buna rağmen Melfi işçileri geri adım atmadılar.

Artık yerel bir grev eylemi bir genel politik soruna dönüşmüş bulunuyor. Diğer Fiat işletmelerindeki işçiler ardarda dayanışma eylemi hazırlıklarını duyurmaya başladılar. Bunun üzerine Fiat tekeli yöneticileri işçi temsilcileri ve sendika yöneticileriyle konuşmaya hazır olduklarını açıklamak zorunda kaldılar. Başkent Roma’da yapılan gösteride bir konuşma yapan Metal işçileri sendikası başkanı Gianni Rinaldini, sözlerini şu cümleyle tamamlıyor. “Biz karşı taraftan bir dakika daha fazla mücadale edebiliriz...”

Fiat işletmesindeki bu işçi direnişinin benzerlerinin önümüzdeki dönemde AB’nin değişik ülke ve bölgelerinde yaşanması kaçınılmaz olacak. Bu örnek, dipten dibe mayalanan genel bir sınıf dinamiğinin yerel bir yansımasından başka bir şey değildir.