Yayın ve faaliyet üzerine...
Süreç bize önemli görev ve
sorumluluklar yüklüyor
Fabrikalarla emekçi mahallelerin içiçe olduğu, geniş bir işçi havzası olan Güneşlinin bir fabrikasından sesleniyorum size. 13 saatin altına düşmeyen sigortasız-sendikasız yoğun çalışma saatleri, zorunlu mesailer, kölelik yasasıyla birlikte daha da artan hakların gaspı, baskı ve hakaretlerin yoğun yaşandığı çalışma ortamında kuralsızlık diz boyu. Tek bir kural var, o da patronun daha fazla kâr etmesi ve bunun için her türlü uygulamayı mübah sayması. Bunlar bütün işyerlerinde yaşanan sorunlardır. Bunları başka bir yazıda dile getireceğim. Burada pratik ve yayın faaliyetine dönük düşüncelerimi, dönemsel görev ve sorumluluklarımızı sizlerle paylaşmak istiyorum.
Gazetemizi ilgiyle takip ediyorum. Olaylara ve topluma bakış açımın şekillenmesinde, işçi arkadaşlarla yaptığım sohbet ve tartışmalarda Kızıl Bayrakın büyük bir katkısının olduğunu söylemeliyim. Bazı arkadaşlar, diğer işçilerle aramızda sıcak ilişki ve etkileşimi yakalamamın arkasındaki gücü soruyorlar. Eski işyerinde iki işçi şunları söylemişti; Sen bu insanlara büyü mü yaptın ki ilişkileriniz bu kadar iyi, Peki bütün işçilerin arasında kaç kişisiniz, kaç işçi senin gibi düşünüyor, bu gücün kaynağı ne? vb. Benzer sorularla karşılaştığımda, bu gücün temelinde sınıfın devrimci programı olduğunu, işçi sınıfının sınıfsal-tarihsel haklılığını, kısaca davamızı anlatıyorum. Kızıl Bayrakı diğer yayınlardan ayıran temel etmenlerden biri de, okurunu yazmya, okumaya, araştırmaya, düşünmeye sevketmesidir. Bu da işçi sınıfının devrimci programından, düşünen ve savaşan kadroların yaratılmak istenmesinden ayrı düşünülemez.
Sevgili dostlar, bu kısa girişten sonra gazeteye dair düşüncelerimi sizlerle paylaşmak istiyorum. Yazılar tam da sınıfın bağımsız devrimci bakışı üzerinden tok, seviyeli ve doyurucu oluyor. Mesela son dönemlerde yapılan MLKP eleştirisi ve yerel seçimler vesilesiyle liberal-reformist solun düzen soluyla bütünleşmesine dönük ideolojik-politik değerlendirmeler oldukça işlevsel ve anlamlı. Bunun sürekliliğinin olması gerektiğini düşünüyorum, inanıyorum ki bu olacaktır da. Reformist ve küçük-burjuva devrimci kanatlarıyla solun hızlı adımlarla düzene doğru kayması, birbirlerinin boşluklarını doldurma çabaları, sınıfın bağımsız devrimci programına ve sınıfın partisine, okuruyla, sempatizanıyla, militanıyla bir bütün olarak büyük görev ve sorumluluklar yüklemektedir.
Sınıfın genelinde okumama alışkanlığının olduğunu düşünürsek, yazıların kısa, tok ve ajitatif olmasının daha etkili olacağını düşünüyorum. Mesela gazeteyi verdiğim işçilerin çoğu ilgilerini çeken başlıkları, resimleri şöyle bir gözden geçiriyor ve kısa işçi mektuplarını okuyorlar. Bültenlerin bu konuda daha etkili olduklarını gözlemliyorum. Bültenlerdeki yazıların kısa olması, genel tahlilden öte doğrudan sorunlara değinerek teşhir etmesi ve ajitatif bir dil kullanması, etkili resimlerin ve başlıkların kullanılması vb. hem işçilerin dikkatini çekiyor, hem de okumalarına neden oluyor. Bültenle gazeteyi şüphesiz karşı karşıya getirmiyorum, ikisi birbirini tamamlayan işlevlere sahip.
Bir başka önemli konu resimlerin kullanımı. Kimi zamanlar oluyor ki resimler yeterince etkili kullanılamıyor. Örneğin, Ekim Gençliğinin kampanya sonrasında yaptığı merkezi etkinliğin fotoğrafları etkili bir şekilde yeterince kullanılamadı. Ya da miting ve eylemliliklerde kortejlerimizin/pankartlarımızın resimleri, yapılan pratik faaliyetlerin (afiş vb.) fotoğraflarının yayınlanması daha farklı bir görüntü sunacaktır. Nitekim geçmiş süreçlerde bunlar yapılıyordu. Son dönemde seçim çalışmalarının görsellikleriyle gazeteye yansıması ayrı bir etki yaratıyor. Başlıklar ve görüntülere yansıyan yüksek moral, coşku, iddia, yazıları daha da bir ilgiyle okutturuyor. Bir söz vardır; Bazen bir resim binlerce sözcüğün anlatamayacağı şeyleri anlatır.
Pratik faaliyetlere dönük düşüncelerimi ise şu şekilde dile getirmek istiyorum. Pratik çalışmalar genelde Sefaköy-Topkapı-Mecidiyeköy güzergahı ve yakın bölgelerinde oluyor. Afişlerimiz bu alanları sürekli süslüyor. Oysa Güneşli, Bağcılar, Esenler ve İstoç civarından Vatana kadar uzanan güzergahlar bakir alanlar olarak bizleri bekliyor. Nitekim Topkapı Sanayi, Doğu Sanayi ve civarı, Halkalı yolu üzerindeki fabrikalarda çalışan işçilerin büyük kısmı Güneşli-Bağcılar bölgesinde oturuyor. Bu sanayi alanlarında genç işçi nüfusunun büyük ağırlığı bulunuyor. Güneşli, Edip İplik civarından İÇDAŞ ve Doğu Sanayi çevresine kadar irili ufaklı fabrika ve atölyelerle içiçe olan bir işçi havzasıdır. Burası Bağcıları da kapsayan, ayrı bir yoğunlaşmayı gerektiren bir b¨lgedir. Şüphesiz çalışmalar güç ve insan malzemesi üzerinden yürütülür. Fakat üç defa E-5 güzergahında yapılacak olan afiş çalışmalarından biri bu bölgelere taşındığı taktirde -otogara her gün onbinlerce insanın girip çıktığını düşünürsek- daha geniş kitlelere seslenme olanağımız olacaktır.
Bu yazıda çalışmalar ve faaliyetlere dönük düşüncelerimi sizlerle paylaşmak istedim. Herbir okur ve yoldaş üzerine düşen görevleri yerine getirebildiği taktirde politik çalışma her geçen gün kitlelerle içiçe geçecek, büyüyüp gelişecektir. Dönem hiçbir şekilde boşluk tanımıyor ve omuzlarımıza büyük görev ve sorumluluk yüklüyor. Bırakalım tasfiyeci reformistler ve sahte maskeler takarak onların kuyruğuna takılanlar varsın parlamenter hayallerle yanıp tutuşsunlar. Bu yolun sonu dipsiz bir çukurdur. Bizler ise devrimin, komünizmin hayalleri ve ateşiyle yanıp tutuşmaya devam edeceğiz. O büyük gün gelene dek.
Sınıf bilinçli bir işçi/Güneşli-İstanbul
Gücümüz değiştirmeye yeter!
Uzun zamandır camın kenarındayım. Güneş daha yeni yeni binaların damlarına vuruyor. Dünkü kar yağışından sonra aşağısı bembeyaz, asfalt buz tutmuş. Dışarısı ayaz olsa gerek ki, tek tük geçenler iyice sarmalamış mantosunu, kabanını, atkısını. Camlar da böyle puslanmışken, dışarısı bir iyice ayaz olmalı. Derken sol tarafı duyusunu birazcık yitirivermiş kulaklarıma sokağın karşı tarafından takur-tukur sesler geldi. İki minicik yürek, iki büyük adam, iki çaresiz beden, iki çift tedirgin göz sabahın bu saatinde... Sabahın bu saatinde, bu ayazda dikilmişler çöp kasalarının başına. 8-10 yaşlarında, üstelik kız çocuğu biri. Ama büyük olanı da o. Tek tek eğiliyor çöplerin içine kutu, kağıt artık, ahali ne attıysa işine yarayanları çıkarıyor birer ikişer. Bazılarını şöyle bir alıcı gözüyle kontrol edip ya geri bırakıyor ya onu da atıyor ik tekerlekli arabanın içine.
Oğlan daha küçük, ellerini koynuna sokuşturmuş zıplıyor sağa-sola. Arada bir de ısıtmaya çalışıyor o kara kuru ellerini. Sabahın bu saatinde, sabahın bu ayazında üstelik... Yoldan tek tük geçenler boynunu omuzlarına gömmüş geçiyorlar, o iki çocuğun ayırdında bile olmadan. İki çocuk, iki insan onlar... Başım dönüyor sanki, zelzele sallıyor binayı ya da içimde bir zelzele oluyor. İki çocuk ve de insan onlar... Sen, ben, hepimiz yani toplum olarak öylesine dona çekmişki kafamız farkında olmadan. Çöp karıştıran çocuklar gelip geçenler için birer detay adeta. Farkeden, aldırış eden yok. Çöpten çöpe geçerek kayboldular ayazın içinde.
Sonra yavaş yavaş geçip oturdum kanepeye. Bir süre dalmış gitmişim. Çaresizliğin, açlığın, sefaletin düşüncelerine. Kalkıp TVyi açtım, kafam biraz dağılsın diye. Saat 7.00ye geliyor. Mutfağa gidip çay koydum ocağa ve yeniden döndüm koltuğuma. Sabahın bu saatinde tüm TVlerde abuk subuk, beş para etmez programlar, neyse ki bir belgesel rast geldi de ona dalıp gitti gözlerim. 6-7 dakika sonra gidip fokurdayan sudan çay demleyip geri döndüm yerime. Kumandayı alıp kanal kanal dolaştım. Birinde sabah haberleri vardı. Kara teslim koca bir mega kent görüntüsü sunuyordu, tam ekran hem de.
Sonra yeni bir gelişme, yeni bir haber derken, Doğuda bir yer söyledi başını kaçırdım. Ama ne önemi vardı ki, Ağrı, Muş, Hakkari ya da Ardahan olmasının. Asıl önemi olan okul dönüşü bir çocuğun donarak ölmüş olmasıydı. 14-15 belki 16ydı yaşı en fazla. Ve belki de yine aynı yolda onlarca çocuk yine karları tepiyordu. Okula, okumaya gitmek için. O yolların kolay kolay açılmayacağını ise adım gibi biliyorum. Şimdi hadi oradan demeyin sakın. Çünkü ben de 6 yıl o karlı tipili 3.5 kmlik yolu teptim. İşte buradan biliyorum.
Bildiğim bir şey daha var. İstenilse, sömürücü, rantçı-vurguncu zihniyet bir tarafa bırakılsa, değil bir gün, birkaç saatte temizlenir tüm yollar. Ama ülkenin, bu da demek oluyor ki üretenlerin yarattığı servet hortumcudan, rantçıdan, sömürücüden bir kurtulabilse neler olmaz ki, neler yapılmaz ki! Mesela çöpten atık toplayan çocukların ailesine iş bulunur. Hatta çalışmayan ve yardıma muhtaç biriyse ev büyükleri düzenli bir gelire bağlanabilir. Ya da makineler alınıp ilçelere, köylere konulabilir. 21 yüzyılda, modern çağdaş zamanda insanlarımız donarak ölmek zorunda kalmaz, kasaba yahut okul yolunda.
Ama bunları kim yapacak ki! Tüm bunlara sebep olan aç gözlü keneler mi? TVde yine birileri. Bu sefer ki terör suçlusu. İstanbuldaki bombalı katliamların sanığıymış. Ve çocuk da varmış o kanlı, o vahşi katliamda ölen. Tayyip o olay için ne demişti; Terörün dini, dili, ırkı olmaz! Ama aynı saatlerde Türkiyenin de asker gönderdiği Afganistanda ABD bombardımanıyla ölenler olmuş. Çoğu çocuk hem de. Ya Irakta ölenler? Afrikada... Bunların suçlusu kim ola ki?
İşe gitmek için kalkıp TVyi kapadım. Sokağa çıktım, gerçekten hava ayaz. Ben de başımı omzuma gömüp koyuldum yola. Alt geçitten aşağı inerken Allah rızası içinle söze başlayan dilenci bir çocuk. Gözlerim o yalvaran iriyarı kara gözlerden kayıp geçiyor birkaç saniye içinde. Bu sabah tanık olduğum herşey bir tesadüf mü, yaşam mı yoksa?
Kurşun yemiş gibiyim. Bağırıp çağırasım geliyor dünyaya; Ey insanlık nereye gidiyoruz böyle! Biz ki insanız, gücümüz yeter değiştirmeye, uyanın uyanın diye.
|