20 Mart'04
Sayı: 2004/03


  Kızıl Bayrak'tan
  Saldırıları işçi sınıfını ve kitleleri örgütleyerek karşılayalım!
  Cam sektöründe sözleşme imzalandı...
  Fatura işçi ve emekçilere kesildi
  Emperyalist tekellerin önündeki tüm engeller kaldırılıyor
  Kürt-Arap çatısması yalanı...
  Devlet terörüne karşı devrimci mücadeleye!
  Düzen partilerine oy vermeyelim, hesap soralım!
  BDSP seçim çalışmalarından...
  BDSP seçim çalışmalarından...
  Kent gerçeği ve belediyeler!
  Düzenin muhalefet boşluğu ve CHP'nin yeri
  13 Mart'ın ardından...
  Liberal solun yerel seçim perişanlığı.../3
  CHP'den "Güçbirliği"ne geçişlerin anlamı ve sınırları
  BES Genel Kurulu yapıldı...
  Sermayenin "sosyal savaş"ına karşı Avrupa emekçileri 2-3 Nisan'da alanlarda!
  İspanyol halkı gerici oyunları bozdu!
  İspanya'daki saldırıların gerisinde kim var?
  Kıraç'ta patronların sömürü ağı evlere girdi...
  Bültenlerden...
  BEKO işçisi saldırılarla karşı karşıya!
  Dizayn Teknik Plastik Boru fabrikasında kuralsız sömürü
  Süreç bize önemli görev ve sorumluluklar yüklüyor
  Cejra Newroz piroz be!..
  Güney Batı halkımızın haklı direnişinin yanındayız!
  Mücadele postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın



 
Liberal solun yerel seçim perişanlığı.../3

Parlamenter avanaklığın dipsiz kuyusu

“Belediye sosyalizmi” ve burjuva parlamentarizmi

Burjuva parlamentarizmi ile “belediye sosyalizmi” temelde ortak bir mantığa sahiptirler. İkisi de devlet ve iktidar sorunlarını es geçerler, burjuvazinin temel iktidar aygıtları sorununa dokunmazlar. İlki, burjuva parlamentarizmi, seçimler yoluyla parlamentoda çoğunluk elde etmenin ve böylece hükümet olmanın emekçiler için iktidar olmak anlamına geldiğini iddia eder. İkincisi, belediye sosyalizmi, burjuvazinin merkezi iktidarını yerele de sağlam bir biçimde yaydığı gerçeğinin üzerinden atlayarak, seçimler yoluyla salt belediye yönetimleri elde etmenin, emekçiler payına “yerel iktidarlaşma” anlamına geldiğini iddia eder. Böylece her ikisi de kitleleri en kaba bir biçimde aldatırlar, onlarda en tehlikeli türden hayaller yaratırlar. Bu yolla gerçek iktidar gücü olan burjuvaziye en büyük hizmeti sağlarlar.

Burjuva parlamentarizmi ile “belediye sosyalizmi” arasında siyasal iktidar sorununa ilişkin bu mantıksal aynılık kendini iktisadi güç ve ilişkilere ilişkin sorunlarda da aynen gösterir. Her ikisi de gerçek sınıf ilişkilerini, bunun temellerini oluşturan üretim ilişkilerini es geçer, böylece burjuva mülkiyet düzeninin temellerine dokunmaz. Bu, burjuvazinin sınıf egemenliğinin iktisadi temellerine dokunmamakla aynı anlama gelir ve siyasal planda burjuvazinin gerçek iktidar aygıtlarına dokunmamakla mantıksal bir bütünlük ve tutarlılık oluşturur.

Belediye sosyalizminin bu konudaki tutumunu görmüş bulunuyoruz: Kapitalist özel mülkiyet düzenine dokunmaksızın, burjuvazinin elindeki kaynaklara ve birikmiş zenginliklere el koymaksızın, salt “kırıntılar”dan oluşan belediye bütçesi yoluyla, yerel alanda birikmiş devasa “temel sorunlara çözüm” getirilmesi ve bunun hizmetlerin adil dağılımı ile birleştirilmesi iddiası. Aynı tutumu burjuva parlamentarizmi, hükümet olmak yoluyla merkezi bütçenin kontrolü ve kullanımına dayalı daha adil bölüşüm politikaları iddiası üzerinden gösterir. İktidarın dizginlerini ordu ve öteki temel iktidar aygıtları sayesinde sımsıkı elinde tutan burjuvazinin buna ne denli izin vereceği ve ne kadar katlanacağı gerçeğini şimdilik bir yana bırakıyoruz. Burada bizim için önemli olan, her iki durumda da üretim ilişkilerine dokunulmaması, böylece kapitalit özel mülkiyetin tartışma dışı tutulması ve salt devlet gelirlerinin daha adil kullanımı üzerinden kitlelerin yaşamının iyileştirilmesi düşüncesidir. Bu, belediye sosyalizmi ile burjuva parlamentarizminin iktisadi sorunda birleştiği temel önemde noktadır.

Geçmeden belirtelim ki modern tarihin her döneminde ve dünyanın her yerinde, burjuva reformist sol akımın temel felsefesi ve programı tamı tamına bu olmuştur. İşçi aristokrasisine dayandıkları ve böylece burjuva işçi partileri özelliklerini korudukları sürece Avrupalı sosyal-demokrat partilerin felsefesi ve programı buydu. Devrimci sınıf partilerinin zaman içerisinde sosyal-demokratlaşması ile ortaya çıkan euro-komünist partilerin felsefesi ve programı da bu oldu. (Bu bizi, bugünün dünyasında ve Türkiye’sinde, tabelasındaki resmi sıfat üzerinden değil de gerçek program ve politikalarından bakıldığında, sosyal-demokrat felsefe ve programın gerçekte kimler, hangi partiler tarafından temsil edildiği sorununa getirmektedir. Mevcut kavram kargaşasının giderilmesine de yardım edecek bu çok önemli ve aydınlatıcı sorunu şimdilik daha sonraya bırakıyoruz.)

Sonuç olarak; burjuvazinin temel iktidar aygıtlarına ve tam da bu nedenle, onun sınıf egemenliğinin gerçek temeli olan kapitalist mülkiyet ilişkilerine dokunmamaya dayalı bir “iktidar” iddiası, burjuva parlamentarizmi ile “belediye sosyalizmi”nin ortak eksenidir. Fakat yanılgıya yol açmamak için hemen belirtelim ki, burada söz konusu olan iki ayrı akımın yakın benzerliği değil, gerçekte bir ve aynı olan burjuva reformist sol akımın genel ve yerel iktidarlaşma sorunlarına bakışıdır. Yerel seçimlerde kendini “belediye sosyalizmi” olarak gösteren çizgi, genel seçimlerde burjuva parlamentarizmi olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu, dünya sol hareketi tarihinde hep böyleydi ve günümüz Türkiye’sinde de yine böyledir. Nitekim burada “belediye sosyalizmi” kavramı içinde incelediğimiz akımın dönüp dününe baktı&curen;ımızda karşımıza 3 Kasım’daki DEHAP Bloku, yani bildiğimiz o parlamenter avanaklık cephesi çıkmaktadır.

Dönüp düne bakmak yalnızca akımın aynılığını ve eğilimin artık süreklilik kazanmış halini görmek için gereklidir. Bunun ötesinde buna gerek yoktur; zira yerelde kendini belediye sosyalizmi olarak gösteren şeyin geneldeki parlamenter çehresi, bizzat yerel seçim açıklamaları ve pratiği üzerinden tüm görkemiyle zaten duruyor karşımızda. Örneğin EMEP başkanı Levent Tüzel, “yerel seçimlerde sağlanacak bir başarının, ülkenin demokratikleşmesi ve halkçı bir iktidarın kurulmasının yolunu açacağını” söylerken bunu yeterli bir açıklıkta ortaya koyuyordu. “Güçbirliği” deklarasyonu ise “bugün için yerellerde, yarın ise genelde iktidar olmak” formülüyle bunun bize kulağa da hoş gelen veciz bir ifadesini sunuyordu.

Seçimler, parlamento ve reformist sol

Parlamenter avanaklığın Türkiye solunda yeniden bulaşıcı bir cereyana dönüşmesi, 3 Kasım seçimleri sürecinde ve DEHAP Bloku vesilesiyle gerçekleşmişti. TKİP, bugün (yerel seçimler sürecinde) tepeden tırnağa burjuva liberal bir çizginin ifadesi olan “belediye sosyalizmi”ni olduğu gibi, o zaman da (3 Kasım sürecinde) bu liberal parlamenter cereyanı zamanında teşhis ve teşhir etmişti.

Seçimi önceleyen döneme ait bir TKİP değerlendirmesinden bu konuda bazı pasajlar aktarmak, hem bizi bazı temel gerçekleri burada bir kez daha yinelemekten kurtaracak ve hem de bugünle bazı yararlı karşılaştırmalar yapma olanağı sağlayacaktır. “Seçimler ve Devrimci Sınıf Çizgisi” başlıklı değerlendirmenin “Seçimler ve Parlamento Karşısında Üç Temel Davranış Çizgisi” başlıklı ara bölümünden ilk iki davranışa ilişkin bazı pasajları aktarıyoruz:

“...Burjuva düzen partileri için siyasal yaşam temelde parlamenter yaşamdır ve bundan dolayı da seçimlerde kitlelerin oy desteğini almak ve parlamentoda sandalye kazanmak onlar için temel önemde bir siyasal sorundur. Bu nedenledir ki seçimlerde varlarını yoklarını ortaya koyarlar; her türlü yalan, demagoji ve temelsiz vaatle kitleleri aldatmayı seçim çalışmalarının eksenine koyarlar ve sermaye gruplarının desteğiyle bunun için muazzam harcamalar yaparlar.

“Tümüyle düzen icazetine sığınmış bulunan, bu çerçevede resmi siyaset sahnesinde meşrulaşmayı amaçlayan ve temelde parlamenter bir güç olmak hayali peşinde koşan her çeşidiyle sosyal-reformist sol partiler için de durum özünde farklı değildir. Bunlar elbette, halihazırda parlamenter bir güç olamamanın da etkisiyle, siyasal yaşam ve etkinliklerini seçimler dönemiyle sınırlamıyorlar. Tam da böyle bir güç olabilme hedefi çerçevesinde, gündelik siyasal yaşam içinde kitleleri etkilemeye çalışıyorlar. Ama devrimci amaç ve hedeflerden, buna yönelik bir konumlanış ve stratejiden tümüyle yoksun bu partiler için nihai hedef parlamenter bir güç olmaktır. Bunu ister İP, ÖDP ve kısmen EMEP gibi artık açıkça ortaya koysunlar, isterse SİP-TKP ile öteki bazıları gibi şimdilik gizleme gereği dysunlar sonuç değişmez; bulundukları konum üzerinden hepsi aynı kaçınılmaz yolun yolcusudurlar.

“Gerçeğin ne olduğunu görebilmek için bu partilerin seçim platformlarına ya da bildirgelerine bakmak bile yeterlidir. Burada devrimci amaç ve hedeflere, bunu gerçekleştirmenin temel yol ve yöntemlerine ilişkin işçilere ve emekçilere söylenmiş tek bir cümle bulmak mümkün değildir. Tüm bu platform ya da bildirgeler, temel siyasal sorunlar üzerine, özellikle de devlet ve iktidar sorunu üzerine açık ve dolaysız bir tek kelime söylememeye ortak bir özen gösteriyorlar.

“Bu ne şaşırtıcıdır ne de rastlantı; zira onlar devrimci amaçlardan tümüyle yoksundurlar, düzenin yasallık cenderesine teslim olmuşlardır ve ortaya koydukları hedeflere ancak yasalara uyarlanmış barışçıl mücadele çizgisiyle ve parlamenter yolla ulaşmayı hedeflemektedirler. Bundan dolayıdır ki tüm bu partilerin açıklama, bildiri ya da bildirgelerinde burjuva parlamentarizminin teşhiri ve devrimin propagandası (ki bu seçimlere katılsa bile her devrimci parti için temel önemde ilkesel bir sorundur) üzerine bir tek söz bulmak mümkün değildir. Temel siyasal sorunlar üzerine suskunluklarını kurum olarak seçimler ve burjuva parlamentosunun gerçek işlevi ve içyüzüne ilişkin suskunluklarıyla birlikte ele alınız, bu partilerin gerçek konum ve nitelikleri konusunda yeterli bir fikir edinirsiniz.” (Ekim, sayı: 229, Eylül 2002, Başyazı)
Burada bizi özellikle bu son vurgular, “seçimler ve burjuva parlamentosunun gerçek işlevi ve içyüzüne ilişkin suskunluk” sorunu ilgilendirmektedir. “Güçbirliği”nin zaten “sosyal-demokrat” kimlik taşıyan ve dolayısıyla parlamentoculuğu kusur saymak bir yana temel siyasal yaşam biçimi ve alanı olarak gören öteki bileşenlerini bir yana bırakıyoruz. Somut olarak hala da “sosyalist” geçinen EMEP ile SDP’ye bakıyoruz.

Yerel seçimlere ilişkin olarak ayları bulan propagandası boyunca EMEP yöneticileri ve yazarlarının ağzından burjuva düzen altında seçimlerin gerçek işlevine ilişkin ve dolayısıyla burjuva parlamentarizmine karşı tek kelime çıkmış değil. Buna liberal aşırılıkları kenardan dengelemeye çalışan akıl hocalarının köşe yazıları da dahil. Bunu elbette bir rastlantı sayamayız. Daha önce de vurgulamıştık; gerçekte bu adamlar, seçimler ve burjuva parlamentosu karşısında devrimci ilkesel tutumun ne olduğunu ve neleri gerektirdiğini iyi biliyorlar. Fakat bildiklerini bile bile bir yana bırakıyorlar ve bugünkü liberal oportünist tutumu izliyorlar. Çünkü onlar bugün geldikleri yerin anlamını ve dolayısıyla gereklerini de iyi biliyorlar ve tutarlılık göstererek buna uygun davranıyorlar. Tutarsızlıkları, ikiyüzlülükleri de denebilir, buna rağmen hala da sosyalist oldularını iddia etmelerindedir.

Yukarıya aldığımız TKİP değerlendirmesinde, “ve kısmen EMEP gibi” denilerek, EMEP’in parlamentocu hedef ve söylemde henüz yeterince açık davranmadığı ima ediliyor. Bu ihtiyatlı tutumu değerlendirmenin tarihi (Eylül 2002) ile birlikte düşünmek gerekir. Gerçekte 3 Kasım’ı önceleyen sonraki haftalarda, ötekiler gibi EMEP de bu konuda yeterince açık konuşmaya başlamış, hatta “iktidara yürüyoruz” söylemleriyle ötekileri de aşarak, ifade uygunsa işi iyice çığrından çıkarmıştı. “İktidar” onlar için blok şahsında parlamentoda birinci parti olmak, böylece hükümet kurmak, hiç değilse hükümet kuruluşuna katılabilmek olanağı, buna gerici düşü de denebilir, anlamına geliyordu kuşkusuz.

Blok’un seçim başarısı üzerinden bu tür bir gerici “iktidar” düşü, seçimler sonrasında SDP’nin de görüşü haline geldi. 9 Kasım 2003’te toplanan “SDP’nin 1. Büyük Kongresi”nin kongre salonunu süsleyen temel şiarı şöyleydi: “Blokla iktidara, partiyle sosyalizme!” Bu şiar üzerinde genişçe durmak, soldaki ideolojik dejenerasyonun vardığı noktanın boyutlarını göstermek bakımından fazlasıyla yararlı olurdu. Fakat konumuzu gereğinden fazla dağıtmamak için biz burada özüne değinmekle yetinelim. Şiardaki “blok”tan kasıt, kolayca tahmin edilebileceği gibi reformist DEHAP Bloku’dur. Seçimlere dönük olarak oluşturulan ve seçimler geride kalınca çok geçmeden dağılan o bildiğimiz DEHAP Bloku.

Kendine hala da “devrimci” diyebilen bir parti düşünün ki, bir seçim blokunun seçimlerdeki başarısı üzerinden kendi “iktidar” hedefini tanımlayabilsin. Bu bile sözü edilen “devrimci”lik iddiasının ciddiyetini göstermeye yeter. “İktidar”a seçim ittifakları ve parlamenter başarı ile gelecek olanların “sosyalizm”lerini de kestirmek güç değildir herhalde. En iyi durumda bu, İsveç türü bir burjuva “adil bölüşüm” sosyalizmi olabilir ancak. En iyi durumda diyoruz; zira kapitalizm koşullarında bu tür bir “adil bölüşüm” dahi, kapitalizmin geçici olmaya mahkum özel bir gelişme ve refah evresiyle sıkı sıkıya ilişkilidir. “İsveç sosyalizmi”, aynı özel evrenin ürünü “refah devlet”iyle birlikte, İsveç’in kendisinde bile artık tarih olmuş durumda. Türkiye ibi yapısal bunalımlar pençesinde kıvranan bağımlı bir ülkede ise bu türden bir program ve proje gerici bir hayal olmaktan öte bir anlam taşımaz.
SDP’nin 1. Büyük Kongresi’nin bu temel kongre şiarı, SDP payına, başka hiçbir tartışma ve kanıt gerektirmeyen özlü bir kimlik beyanı ve belgesidir işin aslında. Hiçbir şey bu birkaç kelimeden daha dolaysız ve tam olarak bir partinin ideolojik-politik kimliğini tanımlayıp ortaya koyamaz. Bu kimliğin anlamı, reformizmin ve parlamentoculuğun çok iyi bilinen o dipsiz kuyusundan başka bir şey değildir.

Tepeden tırnağa parlamenter bir dil ve düşünüş

EMEP’e dönelim. Seçim dönemi açıklamalarında ve propagandalarında parlamentarizme karşı tek kelime söylemeyenler, tersinden, yerel seçimler yoluyla “yerel iktidar” ve genel seçimler yoluyla da “genelde iktidar” söylemleriyle, burjuva parlamenter hayallerin aktif ve militan savunuculuğunu yapıyorlar. Bir seçim döneminde ve seçim başarılarıyla ilişki içinde “iktidar”dan sözedebilmek, burjuva liberal söylemin en kaba olduğu kadar en bayağı bir biçimidir de. Zira bu, seçimleri iktidar oluşumu ve değişiminin temel mekanizması olarak sunan gerici burjuva propagandasının aldatıcı içeriğini olduğu gibi paylaşmak ve kitleleri sersemletici doğrultuda yinelemektir.

Bir kez daha parti başkanıyla yapılan ve EMEP’in yerel seçim politikasını ortaya koyan röportaja bakalım. Yerel seçim başarısının yerel iktidarlaşma anlamına geleceğini söyleyen EMEP başkanı, bir sonraki soruyu yanıtlarken aynı yaklaşımı sürdürerek şunları söylüyor: “Yıllardır sermaye iktidarlarından bunalmış, saldırılar altında ezilmiş halk yığınlarının temel ihtiyaçlarını karşılayacak koşullara kavuşması, kaynakların denetimini ve yönetimini almaları, çürüyen bir sistem karşısında yeni bir toplum tasarımını da güçlendirecek, bu yolda moral verecektir. Bu yüzden demokratik, halkın egemen olduğu bir ülke için, demokratik, halkçı bir yerel yönetim deneyimi büyük önem taşıyor. Bütün gerici, anti-demokratik yasalara rağmen yapılabilecek şeyler vardır.”

Baştan sona parlamenter mantığa oturan bir başka yanıt örneği ile yüzyüzeyiz. “Yıllardır sermaye iktidarlarından...” ifadesiyle, birbirini izleyen ve kitlelerde hep de hayal kırıklığı yaratmış bulunan sermaye hükümetleri kastediliyor. Bu “iktidarlar” seçimle geliyor ve seçimle gidiyor, fakat halkın sorunlarını çözmüyor, tam tersine... Oysa, diyor liberal başkan, yığınların bizim yerel iktidarımız altında “temel ihtiyaçlarını karşılayacak koşullara kavuşması, kaynakların denetimini ve yönetimini almaları”, onlarda genelde de “iktidar” olabilecekleri umudunu güçlendirecektir ve böylece, kuşkusuz aynı yığınların oy desteği ile kurulacak olan “demokratik ve halkçı bir iktidar”ın da önü açılacaktır. Burada yerele ilişkin olarak söylenenlerin ne kadarlık bir değeri varsa, genele ilişkin olarak söylenelerin de ancak o kadar bir değeri var.

Fakat biz burada liberal hayallerden çok, söyleme egemen parlamenter düşünüşle ilgiliyiz. “Bütün gerici, anti-demokratik yasalara rağmen yapılabilecek şeyler vardır” düşüncesi de bu kapsamdadır. Engel, burjuvazinin siyasal egemenlik aygıtı ile iktisadi gücü değil, fakat yalnızca “gerici, anti-demokratik yasalar”dır. Bu durumda ise hem onlara rağmen “yapılabilecek şeyler” vardır (“halk yığınlarının temel ihtiyaçlarını karşılayacak koşullara kavuşması, kaynakların denetimini ve yönetimini almaları” vb.), hem de bir genel seçim başarısı durumunda yasaları değiştirme, böylece “engelleri” tümden temizleme olanağı.

Yanıtta geçen “çürüyen bir sistem karşısında yeni bir toplum tasarımı” türünden sözler yanıltıcı olmamalıdır. Sonuçta elbette “sosyalist” reformizmin de kendine göre bir “sosyalist” projesi, yani “yeni bir toplum tasarımı” vardır. Tıpkı geçmişin Avrupa sosyal-demokrasisi gibi, tıpkı ‘70’li yılların euro-komünizmi gibi. Ama bunu yerelde başarmak nasıl ki yerel seçim başarısıyla olanaklı olabiliyorsa, onu genelleştirmek de aynı şekilde genel bir seçim başarısı ile olanaklı olacaktır. Tıpkı geçmişte Avrupalı sosyal-demokratların ve ‘70’li yıllarda revizyonist euro-komünistlerin düşündüğü gibi.

Yanıtın devamından okuyoruz: “(Yerel) Seçimlerde olumlu bir sonuç alınırsa, emekçiler için oy verme, siyaset yapma, haklarına kavuşma bir anlam ifade edecek, somutlanacaktır.” Burada daha da açık bir parlamenter düşünüşle yüzyüzyeyiz: “emekçiler için oy verme, siyaset yapma, haklarına kavuşma...” Bunlar yeni dönem liberallerinin yığınların siyaset yapmasına ve hak mücadelesine bakışını da ele veriyor. Onlar politik yaşamlarında artık seçimleri ve parlamentarizmi esas almakla kalmıyorlar, daha bir de yığınları bu mekanizmalara daha etkin bir biçimde katma misyonuna da soyunuyorlar. Seçimle gelen ve seçimle giden “iktidarlar” yığınların sorunlarını çözmek yerine daha da ağırlaştırdıkları için, halihazırda emekçilerin parlamenter mekanizmalara ve kurumlara güveni zayıflamış durumda; oysa bizim yerel seçim baarımız ve bunun başarılı uygulamaları, emekçilerde oy verme ve burjuva siyasal yaşama katılma isteğini canlandıracak, onun temel mekanizmalarına güveni onaracak ve pekiştirecektir. Elbette oportünizm bu denli açık bir dil kullanmıyor, fakat söylenenlerin nesnel ve mantıksal olarak bundan başka da bir anlamı yoktur.

“Güçbirliği”nin dinamikleri ve SHP’nin “kutsal üçleme”si

Bütün bu yerel ve genel başarı hayallerinin parti olarak EMEP değil, fakat onun da içinde yer aldığı “Güçbirliği” üzerinden kurulduğunu ayrıca hatırlatmaya gerek yok herhalde. (O “2 milyonluk DEHAP oyu” olmazsa bütün bu liberal gevezeliklerin zaten bir anlamı olmaz, somut bir dayanağı kalmazdı). “Ülkenin demokratikleşmesi ve halkçı bir iktidarın kurulması” Karayalçınlar’la birlikte başarılacaktır! “Demokratik, halkın egemen olduğu bir ülke” Karayalçınlar’la birlikte kurulacaktır! Bu iddiaların bu şekliyle anılması bile abesliğini göstermek için yeterlidir.

O günlerde Karayalçınlar’la sürmekte olan görüşmeler hakkında bilgi veren EMEP başkanı, sözlerine şöyle devam ediyor: “Bu çerçevede görüşmeler devam ediyor. Başarıldığı takdirde demokratik, halkçı belediyecilik programı etrafında biraraya gelindiğinde, emperyalist güçlerin, IMF ve Dünya Bankası gibi sermaye kuruluşlarının istekleri doğrultusunda başlatılan yeniden yapılanma programının durdurulması ve Türkiye’nin demokratikleşmesinin önünü açacak bir yerel yönetimler uygulamasını gerçekleştirmek mümkün olacaktır. Bu deneyimden geçen ve halkın güvenini kazanan bir iktidar mücadelesinin de başarıya ulaşması daha kolaydır...”

Bu liberal laf yığını hakkında çok şey söylenebilir. Fakat bu eleştiri boyunca halihazırda söylenenler bunu artık gereksiz kılıyor. Yerel seçim başarısı “Türkiye’nin demokratikleşmesinin önünü” açmakla kalmayacak, yerel yönetimler alanındaki başarı, “bu deneyimden geçen ve halkın güvenini kazanan” bir genel iktidarın da yolunu düzleyecektir. Hiç değilse on yıl öncesine kadar, Türkiye’de demokrasi sorununu bir devrim sorunu olarak gören ve bunu da devrimin ürünü olacak devrimci bir halk iktidarı ile ilişkilendirenlerin gelinen yerde demokrasi ve iktidar sorunlarına bakışları işte bu. Tüm yerel seçim dönemi boyunca EMEP propagandası bunu yineleyip durdu. Bir ucunda Türk burjuvazisinin (Karayalçınlar) bir kesimi ve öteki ucunda Kürt burjuvazisinin bir kesimi (DEHAP) bulunan “Güçbirliği”ne hangimisyonlar atfedilmedi ki? Yalnızca bir örnek:

“... Demokratik Güçbirliği Türkiye’nin önünü açacak dinamikleri barındıran önemli bir çekim merkezi haline geliyor... Ülkemizin kötü gidişine dur diyecek, sömürü ve baskı düzenini durduracak, bağımsız ve demokratik bir Türkiye’yi kuracak olan dinamik güçleri bünyesinde birleştiren Demokratik Güçbirliği, Kürt sorununun demokratik çözümünü gerçekleştirecek temel dinamiklerin de merkezidir...” (Çetin Diyar, Evrensel, 2 Mart 2004)

Burada hem burjuvazinin bir kesimi ve hem de burjuva parlamentarizmi hakkında en budalaca hayaller taşınıyor ve yayılıyor. “Güçbirliği” toplumun ancak devrimle çözülebilecek olan neredeyse tüm sorunlarını seçimle çözecek bir sihirli değnek olarak sunuluyor. İşi “sömürü düzeni”ne son vermeye bile vardıran aptallıkları bir yana koyarak, yalnızca demokratik bir siyasal sorun olan Kürt sorununu alalım. “Güçbirliği” hiç değilse bu sorunda gerçekten demokratik bir çözümün dinamiği olabilecek yapıda mıdır? Yazık ki hayır! Ötekileri bir yana, Kürt hareketine bakalım. Kürt hareketi devrimci döneminde Kürt sorununda demokratik bir çözümün temsilcisi idi, İmralı’dan beri artık değil. İmralı çizgisindeki bir Kürt hareketi, Kürt sorununda demokratik ç&oml;züm çizgisinin değil, bazı yasal ve anayasal hak kırıntıları karşılığında bu sorunun uyutulması ve yozlaştırılması çizgisinin temsilcisidir artık. Bu konumuyla o çözümün dinamiği değil, fakat engeli durumundadır.

Bilindiği gibi Kürt hareketi seçimlere tümüyle SHP çatısı altında giriyor. Bu aptalca iddiaların Evrensel’de bir kez daha yinelenmesinden yalnızca birkaç gün önce (27 Şubat), NTV’deki uzun bir röportajda SHP lideri Karayalçın’a, “DEHAP’ın çizgisinin değiştiğine inanıyor musunuz?” diye soruluyordu. Yanıt aynen şöyleydi: “Tabii ki, aksi takdirde ben böyle bir birlikteliğin içinde olmam. Çünkü bizim parti programımızda Mithat Bey çok açıklıkla şöyle bir değerlendirme var. Ben bunu cumhuriyetin kutsal üçlemesi diye niteliyorum. Devletin tekliği, ulusun tümlüğü, yurdun bölünmez bütünlüğü. Biz bunları asla tartışmayız.”

Bu, Karayalçın’ın bilinen eski bir formülüdür ve 3 Kasım seçimleri öncesindeki o geçici ve iğreti muhalefeti esnasında Evrensel bile bunu ona karşı kullanmıştı. Karayalçın’ın bu bakışı “asla” tartışma konusu yapmadığını ve yaptırmayacağını son Diyarbakır mitingindeki konuşmasında bir kere daha gördük. Onun onbinlerce Kürdün önünde konuşma kürsüsünden haykırdığı “çözüm”, cumhuriyetin o tartışılamaz “kutsal üçlemesi”nden başka bir şey değildi: “Devletin tekliği, ulusun tümlüğü, yurdun bölünmez bütünlüğü...” Çatısı bu zihniyetten oluşan bir “Güçbirliği”ni Türkiye’de demokratikleşmenin ve Kürt sorununda demokratik çözümün dinamiği olarak sunmak gerçeklerle ala etmektir. Bu ya kitleleri bile bile aldatmak ya da parlamenter avanaklık içinde körelip boş hayallerle kendi kendini aldatmaktır.

“Dört haftalık” mucize ya da parlamenter budalalık

“Güçbirliği”nin kapsamlı bir devrim programının parlamenter çözüm gücü olarak sunulduğu o aynı tarihli Evrensel’in bir başka köşesinde ise parlamenter avanaklığın farklı bir türünü görüyoruz. “Son Dört Hafta” başlıklı ve Kamil Tekin Sürek imzalı köşe yazısının sonuç bölümünü okuyoruz:

“AKP halk nezdinde güçlü değildir. Medya daha önce bütün ABD ve AB işbirlikçisi iktidarlara yaptığı gibi AKP’ye bütün desteğini vermekte ve AKP’yi güçlü imiş gibi göstermeye çalışmaktadır. AKP’yi yerel seçimlerde tepe taklak aşağıya indirmek için koşullar mevcuttur. Yapılması gereken AKP politikalarını önümüzdeki dört hafta boyunca tek tek bütün seçmenlerle en az bir kaç defa tartışmaktır.

“AKP’nin alternatifi Güçbirliği’dir. Bu dört hafta, tek tek bütün seçmenlerle evlerini ziyaret ederek, yüz yüze konuşarak AKP’nin icraatını tartışabilirsek, AKP’nin de 3 Kasım seçimlerinde DSP’nin uğradığı akıbete uğraması kaçınılmazdır.”

Parlamenter hayaller ayakları yerden kesiyor, politikanın tüm öteki sorunlarına da aynı hayalci ve idealist kafayla bakmayı birlikte getiriyor demek ki. Sahi yukarıdaki sözleri edebilenlerin politik yaşamın gerçekleriyle bir ilişkileri olabilir mi?

“AKP’yi yerel seçimlerde tepe taklak aşağıya indirmek” olanaklıdır. Nasıl mı? “AKP politikalarını önümüzdeki dört hafta boyunca tek tek bütün seçmenlerle en az bir kaç defa tartışmak”la! Yani? Yanisi subjektivizmin dipsiz kuyusu! Bu aynı mantıkla genel seçimlerde seçmenin ezici çoğunluğunun desteğini elde etmek ve böylece “iktidar”ı ele geçirmek çantada keklik sayılır. Ne de olsa ona daha en az üç yıl var ve bu durumda, “son dört hafta”nın boğucu sıkışıklığı ile kıyaslanamaz bir ferahlık içinde, “tek tek bütün seçmenlerle evlerini ziyaret ederek, yüz yüze konuşarak” onları ikna etmek çocuk oyuncağı sayılır.

Yığınların siyasal kanılarının ve tercihlerinin salt konuşup tartışarak, ya da daha genel bir ifadeyle salt propaganda-ajitasyonla, hele de seçim propagandası ile değiştirilebileceğine inanmak için dört dörtlük bir budala olmak gerekir herhalde. Bu mantık içinde, kitlelerin burjuva ideolojisinin ve bilincinin etkisinden kurtulması artık bir mücadele ve bu mücadelenin özdeneyimleri temelinde eğitim sorunu olmaktan çıkıyor, edilgen seçmenler olarak kendilerine yapılacak propagandanın ikna ediciliği sorunu haline geliyor. Seçimlere ve parlamentoculuğa duyulan güçlü inanç, birilerinin gözlerini işte böyle köreltiyor ve düşünme güçlerini işte böyle felce uğratıyor.

Bu düşünüş şekli “3 Kasım seçimlerinde DSP’nin uğradığı akıbet”in gerçek mantığını anlamaktan da acizdir. 3 Kasım’da “DSP’nin uğradığı akıbet”, hiç de birilerinin kapı kapı dolaşmasıyla değil, bir kez daha kitlelerin “kendi özdeneyimleri” sayesinde yaşandı. Sadece DSP değil, İMF’nin bir dediğini ikiletmeyen her üç koalisyon partisi de “tepe taklak” gitti. Fakat söz konusu olan parlamenter sınırlar içinde bir özdeneyimdi ve bu nedenle de seçmen desteği aynı kısır ve yüzeysel düşünüş içinde bir başka gerici burjuva partisine yöneldi. Sonuçta gelen gideni aratacak denli sermaye uşağı ve Amerikancı çıktı. Ama kitleler bugün henüz bunu anlayacak durumda değiller ve yeterli deneyim yaşanmadığı sürece de AKP bu seçmen desteğni koruyacaktır. Hiçbir “kapı kapı” dolaşma çabası esası yönünden bu sonucu değiştirmeyecektir. Parlamenter avanaklığa bağlanmanın, kitleleri burjuva parlamentarizmi ile sersemletmenin ne demek olduğuna buradan bile bakılabilir. Kitleler kendi öz mücadelelerinin değil de seçimler ve parlamentonun çözüm getireceğine inandıkları ölçüde, onların şu veya bu burjuva gerici alternatifin adında sürüklenişi de o denli kolaylaşır.

Bu inanışı kırmak için çalışmak ve bizzat seçimlerden de bu amaçla yararlanmak, devrimci politikayı reformist-parlamentarist politikadan ayıran en temel noktalardan biridir ve bu bizi TKİP değerlendirmesinde üçüncü davranışa getirmektedir:

“Devrimci sınıf partisi için ise durum temelden farklıdır. Komünistler seçimlere katılmayı ve burjuva parlamentosundan devrimci amaçlar için yararlanmayı ilke olarak reddetmezler. Fakat bunu yaparken, bizzat bu çaba içinde parlamentarizmi en etkin biçimde teşhir ederler ve bu konuda kitlelerde en ufak bir yanılsamaya mahal vermemeye özel bir dikkat gösterirler. Seçimler süreci ve olanaklı olduğu ölçüde parlamento kürsüsü, onlar için, temel yapısı ve kurumlarıyla burjuva düzeni, bu arada bizzat burjuva parlamentosunun içyüzünü ve temel işlevini teşhir etmenin; devrimci ilke ve amaçları propaganda etmenin, kitlelere gerçek kurtuluş yolunu göstermenin bir aracından ve fırsatından başka bir şey değildir.

“Seçimler dönemi burjuva düzen partileri için, hoşnutsuzluğu büyümüş ve sorunlarına çözüm arayışları peşindeki kitleleri sahte vaatler ve çözümlerle aldatmanın, onları kendi bağımsız güçleriyle siyasi yaşama katılmaktan alıkoymanın, parlamento dışı sınıf mücadelesinin önünü kesmenin bir olanağıdır. Tersinden devrimci sınıf partisi içinse, parlamenter hayalleri darbeleyerek devrimci sınıf bilincini ve mücadelesini geliştirmenin temel önemde bir fırsatıdır. Bu çerçevede komünistler için seçim çalışmaları tümüyle devrimci sınıf mücadelesine ilişkin genel hedef ve görevlere tabidir; onlar seçim atmosferinden, kitleleri devrimci hedeflere kazanmanın, onların birliğini, örgütlenmesini ve mücadelesini bu doğrultuda geliştirmenin bir olanağı olarak yararlanmaya bakarlar.Bu çerçevede onlar kitlelerin karşısına düzenin yasallık cenderesine ve seçimlere uyarlanmış güdük seçim platformları ve bildirgeleriyle değil, kendi bağımsız devrimci sınıf programlarıyla, bunun döneme uyarlanmış ve güncel devrimci görevlere bağlanmış popüler açıklamalarıyla çıkarlar.” (Seçimler ve Devrimci Sınıf Çizgisi, Ekim, sayı: 229, Eylül 2002)

(Devam edecek...)