13 Mart'04
Sayı: 2004/02


  Kızıl Bayrak'tan
  Son işçi-emekçi eylemlerinin gösterdikleri
  6 Mart eyleminin gösterdikleri
  6 Mart Ankara mitinginde emekçilerle konuştuk...
  6 Mart eylemi...
  BDSP'nin işçi ve emekçilere Newroz çağrısı...
  Edirne'de Ekim Gençliği okurlarına polis terörü...
  Sağlık emekçileri 10-11 Mart'ta iş bıraktı...
  10-11 Mart eylemlerinden...
  Yerel seçimler ve AKP'nin yalanları
  BDSP seçim çalışmalarından...
  BDSP seçim çalışmalarından...
  BDSP seçim çalışmalarından...
  13 Mart'ta Kızılay'da olacağız!
  Liberal solun yerel seçim perişanlığı.../2
  "Paris Komünü proletarya diktatörlüğü idi"
  8 Mart'ın devrimci özüne sahip çıkalım!
  8 Mart devrimcidir, devrimci kalacak!
  8 Mart eylemleri...
  8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü kutlu olsun!
  12 Mart '95... Gazi'de faşist katliam ve devrimci kitle direnişi
  Yerel seçimler ve EMEP'in devrimci imaj çabası
  Geçici Irak Anayasası kabul edildi
  Bağdat ve Kerbela'da katliam...
  Siyonist vahşet tırmanıyor!
  Bültenlerden...
  Yurtsever Kürdistan halkına! Kongra-Gel içindeki gelişmeler
  Basından...
  Mücadele postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın



 
Liberal solun yerel seçim perişanlığı.../2

“Yerel iktidarlaşma” hayalleri ve
yerel yönetim gerçeği

Parlamenter avanaklık

EMEP’in yerel seçim politikasının esaslarını sunan 28 Aralık tarihli röportajla sürdürüyoruz. Söz konusu röportaj için Evrensel’deki yayında yapılan ve metnin EMEP sitesindeki kullanımında korunan sunuş aynen şöyle:

“EMEP Genel Başkanı Levent Tüzel, yerel seçimlerde sağlanacak bir başarının, ülkenin demokratikleşmesi ve halkçı bir iktidarın kurulmasının yolunu açacağını vurguladı. Tüzel, bu nedenle emekten, demokrasiden ve bağımsızlıktan yana partilerin, örgütlerin halkçı bir yerel yönetim anlayışı etrafında güç birliği yaparak seçime girmesi gerektiğini belirtti.” (Vurgular bizim)

Bu temenni ve çağrının çok geçmeden “Demokratik Güçbirliği” ile gerçekleştiğini biliyoruz. “Demokratik Güçbirliği” sadece temenninin gerçekleşmesi olmadı; çağrıyla birlikte dile getirilen hedefi de (yerel seçim başarısı ve bununla “halkçı bir iktidar”a yürüme) aynı şekilde, fakat daha açık ve özlü bir biçimde tanımladı ve bunu daha genel bir çağrıya dönüştürdü:

“Tüm halkımızı, emek, demokrasi ve barış güçlerini Türkiye’nin her yerinde ve hayatın her alanında demokratik güçbirliklerini geliştirmeye, güçlendirmeye ve bugün için yerellerde, yarın ise genelde iktidar olmak için çalışmaya çağırıyoruz. Demokratik Güçbirliği, yeni bir Türkiye için halkın gerçek iktidarını kurma doğrultusunda yeni bir umut olacaktır.” (Vurgular bizim)

Gerçekleştirilecek geniş bir “güçbirliği” sayesinde elde edilecek bir yerel seçim başarısı ile “ülkenin demokratikleşmesi ve halkçı bir iktidarın kurulması” sorunu arasında kurulan bu dolaysız bağ, ya da Deklarasyon’un ifadesiyle, “bugün için yerellerde, yarın ise genelde iktidar olmak” hedefi, yerel seçimler boyunca EMEP açıklamalarına ve propagandasına hakim bir başka temel politik tema oldu. EMEP propagandası ve Evrensel yazarları bunu öylesine bir doğallık içinde yineleyip duruyorlar ki, insan buradaki aşırı rahatlığa baktığı zaman, bu çevrenin nispeten kısa sayılabilecek bir süre içinde liberal sol burjuva ideolojisini benimsemede ve özümsemede katettiği mesafeye şaşırmadan edemiyor. Yerel seçim başarısıyla “yerel iktidar”, ardından bundan da alınacak güç ve itilimle bu kez bir genel seçim aşarısıyla ülke düzeyinde “genel iktidar”... Bu, parlamentarizme dayalı burjuva liberal ideolojinin dipsiz kuyusudur!
Bu sözleri bu denli rahat telaffuz edebilenlerin hala “devrimcilik”ten, “sosyalist” olmaktan söz etmeleri tamı tamına bir “ar yoksunluğu”dur. Bu, A. Cihan Soylular, Mustafa Yalçınerler ve İhsan Çaralanlar payına özellikle geçerlidir. Zira onların geçmişi, hangi bilinçten geldikleri bellidir. Bu geçmişi yaşamış kimseler olarak bugün geldikleri noktayı kavrayamadıklarını düşünme olanağı yoktur. Mustafa Yalçınerler’in “herkesin bildikleri”ne ilişkin dökümü, A. Cihan Soylular’ın EMEP’te ve Evrensel’de skandal boyutlarına varan liberal söylemlere dolaylı oportünist müdahaleleri de onların gerçekte bazı şeyleri iyi bildiklerini göstermektedir. Onlar bugünkü liberal batağın ne anlama geldiğini çok iyi bilmekte, herşeyi bile bile yapmakta ve yaşamaktadırlar.

Öteki bazıları için durum bir ölçüde farklı olabilir. Örneğin Levent Tüzel, K. Tekin Sürek, Ç. Diyar vb.’leri bu ikinci kategoriye girmektedir. Bunlar EMEP’in bugünkü burjuva liberal sol çizgisinin saf, ama inançlı ve militan savunucularıdır. Bunu öylesine büyük bir doğallık ve içtenlikle yapmaktadırlar ki, bu çerçevede söyleyip yazdıklarını okudukça insan onların hiçbir zaman başka türlü düşünemediklerine inanmadan edemiyor. Birçok belirti gösteriyor ki, savundukları liberal düşünce ve önyargılar bu insanların en olağan bilincidir, isteseler de başka türlü düşünemezler, başka bir şey savunamazlar. Bu kategoriye girenler geçmişte belki duygu ve politik tercih olarak devrimciliği yaşamışlardır, fakat teorik bilinç ve kavrayış olarak devrimcilikle herhangi bir ilişkieri olduğunu sanmıyoruz. İşleri kenardan götürmeye çalışan, fakat liberal sol ideolojinin bu doğal ve inançlı taşıyıcıları tarafından artık daha çok kenarda bırakılan A. Cihan Soylular, titrek ve bulanık bir biçimde orta yere bazı doğru kırıntıları savurdukları zaman, işin aslında bununla, işte bu ikinci tipi oluşturanların “incelik”ten yoksun patavatsızlıklarını dengelemeye çalışmaktadırlar.

Bugün EMEP’e ve Evrensel’e egemen tipik parlamenter liberal söylem için gerekli tüm koşullar daha 3 Kasım seçimleri sırasında zaten yeterli açıklıkta oluşturulmuştu. O dönem bunun en yiğit seslendiricisi de ayakları yerden kesik bir seçim başarısı beklentisi üzerinden “iktidara yürüyoruz!” diye haykıran, bugünse bize devrim ve devrimcilik üzerine “herkesin bildikleri”ni hatırlatan M. Yalçıner’den başkası değildi. Yol “eskiler” tarafından (DEHAP Bloku’nun seçim başarısına duyulan hayalci inanç ve heyecanla) bu denli açık ve cüretli biçimde zamanında açıldığı için, şimdi artık “yeniler” bu açılmış yoldan gönlü rahat biçimde ve A. Cihan Soylular’ı bile huzursuz edebilen bir patavatsızlıkla ilerleyebilmektedirler. Boynuz gelir kulağı geçermiş. Fakat olan olmuştur; EMEP’in gelinen yerde artık ne lduğu, girilen o uğursuz yolda bugün artık nasıl bir konuma ulaşıldığı, en kör gözlerin bile görebilecekleri bir açıklıkta ortaya çıkmıştır. A. Cihan Soylular’a geçmiş ola! Her ne kadar bu eserin gerçek mimarları tümüyle onlarsa da...

“Yerel iktidar” üzerine liberal yanılsamalar

“EMEP Genel Başkanı Levent Tüzel”le yapılmış röportaja dönelim. “Sunuş”, haliyle metindeki en temel fikri özetliyor ve sunuşu yapanlar için de, özellikle öne çıkarılması gereken düşünceyi işaretliyor. O halde biz öncelikle buna ilişkin soruyu ve yanıtını görelim.

Sorudan başlıyoruz: “Yerel yönetimler, bir iktidar deneyimi olarak görülebilir mi? Merkezi iktidar bir partinin elinde bulunurken, yerel yönetimlerin kendi projesini gerçekleştirme şansı var mıdır?”

Evrensel adına sorulan bu soruda daha ilk bakışta dikkat çeken yön, tepeden tırnağa reformist-parlamentarist bir mantığı yansıtıyor olmasıdır. Devrimci olmak iddiasındaki bir yayın hiçbir biçimde devrimci olmak iddiasındaki bir partiye böyle bir soru yöneltemez. Zira bu soruda “iktidar” kavramı, tümüyle burjuva parlamenter işleyiş içinde, bu işleyişe tabi siyasal partiler tarafından elde edilen ve yine bu işleyişin mantığı gereği geçici olmaya mahkum konumlarla ilişkilendirilmiştir. Kullanılan dil burjuva parlamentarizminin politik dilidir ve kurumsal yapı ve işleyişin kendisi gibi, bu dil ve terminoloji de kitleleri aldatmaya, bilinçleri bulandırmaya hizmet eder.

Sorunun ilk kısmı kendi başına alındığında yine de nötr bir tutumu yansıtıyor sayılabilir. Bu sınırlar içinde soru, birbirine tümüyle zıt amaçlara hizmet edebilir; reformist bir yanıtın olduğu kadar devrimci bir yanıtın da vesilesi olabilir. Fakat ikinci bölüm böyle bir yorum olanağını tamamen ortadan kaldırmakta, soru toplamı içinde tümüyle reformist bir mantık ve anlama oturmaktadır. “Merkezi iktidar bir partinin elinde bulunurken” ifadesi, tipik parlamentarist bir bakışın ürünüdür. Burada “iktidar”dan kasıt hükümettir ve bu şekliyle soru demek istiyor ki, “iktidar” AKP’nin elindeyken “güçbirliği” yerel seçimlerde başarı sağlasa bile “yerel iktidar” olmayı başarabilir mi? Soru aynen bu biçimiyle, pekala Hürriyet gazetesi tarafından CHP genel başkanı Baykal’a ya da öteki herhangi bir burjuv muhalefet partisi liderine de sorulabilirdi. Bu bile sorudaki vehameti gösterebilmek için yeterli bir örnektir.

Devrimci olabilmek için bu soruyu örneğin şöyle sormak gerekirdi: “İktidar burjuvazinin elindeyken, bu sınıf iktisadi ve siyasal gücü sağlam biçimde elinde tutuyorken, buna dayalı egemenliğini merkezden yerele her koldan kurmuşken, devrimci bir parti için salt belediye yönetimini kazanmak ne anlama gelir? Bu koşullarda, devrimci bir partinin belediye hizmetleri kapsamında bile yapabileceklerinin sınırları ne olabilir?” Bu şekliyle soru her türlü parlamenter yanılsamayı dışlar, gerçek iktidar ilişkilerini sınıfsal mantığı içinde vurgular, düzenin mevcut yapısı ve işleyişi içinde belediye yönetiminin ne anlama geldiğini yerli yerine oturtma olanağı sağlar ve böylece dayanaksız liberal hayallere olanak bırakmazdı.

Fakat soruyu böyle sorabilmek için devrimci olmak gerekirdi, ki sorun da bu zaten. Soruyu soranlar kadar onu yanıtlayanlar da devrimci değil, fakat tümüyle reformist bir konumdadırlar ve artık herşeyi parlamenter bir mantık içinde düşünmekte, buna uygun bir dil ve terminoloji kullanmaktadırlar. Nitekim EMEP başkanı sorudaki reformist mantığı aynen paylaşıyor ve yanıtını da aynı çerçevede veriyor:

“Bazı anlayışlar yerel yönetimde iktidar olmaya çok büyük anlamlar yüklüyor. Yani ülkenin genel siyasetini etkileyebilecek bir mekanizma olarak görüyor. Elbette belediyeciliği bizim önerdiğimiz tarzda gerçekleştirmek, demokratikleşmenin ve örgütlü toplum yaratmanın önemli bir adımıdır. Ancak ülkenin siyasetini belirlemek, bütçesini oluşturmak, kaynaklarını yönetmek merkezi iktidarın elindedir. Dolayısıyla yerel yönetimlerde piyasacı, özelleştirmeci, rantçı bir tarzla mücadele ederken, buralarda kendi programımızı uygulama olanaklarını yaratırken, aynı zamanda halkın doğrudan ülke yönetiminde söz sahibi olmasını ve demokratik bir halk egemenliğini sağlayacak bir çalışma içine girme hedefini de gözetmek gerekiyor. Şüphesiz halkçı, demokratik belediyecilik derken böyle bir amacı gerçekleştirmeni kanallarını açmayı kastediyoruz.”

Yanıtın daha ilk cümlesi, sorudaki “yerel iktidar” kavramını benimsiyor, fakat “bazı anlayışlar”ın buna gereğinden fazla anlam yüklediği konusunda uyarıda bulunuyor. İtiraz “yerel iktidar” kavramına değil, fakat buna yüklenen abartılı anlamadır. “Yerel iktidar”, “ülkenin genel siyasetini etkileyebilecek bir mekanizma” değildir; “ülkenin siyasetini belirlemek, bütçesini oluşturmak, kaynaklarını yönetmek merkezi iktidarın elindedir.” Bu kadarı, sorunu ele alışta kişiyi, geçtik burjuva liberalinden, herhangi bir gerici burjuva politikacısından bile ayrı bir yere koymaz. Sorulan soruya Deniz Baykal ya da örneğin Memet Ağar yanıt vermiş olsaydı, yanıtın içeriği esası yönünden yine bu olurdu. Çünkü mevcut düzenin siyasal-hukuksal yapısı ve işleyişi içinde durum zaten tamı tamına budur, anayasal çer&ccedl;eve de buna göredir.

Mevcut siyasal ve anayasal yapı ve esaslara göre, “yerel yönetim”ler, ülkenin genel siyasetini etkilemek bir yana, herhangi bir siyasal yetkiden bile yoksundurlar. “Ülkenin siyasetini belirlemek, bütçesini oluşturmak, kaynaklarını yönetmek merkezi iktidarın elindedir.” Aynı “merkezi iktidar”ın bu belirleme, oluşturma ve yönetme yetkisi dolaysız biçimde yerelleri de kapsamaktadır. Bu anlamda iktidar gücü ve yetkisi bölünmez bir bütün oluşturmaktadır. Dahası, anayasa tarafından da güvence altına alınan siyasal işleyiş gereği, “yerel yönetim”ler “merkezi iktidar”a uyum sağlamak, onun çizdiği genel çerçeve içinde davranmak, onun denetimine ve müdahalelerine tabi olmak zorundadırlar. (Mevcut anayasa bunu dosdoğru, merkezi iktidarın belediyeler üzerindeki “idari vesayet yetkisi” olarak tanımlamaktadır.) itmedi; yerel yönetimin, üstlendiği kamusal hizmetleri bir ölçüde olsun yerine getirebilmek için bağımsız bir bütçesi olmadığı için, “merkezi iktidar”a bir de buradan gelen dolaysız bir mali bağımlılığı vardır ve gerisin geri siyasi-idari bağımlılığı pekiştiren bir rol oynamaktadır.

Bütün bunlar düzenin kendi mevcut yapı ve işleyişine ilişkin gerçeklerdir. Belediye yönetimine hangi burjuva partisi gelirse gelsin, bu merkezden güdümlü ve denetimli yapı ve işleyişe tabidir. Burjuva partiler aynı kumaştan oldukları ve aynı sınıfa hizmet ettikleri için, bu onlar için esasa ilişkin bir sorun oluşturmamaktadır. Oysa belediye yönetimine devrimci bir partinin gelmesi durumunda, merkezi iktidarın (liberal söylemin aksine, bunu bütün bir burjuva sınıf iktidarı olarak düşünmek gerekir) bu siyasal, yasal, yönetsel ve iktisadi çok yönlü egemenliği ve üstünlüğü boğucu bir kuşatma olarak işler. Yerel düzeyde “iktidar” olmak bir yana, belediye yönetimi olarak ayakta kalmak bile başlı başına bir sorun haline gelir. Tüm bu baskı ve kuşatma kitle desteği ile bir ölçüde belki dengelenebilir, ama bu “yerel ikidar” değil yalnızca belediye yönetimi olarak ayakta kalma olanağı sağlar. Fakat ancak yeterli ekonomik kaynakla sürdürülebilir olan asgari belediye hizmetlerinin verilmesine herhangi bir çözüm sağlamaz, zira kaynağın musluğu “merkezi iktidar”ın elindedir ve hizmet için kullanılması gereken birikmiş zenginlikler burjuvazinin tekelindedir. Dolayısıyla yerel yönetimi seçim yoluyla ele geçirmş devrimci bir partinin önündeki engel hükümetteki “bir başka parti” değil, fakat iktisadi ve siyasal, yasal ve yönetsel gücü ve araçlarıyla bir bütün olarak burjuva sınıfı ve devletidir.

Merkezden yerele burjuva iktidar ilişkileri

Burada kilit kavram “yerel iktidar”dır ve biz bunu reformist kullanımdan aldığımız için hep tırnak içinde verdik. Gerçekte, belediye seçimlerinde başarı sağlamakla “yerel iktidar” kavramı arasında hiçbir biçimde bağlantı kurulamaz, bunlar tümüyle iki ayrı şeydir. Burjuva propagandası kasıtlı olarak bunları birbirine karıştırır. Yerel planda ya da ülke düzeyinde, seçimler yoluyla halkın kendi özgür iradesini ortaya koyduğunu, yerel ya da ulusal düzeyde kendi temsilcilerini seçtiğini ve böylece desteklediği partiyi yerel ya da ulusal düzeyde “iktidar” yaptığını iddia eder, buna ilişkin yanılsamalarla kitleleri aldatır, bilincini bulandırır. Devrimci bir partinin görevi her zaman, fakat özellikle de seçimler döneminde, buna ilişkin yanılsamalara karşı sistematik bir mücadele yürütmek, burjuva düzen koşullarındaki gerçek iktidar ilişkilerine açıklık getirmek ve bu çerçevede seçimlerin ve parlamenter kurumların gerçek işlevini kitleler önünde ortaya koymaktır. Oysa bütün kesimleriyle reformist sol, burjuva propagandasının kasıtlı olarak yarattığı düşünsel kargaşayı aynen benimsemekte ve kitlelere yönelik çalışmasında yineleyip durmaktadır. Üstelik de bu konuda en büyük hassasiyet gerektiren se¸im ortamında.

İktidar sınıfsal bir kavramdır; bir sınıfsal egemenlik ilişkisini anlatır. İktidar olmak, sınıf olarak iktisadi ve politik gücü elinde bulundurmak ve buna dayanarak kendi dışındaki sınıf ya da sınıflara hükmetmek, buna uygun bir siyasal, hukuksal ve idari yapı kurmak, bunu merkezden yerele ve toplumsal yaşamın tüm alanlarına yaymak anlamına gelir. Buradan bakıldığında iktidar bir bütündür ve merkezidir. Dolayısıyla, merkezi iktidar koşullarında bir “yerel iktidar” kavramı tümüyle temelsizdir, bir burjuva aldatmacası ve liberal küçük-burjuva yanılsamasıdır. “Yerel iktidar” ancak merkezi iktidarın söz konusu yerel alandaki varlığının felce uğratıldığı, kurumsal yapısının ve otoritesinin yıkıldığı, yerine yeni türden bir sınıfsal-siyasal iktidarın kurulduğu bir durumda söz konusu olabilir. Bu ise tümüyle geçici bir durum örneği olabilir ancak. B&oml;yle bir durumda ya yerel iktidar adım adım merkezi iktidarı ele geçirmeye doğru genişler ve büyür, ya da merkezi iktidar tarafından çok geçmeden varlığına son verilir.

Bilindiği gibi parlamento anayasal tanıma göre yasama organıdır. Parlamentonun içinden çıkan ve parlamento tarafından denetlenen hükümet yürütme organıdır. Buna rağmen hiçbir marksist parlamentoyu burjuvazinin gerçek iktidar odağı olarak görmez. Her gerçek marksist bilir ki, parlamento ve hükümet, burjuvazinin gerçek iktidarının parlamenter örtülerinden ve araçlarından öte bir şey değildir. Burjuvazinin gerçek iktidar organları ordu ve bürokrasidir. Burjuvazi bunları binbir bağla kendine bağlar, egemenliğini güvence altına alır, işleri yürütür ve elbette hükümet ve parlamentoyu da bunlarla uyumlu halde kullanır. Bu uyumun bozulduğu yerde ya da hükümet ve parlamentonun imkan olmaktan çok engele dönüştüğü durumlarda nelerin yaşandığını ise bu ülkenin kendi ykın dönem deneyimlerinden bile iyi biliyoruz.
Bunları hatırlatmamız boşuna değil. Tümüyle siyasal kurumlar olmakla kalmayan, anayasal esaslara göre yasama ve yürütme yetkilerini de elinde tutan parlamento ve hükümetin bile kapitalist düzende gerçek iktidar odağı sayılamadığı gerçeği orta yerdeyken, yeni dönem liberalleri hiçbir siyasal yetkisi olmayan, gerçek devlet idaresinde de hiçbir yer tutmayan belediyeleri, yerel iktidar alanları ve organları olarak görebilmektedirler. Bu, toplumsal gerçeklerden ne denli koptuklarının da bir göstergesidir.

Burjuva devleti, illeri ve ilçeleri, belediye başkanları ile değil, fakat kendi dolaysız uzantısı olan ve yereldeki devlet otoritesinin temsilcileri durumunda bulunan kurumlarla yönetir. Vilayet, emniyet, askeriye, jandarma, istihbarat, yargı, defterdarlık ve çeşitli bakanlıkların tüm öteki uzantılarından oluşur bu kurumlar ve vali tarafından koordine edilen etkinlikleriyle hep birlikte ili (ilçede kaymakam yönetiminde ilçeyi) yönetirler. Elbette belediye başkanlığı da bu yönetim aygıtının bir parçasıdır, fakat tam olarak tabi olmak ve uyum sağlamak koşuluyla. Eksik bırakmamak için eklemiş olalım ki, ilin “en yüksek mülki amiri” olarak valinin (ilçede kaymakamın) görev ve yetkileri arasında, belediye işlerinin dolaysız denetimi ve yerine göre yönetimi de vardır.

Mevcut düzende yereldeki gerçek güç ve iktidar odağı işte böyle oluşmuştur, bu şekilde işlemektedir. Dolayısıyla “yerel iktidarlaşma”dan sözedebilmek için, öncelikle bu odağın tüm güç ve otoritesinin boşa çıkarılması, dayandığı aygıtların parçalanması ve dağıtılması gerekir. Bu da, her sıradan devrimcinin çok iyi bilebileceği gibi, belediye seçimlerindeki başarılarla değil fakat gerçek bir devrimle olanaklıdır ancak. Gerisi liberal safsatadan öte bir şey değildir.

Türkiye’de “yerel yönetim” gerçeği

Türkiye’de burjuvazi iktidarını her düzeyde sağlam bir biçimde kurmuştur. Merkezi iktidar yerel kollarıyla aynı zamanda “yerel iktidar”dır ve bu hiçbir biçimde o an hükümetteki partiyle ilgili bir sorun değildir. Bu bir devlet gücü, onun kurumlaşması ve işleyişi sorunudur. Bu güç siyasal ve idari bakımdan oluşmuş, hukuksal bakımdan da pekiştirilmiştir. İller ve ilçeler, merkezden atanan valiler ve kaymakamlarca geniş yetkilere dayalı olarak yönetilirler. Yerel düzeyde tüm siyasal ve idari yetki, devletin ve hükümetin temsilcisi olarak bunların elindedir. Devletin yerel kolluk güçleri bunlara bağlıdır ve tüm öteki devlet kurumları ve bakanlıkların yerel uzantıları arasında işbirliği ve eşgüdümü bunlar sağlarlar ve birlikte ili ya da ilçeyi merkez adına yönetirler.
Yerel planda seçimle oluşturulan yapılar da devletin ve hükümetin bu yerel uzantılarının yasal ve fiili sıkı denetimi altındadırlar. Seçimle oluşturulan İl Genel Meclisi, işlevsizliği bir yana, işlediği kadarıyla da tam olarak valiye tabidir. Valinin başkanlığında ve onun hazırladığı çalışma programıyla çalışır, aldığı kararlar da valinin onayına tabidir. Aynı şekilde, vali isterse seçimle oluşturulan Belediye Meclisi’ni de toplantıya çağırabilir ve ona başkanlık edebilir. Belediye’nin aldığı birçok karar, valinin (ya da Mahalli İdareler Genel Müdürlüğü’nün) onayına tabidir. Belediye bütçesini onaylamak da “en yüksek mülki amir”in yetkisindedir. Seçimle, yani siyasal mekanizmalarla işbaşına gelmiş olsalar da, belediye başkanı ve belediye meclisinin “iktidar” kavramı kapsamında siyasal yetkileri yoktur. Onlar iyasal yönetici değil, fakat seçilmiş “memur”lardır ve seçildikleri yerel alana belli kamusal hizmetleri (yol, su, kanalizasyon, temizlik, bazı kültürel hizmetler vb.) götürmekle yükümlüdürler. Bu görevler, her türlü siyasal yetki ve işlevden arındırılarak belediyelerin önüne konulmuştur. Öylesine ki, siyasal mekanizmalarla oluşturulan belediye meclisleri, “belirli koşullarda”, “örnecurren;in siyasal konuları tartıştığında ya da siyasal dilekte bulunduğunda”, Danıştay kararı ile dağıtılabilir. (AnaBritanica, C. 3, s.553, “Belediye” maddesi)

Bunları uzatmak olanaklı, fakat gerekli değil. Bütün bunlardan çıkan sonuç, Türkiye’nin bugünkü burjuva düzeni altında, mevcut siyasal, yasal ve yönetsel yapılanış ve işleyiş içerisinde, belediyelerin bir “yerel iktidar” odağı olmadıkları, olamayacaklarıdır. Belediyelerin siyasal işlevi, olabildiği kadarıyla, merkezi devletin ve hükümetin uzantısı olmak, onun yerel etki ve gücünü pekiştirmek çerçevesindedir. Bu ise siyasal-hukuksal olduğu kadarıyla iktisadi yollarla da güvece altına alınmıştır.

Türkiye’de belediyeler, konunun uzmanlarının ifadesiyle, tam bir merkezi “vesayet rejimi”ne tabidirler. “1930’da çıkarılan ve önemli ölçüde hala yürürlükte olan Belediyeler Yasası, bir vesayet rejimi öngörmekte”dir. “Belediyeler bu yasayla adına vesayet denilen ağır bir merkezi hükümet denetimi altına sokulmuşlardır.” “1580 sayılı Belediyeler Yasası 1930 yılında kabul edilmiştir. Yasa zaman içinde bir takım değişikliklere uğramış olsa da temeldeki mantığı ve öngörülen örgütlenme biçimi 1924, 1961 ve 1982 anayasaları dönemlerinde hemen hemen aynı kalmıştır. 1580 sayılı yasanın temel kabulü, belediyeleri merkezi hükümetin doğal bir uzantısı olarak kabul etmesidir.” “Sonuçta belediyeler, karar alma süreçlerinde, kaynak ve yetki kullanımlarında ve hatta haberleşmelerinde merkezi youml;netimlerin sıkı ve ayrıntılı bir denetimine sokulmuşlardır.” “... Baskı ve kontrol altında tutma çabası temelde iki alanda yoğunlaşmaktadır: Yönetsel ve parasal.” (Korel Göymen, “Türkiye’de Yerel Yönetim”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, İletişim Yay., C. 10, s. 2838, 2841 ve 2842)

“Yönetsel” baskı, siyasal olmaktan öteyedir ve anayasal bir temele sahiptir. Tahmin edilebilir nedenlerle faşist askeri cuntanın 12 Eylül anayasası, ‘61 anayasasından devraldığı “vesayet rejimi”ne en katı biçimini vermiştir. “Mahalli İdareler”e ayrılmış 127. maddenin 5. fıkrasından okuyoruz:

“Merkezi idare, mahalli idareler üzerinde, mahalli hizmetlerin idarenin bütünlüğü ilkesine uygun şekilde yürütülmesi, kamu görevlerinde birliğin sağlanması, toplum yararının korunması ve mahalli ihtiyaçların gereği gibi karşılanması amacıyla, kanunda belirtilen esas ve usuller dairesinde idari vesayet yetkisine sahiptir.”

Burada sayılan koşullar ve ihtiyaçlar, anayasanın öteki birçok maddesinde olduğu gibi, her türlü keyfi yoruma, dolayısıyla belediyeler üzerinde ölçüsüz bir baskı kurmaya olanak tanımaktadır. Pratikte bu türden baskılara fazlaca rastlanmıyorsa eğer, bunun gerisinde belediyelerin şu veya bu gerici düzen partilerinin elinde olması ve bunun da bir sorun oluşturmaması olgusu vardır. Bunun tek istisanası DEHAP’ın elindeki belediyeler olmuştur. Fakat bunlar bile, karşılaştıkları tüm baskılara ve ayrımcı yaklaşımlara rağmen, bize henüz farklı bir örnek sunamamaktadırlar. Zira DEHAP’lı belediyeler dönemi İmralı teslimiyetçiliğine denk gelmektedir. Bu, ortamı ve dolayısıyla ilişkileri yumuşatmıştır. Buna rağmen özellikle ilk dönemlerde Diyarbakır’ınki de dahil bazı belediye başkanları uydurma gerekçelerle gözaltına alınmış ve geçici olarak göreverinden uzaklaştırılmışlardır. Bunun bir sindirme operasyonu olduğu, gerekli sonuçları fazlasıyla verdiği bir gerçektir. Teslimiyetçi barış politikasını yürekten benimseyen DEHAP’lı belediyelerin de kendi cephelerinden devletle ve hükümetle ilişkileri hoş tutmak için her türlü çabayı harcamış olmaları da sorunun bir başka yönüdür. Buna rağmen Diyarbakır gibi önemli bir belediyenin başkanı sık sık aşa&curen;ılanmış, birçok keresinde kentteki mülki ya da askeri yetkililer tarafından normal protokol ilişkilerinin bile dışında tutulabilmiştir. Üstelik ardındaki güçlü seçmen desteğine rağmen.

Mevcut yasalara göre, hakkındaki en sıradan (ki bu tümüyle düzmece de olabilir) bir “soruşturma” ya da “kovuşturma” açılması durumunda, içişleri bakanı bir belediye başkanını “geçici” olarak görevden alabilmektedir. Kovuşturmanın herhangi bir suçtan 6 ay hapisle sonuçlanması durumunda ise söz konusu belediye başkanı görevini tümden yitirmektedir. Bütün bunlar, düzenin icazet alanına boylu boyunca yerleşeli beri artık kovuşturulmak gibi bir sorunları olmayan, bu konuda tümüyle rahat olan liberal takımı için bir şey ifade etmeyebilir; ama gerçekten devrimci olan ve görevinde buna uygun davranacak bir belediye başkanını bekleyen çok yönlü ve keyfiliğe tümüyle açık kuşatma konusunda bir fikir vermektedir.

Bir ilin ya da ilçenin siyasal ve idari yönetiminde belediye başkanı yasal yetkileri bakımından gerçekte bir hiçtir. Buna rağmen, birçok durumda siyasal açıdan da önemli bir güç unsuru olabiliyorsa eğer, bu tümüyle ya devletin, ya hükümetin, ya yerel sermaye güçlerinin ya da bunların birarada tümünün bir uzantısı olması, bu gerçek güç odaklarıyla organik olarak bütünleşmesi sayesinde olabilmektedir. Anayasal dayanaklara kavuşturulmuş “vesayet rejimi” ile amaçlanan da sonuçta budur zaten. Böyle bir bütünleşmeyi sağlayamayan bir belediye başkanı ise ilin siyasal yönetiminden dışlanmakla kalmaz, yeri geldikçe itilip kakılır ve gerektiğinde düzmece nedenlerle tümden görevden de alınır.

“Yağlı lokma” merkezi aygıta, “kırıntılar” yerel yönetimlere

Uzman kaynağımız salt “yönetsel” değil, onu tamamlayacak biçimde bir de “parasal” baskıdan söz ediyordu. Biraz da bunun üzerinde duralım. Bu bize, burjuva sınıf egemenliği sistemine ve kapitalist özel mülkiyet düzenine dokunmaksızın, burjuvazinin sistematik artı-değer sömürüsüyle ve öteki sömürü ve soygun mekanizmalarıyla tekeline aldığı zenginliklere el koymaksızın, salt rantçılığa ve hırsızlığa son vererek, böylece yerel hizmetler planında halkın “tüm temel sorunlar”ını çözmekten sözedenlerin bu iddialarının anlamı konusunda da bir fikir verecektir.

Anayasa’nın daha önce aktarma yaptığımız 127. maddesinin son fıkrasında, mahalli idarelere “görevleri ile orantılı gelir kaynakları sağlanır” deniliyor. Sağlayacak olan doğal olarak merkezi hükümettir. Merkezi hükümet ise bunu iki yolla yapar. İlkin merkezi bütçeden belediyelere pay ayırarak ve ikinci olarak da, yasa ve yönetmelikler yoluyla belirli gelir kaynakları tahsis ederek.

İlk kaynak, hükümetin alabildiğine keyfi davranabildiği bir alan olarak kalmaz, tam da bu nedenle dolaysız bir bağımlılık ilişkisinin de temeli olur. Belediyeler kaynak tahsisi alabilmek için hükümetle iyi geçinmek, ona yaranmak durumundadırlar. Hükümet ise partizanca ya da başka nedenlerle, kaynakları eşit değil işine geldiği gibi dağıtabilme olanağına sahiptir. Kaldı ki bütçe gelirlerinin yarısını borç faizine ödeyen, geriye kalanla da başta ordu, polis, istihbarat ve diyanet olmak üzere temel baskı ve yönetim aygıtlarını finanse eden, şişkin bir bürokrasiyi ayakta tutmaya çalışan ve bu arada bankalardan hortumlanan onmilyarlarca doları yerine koymaya çalışan hükümet, hangi “kaynak”tan belediyelere ne pay ayırabilir? Buna rağmen bazı kırıntılar ayırabiliyorsa, bu da ödendikçe büyüyen sonu gelmez devlet borçlaı sayesinde olanaklı olabilmektedir. Bu tablo bizi bir kez daha halkın temel ihtiyaçlarının karşılanabilmesi ve yerel alanda birikmiş temel sorunların çözülebilmesi için, burjuvazinin elindeki birikmiş zenginliklere el koymaktan başka bir çare ve çıkar yol olmadığı gerçeğine getirmektedir.

İkinci gelir kaynağı ise, yasal düzenlemelerle belediyelere bırakılan bazı yerel gelirlerden oluşmaktadır. Uzman bir kaynak bu konuda şunları söylemektedir: “Çoğu verimsiz, toplanması güçlükler taşıyan bu gelirlerle belediyeler çağdaş belediyecilik uygulamaları şöyle dursun çalışanlarının ücretlerini dahi karşılayamaz duruma düşmüşlerdir.”

Geçmeden bunun salt bize özgü değil fakat kapitalist toplumun “belediye gelirleri”ne ilişkin bir gerçeği olduğunu belirtelim. Nitekim menşeviklerle tarım sorunları üzerinden “belediyeleştirme” konusunu tartışırken Lenin’in kendi döneminin Avrupa belediyeleri üzerine verdiği bilgiler, az önce uzman kaynaktan yaptığımız aktarma ile çakışmaktadır. Lenin’in konuya ilişkin görüş ve gözlemleri günümüz için de yol göstericidir:

“Belediye gelirleri, Avrupa’da ve her burjuva ülkede -aslan Maslov bunu kulağının arkasına yazsın-, burjuva merkezi iktidarın kültür amaçları için feda etmeye hazır olduğu gelirlerdir, çünkü bu gelirler daha az önemlidir, çünkü merkezi iktidar açısından toplanması zordur ve çünkü burjuvazinin en önemli, temel, tayin edici ihtiyaçları zaten yağlı lokmayla güvence altına alınmıştır... Burjuva toplumunda burjuvazi, kültürel amaçlar için birkaç kuruştan fazla harcamaz, çünkü en yağlı lokmaya sınıf olarak iktidarını korumak için kendisinin ihtiyacı vardır... Avrupalı sosyalistler bu yağlı lokma ve kırıntılar dağılımını verili birşey kabul ederler, çünkü onlar burjuva toplumunda başka türlü olamayacağını iyi bilirler...” (Seçme Eserler, C. 3, İnter Yayınları, s. 236-237)

Yüzyıl öncesine ait bu görüşler ve gözlemler bugün için de aynen geçerlidir. Hatta bugün ve hele de Türkiye’de durum her açıdan çok daha kötüdür. Lenin’in aynı yerde “yağlı lokma ve kırıntılar dağılımı”na ilişkin olarak verdiği bazı rakamlar bunu açıkça göstermektedir.

Uzman kaynağımız, Cumhuriyet tarihi üzerinden şu bilgileri veriyor: “Yerel yönetimlerin gelir ve giderlerinin kamu maliyesi içindeki önemi ve payı sürekli azalmıştır. Cumhuriyetin ilk yıllarında, örneğin 1926’da yerel yönetimlerin toplam kamu gelirleri içindeki payı yaklaşık beşte bir (% 19.1) oranında iken, 1941’de % 10’a düşmüş, 1951’de % 14’e, 1962’de % 17’ye çıkmışsa da, 1965’te % 15’e, 1970’te %12’ye, 1979’da % 11’e inmiştir. Ulusal gelirden (GSMH) yerel yönetimlerin aldığı pay ise 1965-1979 arasında % 2.7’den %2.1’e düşmüştür” (Cevat Geray, “Yerel Yönetimlerin Mali Sorunları”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, İletişim Yay., C. 10, s. 2845)

Demek ki Türkiye’de kapitalist gelişmeye bağlı olarak kentleşme hızlandıkça ve dolayısıyla yerel yönetimlerin önemi ve işlevi artıkça, devlet gelirlerinden belediyelere ayrılan pay da oransal olarak sürekli azalmaktadır. Bu kapitalist düzenin mantığı içinde anlaşılır bir durumdur; kapitalist gelişme, yalnızca büyüyen kentler ve artan yerel hizmet ihtiyacı değil, aynı zamanda kapitalist devletin ve sınıfın büyüyen yönetim masrafları ve çeşitli türden ihtiyaçları demektir. Burjuva devlet de elindeki kaynakları buna göre kullanmakta, bunun için de halka doğrudan ve dolaylı olarak daha fazla yük bindirmekle kalmamakta, böylece elde edilen kaynaklardan halkın zaruri kamu hizmeti ihtiyaçları için ayrılması gereken payı da sürekli olarak azaltmaktadır. Bu sonuncusu, kapitalist sınıfa daha çok kaynak ayırmanın bir öteki yoludur. Nitekim aynı kanak bize şu bilgileri de veriyor: “Öte yandan, yerel yönetim gelirleri, toplam kamu gelirlerinin artışından daha az artış göstermiştir. Kamu gelirleri toplamı 1962’den 1979’a % 200 artarken yerel yönetim gelirleri toplamı aynı dönemde % 38’lik bir kayba uğramıştır. Genel bütçe giderleriyle karşılaştırıldığında yerel yönetim giderleri için de aynı gözlemler yapılabilmektedir.” (Aynı yer)

Bu gerçekler, belediyelerin neden asgari düzeyde olsun hizmet veremedikleri ve neden borç batağında yüzdükleri konusunda da bir fikir vermektedir. Elbette hırsızlık ve yolsuzluk durumun vahametini artırmaktadır. Fakat yeni dönem liberallerinin düşledikleri gibi, kapitalist düzen altında bunlar tümüyle ortadan kaldırılsa bile sonuç özünde değişmeyecektir. Elbette bu durumda belediyelerin elindeki kaynaklar hizmet için daha iyi kullanılabilecektir. Fakat sorun temelde, eldeki kaynakların doğru değerlendirilememesinden değil fakat bu kaynakların alabildiğine sınırlı olmasından kaynaklanıyor. Burjuva devletinin “yağlı lokmayı” kendisine ayırmasına ve yerel yönetimlere ise “kırıntılar” bırakmasına son verilmedikçe durum özünde değişmeyecektir. Fakat sorun bununla da bitmemektedir. Bu kadarı devlet gelirlerinin kullanımına ilişkindir. Oysa ¸alışan sınıfların yarattığı toplam ulusal gelirin/kaynakların ancak sınırlı bir bölümü “kamu geliri” olarak devletin eline geçmektedir. Aslan payını oluşturan asıl büyük bölümü ise sınıf olarak burjuvazinin eline geçmekte, onun tekelindeki birikmiş zenginliklere eklenmektedir. İşte bu kaynağa, kapitalist özel mülkiyet tekeli altındaki birikmiş zenginliğe el konulmadıkça, hiçbir temel toplumsal srun çözülemeyeceği gibi yerel yönetimler alanındaki “temel sorunlar”da çözülemez.

Oysa EMEP’te temsil edilen yeni dönem liberalleri, yerel alandaki temel sorunların çözümünü ancak devrimle olanaklı olabilecek bu temel ekonomik önlemden koparabilmektedirler. Bununla da kalmayıp devlet gelirlerinin dağılımı konusunu da bir yana bırakmakta, böylece sorunu salt, belediyelere halen ayrılan “kırıntı” düzeyindeki gelirlerin dürüst ve isabetli kullanımına indirgemektedirler. Ekonomik plandaki bu yaklaşımın kendini siyasal planda aynen göstermesi olgusuna burada özellikle dikkat edilmelidir. Yerel plandaki “temel sorunları” burjuvazinin iktisadi gücüne ve varlığına dokunmadan çözmeyi hayal edebilenler; aynı şekilde, yerel planda iktidarlaşma sorununu da, burjuvazinin gerçek iktidar gücüne ve aygıtlarına dokunmaksızın, salt “AKP’nin yerellerdeki gücünü kırma”ya (ki bu belediye yönetimlerini ele geçirmek anlamına gelektedir) indirgeyebilmektedirler.

Onların tüm düşünüş mantığı artık bu düzenin işleyiş normlarına göredir, tepeden tırnağa reformist-parlamentarist bir çerçeveye oturmaktadır derken, biz işte bunu anlatmaya çalışıyoruz.

(Devam edecek...)