26 Temmuz'03
Sayı: 29 (119)


  Kızıl Bayrak'tan
  Irak'ta ABD jandarmalığına hayır!
  Hükümet ve ordu ABD ile anlaştı...
  Demokratikleşme oyununda 7. perde açıldı...
  İMF ile 5. gözden geçirme görüşmeleri tamamlanmak üzere...
  Kürt halkına karşı yeni kirli oyunlar...
  AB'den ekonomik, sosyal ve demokratik haklar beklenemez...
  Birleşik Metal-İş genel kurulları ve metal işçilerinin görevleri
  Kamu TİS'leri ihanetle sonuçlandı!
  Kamu emekçileri hareketine acil müdahale zorunluluğu
  Çırpındıkça batacaklar
  Emperyalist güçler İran üzerindeki baskıyı artırıyor
  Abbas hükümeti ABD-İsrail dayatmalarına boyun eğiyor...
  Saldırılara karşı örgütlü/birleşik mücadele!
  Genç İşçi Bülteni'nden...
  Anadolu Yakası İşçi-Emekçi Platformu Bülteni'nden...
  Eğitim hakkımız gaspediliyor...
  Polkima'da TİS süreci, lokavt ve grev aşamaları
  Irak'ta yeni tuzak
  Mücadele postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 
AB’den ekonomik, sosyal ve
demokratik haklar beklenemez...

İşçi sınıfı hak ve özgürlükler mücadelesini yükseltmelidir!

AB’ye alınması gereken tutum konusunda Türkiye’deki konfederasyonlar farklı tutumlar sergiliyorlar. Ama hepsinin de bir takım çekinceleri olmasına rağmen kimi açıktan, kimi utangaçça “AB’ye evet” diyor, uyum sürecini destekliyor. Konfederasyonların AB’ye nasıl baktığına ve kullandığı argümanlara geçmeden önce birkaç noktayı hatırlatmakta yarar var.

AB emperyalist bir kuruluştur. AB’ye üye ve aday üye ülkelere çok yönlü yaptırımlar söz konusudur. Bu yaptırımlar AB ülkelerindeki sermaye sınıfının çıkarları doğrultusunda şekillenmekte ve dayatılmaktadır.

Demokrasi, sosyal refah, çalışma yaşamının iyileştirilmesi vb. gibi işçi sınıfı ve emekçilerin özlem ve talepleri kullanılarak AB’nin kapitalist-emperyalist yüzü örtülmeye çalışılmaktadır. Patron örgütlerinin AB’ye girişi hararetle destekleyen açıklamaları, birliğin hangi sınıfın çıkarına olduğunu göstermektedir. AB’ye girişi isteyen Türk sermaye sınıfı ve iktidarıdır.

Bu kısa hatırlatmadan sonra konfederasyonların AB karşısında aldığı tutuma kısaca bakmakta fayda var. Bu, işçi sınıfı ve emekçilerin AB’ye alması gereken tutumdan AB’den beklenen iyileştirmelere kadar bir dizi alanda yükseltmesi gereken mücadelenin öneminden gelmektedir.

Türk-İş yönetiminin “AB’ye hayır” demesinin
gerisinde gerici kaygılar yatıyor

“AB’ye hayır” derken aslında utangaçça evet diyen konfederasyonların başında Türk-İş gelmektedir. Ancak Türk-İş’in hayır dediği noktalar hiç de işçi sınıfı ve emekçileri ilgilendirmemektedir. Türk-İş’in bu konudaki politikası sınıfsal nedenlere ve çıkarlara dayalı değildir.

Türk-İş yönetimi, işçi sınıfının mevcut bilinciyle en hassas ve geri yanlarını besleyen noktalardan hareketle AB’ye karşı çıkmaktadır. Gerekçeleri, Türkiye’nin üniter yapısına yönelik tehdit; AB’nin Türkiye’nin ulasal çıkarlarıyla bağdaşmayan Akdeniz, Balkanlar, Kafkas politikası; Kıbrıs ve Ermeni sorunu; Patrikhane ve Ruhban Okulu sorunudur. Türk-İş Genel Başkan Danışmanı Yıldırım Koç’un ordu yalakası Türk Solu dergisinin 21 Temmuz tarihli sayısındaki yazısında şunlar söylenmektedir. “Avrupa Birliği’ne üye olma hayaliyle ulusal çıkarlarımızı ayaklar altına almaya çalışanlar ve Sevr Antlaşması’nı hortlatma girişimlerine bilerek veya bilmeyerek alet olanlar veya katkıda bulunanlar, yükselen ulusalcı ve anti-emperyalist dalganın etkisini daha bugünden hissetmeye başlamıştır.” Bu sözlerle “ulusal çıkarlar” sınıfın çıkarlarıyla aynı nitelikteymiş gibi gösterilmeye çalışılmaktadır.

Yazıda, Türkiye’nin ABD ve AB’nin tehdidi altında olduğu; ordunun ulusal bağımsızlığın teminatı olduğu; AB’nin emperyalist kaygılarla Türkiye’nin ulusal bütünlüğünü parçalamayı ve Türkiye’yi sömürgeleştirerek arka bahçesi gibi kullanmayı hedeflediği düşüncesi işleniyor. Elbette bunlar sadece Koç’un kişisel düşünceleri değil. Aynı zamanda Türk-İş bürokratlarının Türk-İş’e hakim kılmaya çalıştığı düşüncenin de özetini oluşturmaktadır.

Yıldırım Koç’un, Türk-İş’in internet sitesinde yer alan ve doğrudan Türk-İş’i de bağlayan “Türkiye’nin Avrupa Birliği ile ilişkileri” başlıklı yazısında da, yıllardır sermaye iktidarı tarafından imha ve asimilasyona tabi tutulan Kürt halkının ulusal kurtuluş özlemi karalanarak AB’nin bu “yarayı kaşıdığı”, Türkiye’yi bölüp parçalamak istediği vurgulanıyor.

Türk Solu dergisinde orduyu ulusal bağımsızlığın teminatı olarak gösteren ve TSK’nın Körfez krizi sırasında ABD’nin taşeronluğunu kabul etmediğine dair ifadeler kullanan Koç, 12 Eylül sonrası ülkede yaşanan hak gasplarına karşı AB ülkelerinin aldığı tutumu eleştirerek şöyle diyor: “Avrupa Birliği’nin tam üyelik gerekçesiyle Türkiye’den istedikleri, Türkiye’de ulus devleti veya milli devleti parçalayacak ve Türkiye’yi bir kurşun atılmadan sömürgeleştirecek adımlardır. İnsan hakları ve demokrasi konusunda söylenenler ise büyük çoğunlukla zevahiri kurtarmak ve yandaş toplamak için gündeme getirilmektedir.12 Eylül sonrasında Almanya’nın ve birçok başka ülkenin Türkiye’deki askeri yönetime verdiği destek unutulmamalıdır. Dün insan haklarının ve işçi hak ve özgürlüklerinin kısıtlandığı dönemde bu uygulamalar karşısında sessiz kalanların ve böylece bunları onaylayanların, bugün söylediklerinin inandırıcılığı yoktur” .

Demek ki Türk-İş yönetimi 12 Eylül askeri faşist darbesinin ülkede “işçi hak ve özgürlüklerini” kısıtladığını biliyor. Peki 12 Eylül darbesinin Pentagon’da tezgahlandığını, ordu elemanlarının eğitilmek üzere Pentagon’a gönderildiğini bilmiyor mu? Yine aynı ordunun işçi eylem ve direnişlerine saldırdığından haberi yok mu?

Aynı yazıda AB’nin işçi sınıfına sendikal açıdan da bir hak kazandırmayacağı düşüncesi ileri sürülüyor:“Diğer taraftan, Avrupa Birliği üyeliğinin işçi sınıfımıza kazandıracağı hiçbir önemli sendikal hak ve işçi hakkı da yoktur. Adaylık süreci içinde Türkiye’nin uyum sağlamak durumunda olduğu Avrupa Birliği müktesebatı içinde sendikalaşma hakkı, toplu pazarlık hakkı ve grev hakkına ilişkin hiçbir düzenleme bulunmamaktadır. İş güvencesi ve sosyal güvenlik için de benzer bir durum geçerlidir”.

Şimdi de Y. Koç’un Türk-İş’in yayınları içerisinde yer alan “Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri” başlıklı yazısına bakalım: “TÜRK-İŞ, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne tam üyeliğinden yanadır. ... Türkiye’de sık sık sorulan bir soru, Avrupa Birliği’ne girilip girilmemesi gerektiğidir. Bu soru günümüzde yanlıştır. Sorulması gereken doğru soru, Avrupa Birliği’nin Türkiye’yi almaya niyeti var mıdır, yok mudur, olmalıdır”. Yazı şu cümle ile bitiyor; “Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne adaylığının Avrupa işçi sınıfı ile bütünleşme açısından bir yararı da olmayacaktır.”

“Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu” dedirtecek türden bu muğlak ifadeler Türk-İş yönetiminin AB konusunda soruna gerici kaygılarla bakmasından ileri geliyor. Eğer Türk-İş yönetimi soruna egemen sınıfın penceresinden değil de işçi sınıfı ve emekçilerin penceresinden bakmış olsaydı, AB’ye karşı net bir sınıfsal tutum alır, bunu sınıfsal gerekçelere dayandırırdı. Elbette bu durum, Türk-İş yönetimin TİS, kölelik yasası, özelleştirmeler vb. saldırılar karşısında izlediği işbirlikçi-ihanetçi çizgiden ayrı düşünülemez.

Konunun önemi, en büyük işçi sendikası olan Türk-İş yönetiminin geri ve muğlak düşüncelerle işçi sınıfının bilincini çarpıtmasından ileri geliyor. Hem Türk-İş’in kamuoyuna dönük açıklamaları, hem de işyeri, sendika ve şubelerde hakim kılmaya çalıştığı bu düşünce işçi sınıfının tutumu olamaz, olmamalıdır.

DİSK ve KESK yönetimi demokratik hak ve
özgürlükleri AB’den bekliyor

DİSK ve KESK yönetimleri tarafından çeşitli vesilelerle dile getirilen hakim görüş şöyle: “AB’nin sadece ekonomik bir birlik olmadığı aynı zamanda sosyal bir boyut içerdiği kavranmalıdır. Tek tek ülkelerin sendikalarının onlarca yıllık mücadeleleri sonucunda elde edilen kazanımları içeren bu sosyal boyutu görmezden gelemeyeceğimiz kadar önemlidir. Ayrıca Avrupa sendikal hareketi, AB üzerinde sürekli bir baskı olan toplumsal kesimlerin bilgiye ulaşma ve kararların oluşumuna katılma hakkını derhal hayata geçirmek durumundayız.”

DİSK Genel Başkanı S. Çelebi AB üzerine yaptığı bir değerlendirmede şunları söylüyor: “Hedeflerimiz doğru konulmalıdır; Avrupa Birliği üyeliği tek başına bir anlam ifade etmemektedir. Gerçek hedef ülkemizin gerek ekonomik ve gerek siyasi ve gerekse sosyal yönden Avrupa Birliği standartlarına ulaşması olmalıdır. Bu kriterlere ulaşmış bir ülke için Avrupa Birliği üyeliği ikincil bir konudur.” Bugün patronların istediği ile DİSK’in ifade ettiği aynı anlama gelmektedir; Türkiye’deki çalışma yaşamının AB normlarına göre yeniden düzenlenmesidir. Ve bu istek kölelik yasası ile patronlar lehine kazanımla sonuçlanmıştır. Sırada sosyal güvenliğin tasfiyesi, kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi, sosyal harcamaların kısılması saldırısı vardır. AB’nin de yasalaşması için desteklediği yeni iş yasası ta da bu ihtiyaca yönelik hazırlanmıştır ve patron örgütleri tarafından “çalışma mevzuatı AB standarlarına uygun hale getirilmiştir” şeklinde savunulmaktadır.

DİSK ve KESK yönetimi ekonomik, sosyal ve demokratik haklar mücadelesini yükseltmek yerine AB’den hak ve özgürlükler beklentisiyle hareket etmektedir.

Türkiye işçi sınıfı ve emekçileri hak ve
özgürlükler mücadelesini yükseltmelidir!

İşçi sınıfı ve emekçiler, AB’ye karşı kendi sınıf çıkarları çerçevesinde bakmalı ve sınıfsal bir zeminde AB’ye hayır demelidirler. İşçi sınıfının çıkarları hak ve özgürlükler için mücadeleyi yükseltmeyi, emperyalist bir birlik olan AB’ye net ve kesin bir şekilde hayır demeyi gerektiriyor. AB ülkelerinde sosyal, ekonomik, demokratik hak kazanımları giderek budanırken, AB üyeliği Türkiye işçi sınıfına daha fazla kölelikten başka bir şey getirmeyecektir.

Türkiye işçi sınıfının çıkarları ne Avrupa, ne Amerika, ne de Türk sermaye sınıfının çıkarlarıyla ortak olabilir. Her türden emperyalist bağımlılığa karşı mücadeleyi yükseltmek, emperyalist kölelik zincirini kırmanın tek yoludur.

Sahte vaadlerle AB’yi cennet göstermeye çalışan argümanları, AB’den hak ve özgürlük bekleyen anlayışlarla ulusal çıkarlar demagojisiyle egemen sınıfın çıkarlarını savunan anlayışları mahkum ederek bağımsız devrimci sınıf mücadelesini yükseltmek, işçi sınıfı ve emekçilerin AB karşısında alması gereken sınıfsal tutum olmalıdır.



Her fırsatta işçi düşmanı yüzünü gösteriyor,
emekçilere kin kusuyor...

Meydan boş, konuşuyor!

AKP Hükümeti’nin sermaye uşağı, işçi-emekçi düşmanı yüzü her geçen gün daha fazla açığa çıkıyor. Çünkü AKP Hükümeti iktidara geldiğinden beri sermaye hizmet için didiniyor, işçi ve emekçilere saldırıyor.

AKP’nin işçi-emekçi düşmanı siciline şimdilerde bir de Başbakan Tayyip Erdoğan’ın uluorta yaptığı konuşmalar eklendi. Kasımpaşa delikanlısı olmakla övünen Tayyip Erdoğan, değişik vesilelerle yaptığı tüm konuşmalarda lafı bir şekilde işçilere veya emekçilere de getirip sınıf kinini kusmadan edemiyor. Kah onlarla alay ediyor, kah meydan okuyor.

AKP’nin işsizliğe çözümü;
kamuyu tasfiye et, sermayeyi palazlandır

Mersin’de AKP’nin önde gelen finansörlerinden bir sermayedara ait Çetinkaya Mağazası’nın açılışında konuşma yapan Erdoğan, sanki özelleştirmeler ve kamuda tasfiye nedeniyle bunca işsizliği yaratan kendileri değilmiş gibi işsizliğin kökünü kazıyacaklarını söylüyor.

Buradaki konuşmasında “Türkiye’de taş üstüne taş koyan her kim olursa olsun başımızın tacıdır. Bunun için yatırımcının önünü açtık” diyen başbakan, kamuda tasfiyenin özel sektörün palazlanması için gündeme getirildiğini “Devlet, artık işsizlerin yerleştirildiği bir yer olmaktan çıkacak. Devletin görevi özel teşebbüsün önünü açmaktır. Biz de bunun için öncelikle şirket kurmayı kolaylaştırdık, yatırımcının önünü açtık” sözleriyle itiraf etmekten de kaçınmıyor.

Başbakan kamu emekçisine meydan okuyor

Partisinin Trabzon il kongresinde yaptığı konuşmada da Kasımpaşalı Tayyip, döktürmeye devam ediyor. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde yapılan yolsuzluklardan yargılandığını unutmuş görünen bu sermaye kabadayısı önce yolsuzluklardan, devleti soyanlardan sözediyor; onların hortumlarını kestik diyor.

Fakat sonra lafı ücretlerine 47 milyon gibi gülünç bir zam yapıldığı için hükümete tepkili olan kamu emekçilerine getiriyor; kamu emekçilerinin örgütlü olduğu sendikaların yaptığı “sokağa dökülürüz” açıklamasını, “Memur sendikaları sokağa dökeleceklerini söylüyorlar nereye dökülüyorlarsa dökülsünler, ben ne memur ne işçi karşıtıyım. Canım onlara feda. Onların üzerinden siyaset yapanlar var. Bunlar benim işçi ve memura karşı olduğumu göstermeye çalışıyorlar” diyerek yanıtlıyor. Daha doğrusu milyonlarca kamu emekçisini tehdit ediyor, onları ve yapacakları eylemleri ciddiye almadığını göstermek istiyor.

Erdoğan PETKİM işçisiyle dalga geçmeye çalışıyor

Aliağa Organize Sanayi Bölgesi’nin temel atma töreni için İzmir’e gelen Tayyip Erdoğan burada da işsizlikten, işsizliği kendilerinin önleyeceğinden dem vuruyor. Fakat bununla yetinmiyor. Tören sırasında PETKİM işçilerinin protestosundan çok alınmış olacak ki, daha sonra Hilton Oteli’nde düzenlenen bir toplantıda, işçilere daha fazla işsizlik ve yoksulluktan başka bir şey getirmeyen özelleştirmelere açıktan sahip çıkıyor. Hatta bu konuda üzerlerine düşen görevleri yerine getirmedikleri için işveren örgütlerini suçluyor. Yani kraldan çok kralcı kesiliyor. “Özelleştirme konusunda TOBB da TÜSİAD da üzerine düşeni yerine getirmedi. Üzerlerine düşen yapılmış olsaydı, bugün bu hallere gelmezdik” diyen Erdoğan, böylece kendisini protesto eden PETKİM işçisine de yanıt verdiğini düş&uum;nüyor.

Başbakan’ın hemen her konuşmasında bu sıraladıklarımıza benzer sözler bulmak mümkün. Ama bu hiç de gerekli değil. AKP’nin de, onun kurduğu hükümetin de işçi ve emekçiler hakkında gerçekte neler düşündüğü çok açık.

En az onun kadar açık olan bir şey de başbakanın işçi ve emekçilerle ilgili uluorta konuşmak için bizim durumumuzdan cesaret aldığı. Saldırılar bütün hızıyla sürüyor. Sömürü ve sefalet boyumuzu aştı, bıçak kemiğe dayandı. Fakat buna rağmen işçi ve emekçilerden anlamlı bir yanıt gelmiyor. Sendikacılar ise işçi ve emekçilerin mücadelesini örgütlemek yerine kuru protesto mesajları yayınlamakla meşguller. Hükümete “dur bakalım sen ne yapıyorsun” diyen yok. Yani meydan boş. O da atabildiği kadar atıyor, konuşabildiği kadar konuşuyor.

“Yürü bre hızır paşa, senin de çarkın kırılır” sözü bu tür durumlar için söylenmiş bir sözdür. Fakat bu sözü söylemek kendi başına bir anlam ifade etmiyor. Çarkın kırılması, emekçilerle dalga geçmeyi pek seven “Hızır Paşa”ların devrilip gitmesi için bir an evvel örgütlenmek ve mücadeleyi yükseltmek gerekiyor.