20 Aralık'03
Sayı: 2003 (12)


  Kızıl Bayrak'tan
  Son kararı direnen halklar verecek!
  "İnsanca yaşamaya yeten, vergiden muaf asgari ücret" için mücadeleye!
  TÜSİAD'dan hükümete asgari ücret ültimatomu
  Kuzey Kıbrıs seçimleri... Seçim sandığından emperyalistlerin sofrasına!
  İstanbul BBG-kenti haline dönüştürülüyor...
  Birleşik Metal Genel Kurulu yaklaşıyor...
  Kristal-İş yönetimi grev yasağını sessizlikle geçiştirme niyetinde...
  Gençlik soruşturuluyor... Sıra sermayenin düzenine de gelecek!
  İstanbul Üniversitesi'ndeki faşist idareye ve polis ablukasına karşı Yaşasın devrimci dayanışma!
  Gençlik eylemlerinden...
  Görkemli direniş unutulmayacak! 19 Aralık katliamının hesabı sorulacak!
  Parti çalışmasının güncel sorunları
  Sınıf hareketinden...
  Kongra-Gel'in hedefleri ve açmazları...
  Almanya'da onbinlerce öğrenci ve emekçi alanlardaydı!
  BİR-KAR Avrupa'da sosyal saldırılarına karşı kampanya başlattı...
  Avrupa'da sermayenin saldırıları hız kazandı
  ABD Kongresi Suriye'ye yaptırımları onayladı...
  Saddam'ın yakalanması ve ötesi
  "Kanlı diktatör"leri halkların üstüne salan güç: ABD emperyalizmi!..
  Irak'ta direniş cephesi genişliyor
  Amerikancı basının "kanlı diktatör" kampanyası...
  CIA-Saddam işbirliğinin 20. yıldönümü
  Saddam'ın özlü geçmişi
  Mücadele postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın



 
Görkemli direniş unutulmayacak! 19 Aralık katliamının hesabı sorulacak!

Sermaye devletinin kanla,
katliamla yazılmış 80 yıllık tarihi

A. Aras

Sermaye devletinin 80 yıllık tarihi, katliamlar, kıyımlar, faşist darbeler, yasaklar ve baskılarla doludur. Sermaye devletinin tarihi, Kürt halkına, işçi ve emekçilere, ilericilere ve devrimcilere karşı işlediği sayısız suçların tarihidir.

Daha emperyalist işgale karşı kurtuluş savaşı başlamamışken, daha henüz kuruluş aşamasının ilk safhasında, işgale karşı bağımsızlık savaşına katılmak üzere ülkeye dönen 15’leri alçakça katlederek kanlı icraatlarına başlamış ve böylece gelecekte nasıl bir iktidar kurulacağının da ilk işaretini çakmıştır. Takip eden yıllarda namlular Kürt halkına doğrultulmuş, yüzbini aşkın Kürt insanı katledilmiş, yüzbinlercesi sürülmüştür. 1923-38 arasında kurtuluş savaşına katılmış ve mecliste ve ülke yönetiminde görev almış muhaliflerini de yeri geldiğinde ipe çekmiş, yeri geldiğinde sürgüne göndermiş; “uluslaşma” adı altında yüzyıllardır bu toprakta yaşayan azınlıklar peyderpey ülkeden göçe zorlanmıştır.

Sözde çağdaşlaşmayı, ilerlemeyi düstur edinen sermaye cumhuriyeti, Anayasa’sını İtalyan faşizminden kopya edilen yasaklarla takviye etmiş, bu da yetmemiş devrimcilere, ilerici insanlara, aydın ve sanatçılara, deyim yerindeyse kan kusturmuştur. Sistematik işkence, yargısız infazlar ve gözaltında kayıplar, kirli komplo ve provakasyonlar o yıllardan başlayarak devletin temel politikası olmuştur. İlk onlu yıllarda sermaye devletinin katlettiği insan sayısı, kurtuluş savaşında verilen can kayıplarını katbekat aşmaktadır. Keza, işgalcilerin verdiği kayıbı da.

Katliamcı gelenek yeni
icraatlarla sürüyor!

Peki bu kanlı tarihin son 30 yıllık kesitindeki tablosu çok mu farklıdır? Bugün çok mu farklı? 1 milyona yakın insanın yargılandığı, yüzbinlercesinin işkence tezgahından geçtiği, onbinlercesinin katledildiği ‘71 ve ‘80 faşist darbelerini ve sonrasını ve bir an için bir yana bırakalım. Olağanüstü dönem sayılarak her türlü baskının, yasağın, katliamın büyük bir ikiyüzlülükle olağan karşılandığı bu dönemler bitmiş midir?

Tarihe değil, son 3-4 yıla kabaca bir bakalım, yanıtı burada. Bakalım, sermaye devleti, nihayet tarihini yazacağı temiz ve kansız sayfalar açmış mıdır? Demoktatikleşme adı altında çıkarılan yasaların, ne de büyük reformlar olduğunu iddia edenler plazalarında bunu tartışadursun, biz çeşitli kurumların bugünlerde yayınladığı 2003 yılı insan hakları ihlalleri raporlarına bakalım. Sanayi üretiminin yüzde 12 arttığını, ekonominin büyüme trendine girdiğini, enflasyonun düşmeye başladığını iddia edenlerin öne çıkardığı ekonomik göstergelerin altını kazıyıp, gerçeklere bir de çıplak gözle bakalım. Devasa büyüklükteki alışveriş merkezlerinin yanında bir de milyonların fabrikalardaki, sokaklardaki, varoşlardaki, köylerdeki yaşamına, ne yiyip içtiklerine bakalım.

Demokrasinin işletildiği, hukuk devletinin hakim olduğu, demokratik hak ve özgürlüklerin yasalarla güvence altına alındığı, yaşam hakkının en kutsal değer sayıldığı ve tüm bu başlıklarda her geçen gün yeni reformlar yapıldığı iddia edilen bu dönemde, görüp göreceğimiz şey; muazam ölçülerde derinleşen servet-sefalet kutuplaşması, artan sömürü ve yoksullaşma ve çok yönlü bir sosyal-kültürel yıkım ve bunun siyasal yansımalarıdır.

Geçen yıllar boyunca krizden krize giren ekonomi bu arada bir parça büyümüş, üretim ve ticaret hacmi doğal olarak artmış olabilir. Ama bu her an yeni krizlerin kapıda olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Ne pahasına, kimlerin çıkarına bir büyüme ve gelişme olduğu ise ortadadır: Nüfusun yüzde kırkı aç, yüzde yirmisi işşiz. Milyonlarca işçi yalnızca boğaz tokluğuna çalışıyor. Küçük üretici köylülük bitme noktasında. İstihdam daralıyor, ücretler daha da düşüyor. İç ve dış borçlar 220 milyar doları aşmış. Bütçenin yüzde kırkı, borç faizi ödemesi adı altında büyük tekellerin, rantiyecilerin kasasına akıtılıyor. 10-15 banka hortumcusunun halkın sırtına yüklediği 20 milyar dolar ile artan ve çeşitlenen vergiler de cabası.

Demokrasi-hukuk-reform kılıfında daha da artan bir devlet terörü, işkence, katliam, yasak ve baskılarla bu tablo tamamlanmakta, sermaye devleti bu sayede ayakta durmaktadır. Kıyıcılıkta daha da ustalaşan, vahşette sınır tanımayan ve sırf bunun için gücünü daha da artıran bir devlet ve iktidar gerçeğidir karşımızdaki. Derinleşen servet-sefalet kutuplaşmasının, artan yoksulluğun, azgınlaşan sömürünün, emperyalizme kölece bağımlılığın doğal sonucu, baskıyı, terörü, katliamları, yasak ve baskıları aynı ölçüde artırmaktır.

İşçilere ve emekçilere, halka düşmanlıkta 80 yılın sonunda varılan yer, devletin baştan aşağı bir terör devleti olarak yeniden örgütlenmesidir.

Devlet terörünün, katliamcılığın
boy aynası: Zindanlar!

Son yıllarda zindanlar en vahşi devlet katliamlarının hedefi oldu. Yüzlerle ifade edilecek devrimci tutsak katledildi. Bu nedensiz de değildi. ‘91’de boşaltılan zindanlar çok geçmeden yeniden dolmuş ve birer direniş odağına dönüşmüştü. Ulucanlar’a gelinceye kadar, Buca’da, Ümraniye’de ve Dıyarbakır zindanlarında 17 devrimci tutsak alçakça katledilmişti. Tekrar açılmaya çalışılan Eskişehir tabutluğu 12 devrimci tutsağın şehit düştüğü ‘96 Mayıs’ında başlatılan ÖO ile püskürtülmüş, fakat hücre saldırısı tehditi ortadan kaldırılamamıştı.

Ezmeye ve teslim almaya dönük nokta operasyonlarının, genelgelerin sonuç vermediğini gören faşist devlet, 26 Eylül ‘99’da Ulucanlar’da saldırılarına ve katliamlarına yeni bir boyut ve yeni bir biçim kazandırdı. Saldırıların genel çerçevesi daha bir yıl önceden, 28 Şubat örtülü darbesini yapan ordu tarafından çizilmiş ve hazırlıklara başlanmıştı. Ecevit’in üçlü koalisyon hükümetiyle birlikte faşist devlet, reform kapsamı içine zindanları da almış, ‘91’den beri hazırlıkları yapılan fakat devrimci tutsakların direnişi nedeniyle püskürtülen hücre tipi zindan projesi büyük bir önem kazanmıştı.

Büyük depremin hemen ardından ve Ecevit’in ABD ziyareti öncesinde startı verilen hücre saldırısının ilk kanlı adımı Ulucanlar’da atıldı. Hesaplanan daha büyük bir katliam, daha vahşi bir saldırıydı. Böylece, bir taraftan A. Öcalan’nın başını çektiği teslimiyetçi çizgi derinleştirilecek, diğer taraftan sınıf ve kitle hareketine gözdağı verilecekti. Bu arada emperyalist efendilerine de reform programını uygulamada kararlı olduklarını kanıtlayacaklardı. Böylece “reform paketleri”nin uygulanması için üç-beş kuruş kredi koparacaklardı.

Planları ve hazırlıkları yıllar alan
bir katliam: 19 Aralık!

Ulucanlar katliamı dışarda hakettiği karşılığı bulamadı. Reformizmin ve sendika bürokratlarının denetimindeki sınıf ve kitle hareketi, gittikçe daha da gerileyen bir profil çizerken, kadro ve güç kaybını aşamayan devrimci parti ve örgütler de oluşan boşluğu doldurmakta yetersiz kaldılar. Öte yandan önü kesilemeyen teslimiyetçi çizginin yarattığı ideolojik ve siyasal tahribatlar, devletin elindeki en önemli kozlardan biri haline geldi. Tüm bunlar, sermaye devletinin kapsamlı saldırısına hız kazandırmak için büyük bir olanak yarattı.

Kuşkusuz ki, devrimci tutsaklar genel saldırıların zindanlara dönük ayağının çok şiddetli geçeceğini önden gördüler ve erken bir dönemde hazırlıklarına başladılar. Geçen bir yıl içinde saldırıların önünü düzlemek için devletin zindanlarda giriştiği provokasyonları boşa çıkardılar. İçerde ölümüne bir direniş için hazırlıklar sürerken, dışarda da F tipi cezaevi saldırılarına karşı bir kampanya yürütülüyordu. Bir parça tersine dönmeye başlayan koşulların kendi başına devlete geri adım attırmayacağı daha o günlerde görülebiliyordu. Emperyalistler, ne pahasına olursa olsun F tipi cezaevlerinin hayata geçirilmesini, istikrar arayışında başarının göstergelerinden biri olarak dayatıyorlardı. Tüm ülke baştan başa dizginlerinden boşalmış emperyalist talana açılırken, ağır sömüü koşulları daha da tırmandırılırken, zindanlar kendi başlarına bırakılamazdı.

Sermaye devleti son darbeyi vurmak için oyalamaya, karalamaya, çarpıtmaya dayalı politikasıyla zaman kazanmaya çalışırken, yaklaşmakta olan çatışmanın çapı ve şiddetinin farkında olan üç partiye mensup (TKİP, TKP (ML), DHKP) devrimci tutsaklar, onlara daha fazla fırsat tanımamak için 20 Ekim’de bir kez daha canlarını ortaya koydular. Saldırılar ancak ölümüne bir kararlılık ve dışarda militan bir kitlesel seferberlikle püskürtülebilirdi. Devletin sahtekarca öne çıkardığı sözde ara çözümlerin bir taktik olduğu zamanla görüldü. Bu çıkış, dışardaki muğlaklığa ve belirsizliğe de son verecek, hücre karşıtı muhalefeti derleyip toparlayacaktı.

Nitekim süreç Aralık ortalarına kadar bu öngörüyü doğrular bir tarzda gelişti. ÖO ile birlikte hücre karşıtı mücadele sayısız eylemlerle gittikçe güçlenmeye başladı. 25 Kasım ‘00’de Ankara’da düzenlenen mitinge onbine yakın insan katıldı. Ulucanlar katliamının üçüncü duruşmasının yapıldığı 5 Aralık’ta, duruşmaya destek için toplanan göstericilere yapılan saldırı militan bir şekilde püskürtüldü. Reformist partiler, bu hareketliliğe daha aktif bir destek sunmak durumunda kaldılar. CHP’nin gençlik kolları bile F tipi cezaevlerine karşı olduklarını ilan ediyordu. Birçok ilde ve ilçede hücre karşıtı mücadele inisiyatifleri kuruldu. Pek çok burjuva aydın, sanatçı, gazeteci bile hücre saldırısına karşı tutum aldı, direnişe bir şekilde destek oldu.

Zindanlarda ve dışarda hücre karşıtı mücadele güçlenirken sermaye devleti düğmeye basmak için gün sayıyordu. Sonradan itiraf edecekleri gibi, bir yıldır kanlı bir operasyon için hazırlık yapmışlar, saldırıların provasını hapishane maketleri üzerinde denemişlerdi.

Saldırıya zemin hazırlamak üzere, 2 polisin öldürüldüğü eylemi protesto etmeleri için polisin tasmaları çözüldü. Aynı anda 11-12 Aralık’ta binlerce eli kanlı polis onlarca kentte, “Kana kan intikam!”, “Bu, silahları ne zaman kullanacağız!” diyerek terör estirdi. “Medya, Ölüm Orucunu gündeminden çıkarmadığı sürece, bu eylemler bitmez” denilerek apar topar yeni bir sansür yasası çıkarıldı. Sivil faşist beslemelerini de yanına alan devlet, 12 Aralık’ta Ankara’da üniversite öğrencileri ve tutsak yakınlarının gösterisine azgınca saldırdı. Destek açlık grevlerinin sürdürüldüğü parti ve dernek binaları kuşatmaya alındı, kapıları kırıldı. Yüzlerce insan gözaltına alındı. Destekleyen kurum, kuruluş ve kişiler hakkında peşpeşe davalar açıldı.

Bu arada, içerde anlaşma sağlanmak üzere olunduğu izlenimi veriliyor, arabulucu komisyon cezaevlerine gönderiliyor ve “mutabakat sağlanmadan F tipi cezaevlerinin hizmete açılmayacağı” açıklaması yapılıyordu. Oysa, her şey bir aldatmacadan ibaretti. Devletin ne uzlaşmak ne de ertelemek gibi bir derdi vardı. Arabulucu komisyonda görev alan temsilciler, devletin kendilerini de kullandığını, saldırıların başladığı aynı gün kamuoyuna açıkladılar.

Hücre saldırısını püskürtünceye,
tecrit kaldırılıncaya kadar mücadele!

19 Aralık 2000’de sermaye devleti, tarihinin en büyük zindan katliamını ve en büyük operasyonlarından birini gerçekleştirdi. 20 bin kişilik kolluk kuvvetiyle 20 hapishaneye bir anda saldıran faşist devlet, eşi benzeri görülmemiş bir katliamın altına imza attı. Cezaevleri dozerler, kepçelerle yerle bir edilirken, bir savaşta kullanılabilecek bütün kirli silahlar tutsaklar üzerinde denendi. Utanmazca “Hayata Dönüş” adı verilen bu operasyonda, bir kısmı yakılmak suretiyle, bir kısmı ise kurşunlanarak 28 devrimci tutsak hayatını kaybetti. Yüzlercesi ağır biçimde yaralandı. Sıcağı sıcağına yayınlanan katliam görüntüleri eşliğinde, devrimci tutsakların kendilerini yaktıkları, birbirlerini öldürdükleri kirli propagandası yürütüldü. Katliam protestosuna katılan binlerce kişi, gözaltına alındı, yüzlerce kişi tutuklandı. 
Katillerin suçlarını gizlemek için tutsaklara açtıkları davalar esnasında çarpıtmaya çalıştıkları gerçeklerin bir kısmı açığa çıktı. Yapılan incelemelerde katliam kanıtlarını yok etmek için, kurşun yaralarının ağzının bıçaklarla açılmış olduğu; bazı tutsakların ölü bedenlerinin uzuvlarının kesilip alındığı; şimdiye kadar türü tespit edilmeyen gaz bombalarının ve yanıcı maddelerin kullanıldığı tespit edildi.

Devrimci tutsaklar, hiçbir tedaviden geçmeden işkenceler eşliğinde kapatıldıkları F tipi hücrelerinde direnişlerini sürdürdüler, yeni katılımlarla direniş daha da büyüdü. Bu kararlılık karşısında sermaye devleti, zorla müdahale ve şartlı tahliye taktiklerini devreye soktu. Bu son manevralar, direnişin gücünü ve kitleler üzerindeki etkisini büyük ölçüde zayıflatsa da, direniş sürüyor ve sürecek.

***

Kuşkusuz ki, bugün altı çizilmesi gereken nokta, bunun bir temenniden ibaret kalmamasıdır. 4. yılında direniş, güçlü ve zayıf yanlarıyla ortadadır. “Yenildik, direniş bitti”, “sorun bir iktidar sorunudur ve bir iktidar değişikliğine kadar da çözülemez” diyenleri bir kenara bırakalım. Sorunu, hiçbir zaman gündemlerinin asli bir konusu olarak ele almayan reformistler, düzen solcuları kendi çöplüklerinde kalsınlar. Ama hiçbir şey olmamış gibi davranılamayacağı da açıktır. Ne zaafların ne de zayıf ve yetersiz kalınan yanların üzerinden atlanılabilir. Gelinen yerde sorun, tecrit ve izolasyonun, siyasal baskıların, insanlık dışı uygulamaların püskürtülmesi noktasında yoğunlaşmış bulunuyor. Köklü, soluklu ve çok yönlü bir yüklenme olmaksızın, bu haliyle daha uzun bir süre sürüncemede kalmaya mahkumdur.

Ancak kanlı katliamlarla fiziken hayata geçirilebilen F tipi cezaevi saldırısı, arkasına AB’yi, emperyalist odakları alan sermayenin işçi ve emekçilere dönük çok yönlü stratejik saldırıların bir parçasıdır. Saldırıların asıl amacı direniş odaklarını dağıtmak ve siyasal teslimiyetin yollarını döşemektir. Ne tek başına hücreler ve ne de tek başına şiddet bunu sağlayamaz. Sermaye devleti de bunun farkındadır. Hücre saldırısına karşı asıl yenilgi, saldırının niteliğine uygun devrimci siyasal bir tutum alınmadığı; giderek hücrelerin meşru ve kaçınılmaz olarak görüldüğü ve ona karşı mücadelenin gündemden çıkarıldığı koşullarda yaşanacaktır.

Bugün önemli bir kesimin yılgınlık ve tasfiye üreten bu zemine yapışıp kalması bir vakıa ise, sürmekte olan direnişin bu hesapları bozmaya yetmediği de tartışılması ve çözülmesi gereken bir sorundur. Mevcut, çabalarla birlikte direnişin bugünkü gücü ve etkisi, süreci tersine çevirmeye yetmemektedir. Yetersizlik yalnızca direnişin-eylemin gücünde değil, bir bütün olarak taktik-politik alandaki sıkışmadan kaynaklanmaktadır. Bu açıdan bakıldığında, ödenen ağır bedellere ve görkemli direnişlere rağmen, taraf olması gereken kitlelerde bir kanıksamanın yaşanması ve sorunun giderek devrimcilerin kendi meselesi biçimindeki bir görünüm kazanmaya başlaması kabul edilemez trajik bir durumdur.

Sorunu en yakıcı biçimde yaşayan da, çözümü gündeme sokacak olan da, her türlü saldırılara karşı devrimci tutumdan taviz vermeden gücü ölçüsünde mücadele etme gayreti içindeki devrimci hareketin kendisidir. Sorun da sorumluluk da bize ait. Bugün mevcut koşullar, dün sorununun kitlelerin gündemine sokulmasının az-çok başarılabildiği andakinden daha da elverişlidir. Önümüzdeki dönemde, devrimci hareketin kendisini sınayacağı en önemli ölçütlerden biri bu alanda, ödenen bedellere yakışan bir inisiyatif gösterip göstermemesi olacaktır.

Ne yılgınlık edebiyatı, ne bekle gör politikası, ne günü kurtarma kaygısı, ne de kolay bir zafer beklentisi. Düşman ne kadar azılı, görevler ne denli zorsa, direniş de aynı ölçüde görkemli olur.

Zindan direnişleri bunu sayısız kez kanıtladı.



Gençlik, katilleri affetmedi, affetmeyecek!

Ankara’da 19 Aralık katliamına karşı birçok okulda düzenlenen eylem ve etkinliklerin ardından gençlik örgütleri ortak bir eylem düzenlediler ve 19 Aralık’taki direniş ruhunun yaşatılacağını haykırdılar. Akşam saat 17:00’de Ankara Gençlik Derneği, Bağımsız Gençlik Hareketi, Demokratik Gençlik Hareketi, Devrimci Mücadeleci Gençlik, Devrimci Proleter Gençlik, Ekim Gençliği, Kaldıraç, Öğrenci Koordinasyonu, Özgür Eğitim Platformu, Özgür Gençlik, Sosyalist Demokrasi Gençliği, TÜM İlerici Gençlik Derneği ve Yeni Demokrat Gençlik, Sakarya Caddesi’nde buluşarak sloganlarla TAYAD’lı ailelerin direnişlerini sürdürdükleri Abdi İpekçi Parkı’na yürüdüler.

Yaklaşık 150 kişinin katıldığı eylem son derece coşkulu bir havada yapıldı. Mithatpaşa Caddesi trafiğe kapatılarak yüründü ve bu esnada basın metni çevredeki insanlara dağıtıldı. Katliam ve direnişi anlatan ajitasyon konuşmaları yapıldı. Kitle buradan Abdi İpekçi Parkı’na girdi. Yürüyüş sırasında ve eylemde “Katil devlet, hesap verecek!”, “Yaşasın 19 Aralık direnişimiz!”, “İçeride-dışarıda hücreleri parçala!”, “Devrimciler ölmez, devrim davası yenilmez!”, “Devrimci irade teslim alınamaz!”, “Bedel ödedik, bedel ödeteceğiz!”, “Kurtuluş yok tek başına; ya hep beraber, ya hiçbirimiz!”, “Yaşasın devrim ve sosyalizm!” sloganları atıldı. Yine Abdi İpekçi Parkı girişinde “Anaların öfkesi katilleri boğacak!” sloganı atıldı.

Abdi İpekçi Parkı’nda direniş vurgusunun ön planda olduğu basın metninin okunmasının ardından, TAYAD’lı aileler adına Mehmet Güven bir konuşma yaptı. Ardından Ankara’da haftalardır süren gözaltı ve tutuklama terörü ve son olarak Özgür Gençlik okurlarının evlerinden gözaltına alınmasına dair bir konuşma yapıldı ve tüm bu saldırıların gençliği durduramayacağı söylendi. Devrim Tiyatroları’nın sunduğu ve tecriti anlatan kısa bir skecin ardından eylem “Özgür Tutsak” marşı ile son buldu.

Ankara gençliği bu eylemle bir kez daha polis terörüne taviz vermediğini ve içerideki direniş ruhunu geleceğe taşıyacağını göstermiştir.

Ekim Gençliği/Ankara



19 Aralık katillerine suç duyurusu

TUYAB’ın çağrısı ile 15 Aralık günü Sultanahmet Adliyesi’nde suç duyurusunda bulunuldu. Suç duyurusu 19 Aralık ‘00’de 20 cezaevinde katliam emrini veren Bülent Ecevit, Saadettin Tantan, Hikmet Sami Türk, Ali Suat Ertosun hakkındaydı.

Basın açıklamasında TUYAB’lı aileler katliama uğrayan çocuklarının değil, 28 kişinin ölümünden ve yüzlerce devrimci tutsağın ağır biçimde yaralanmasından ve sakat bırakılmasından sorumlu olanların yargılanması gerektiğini belirttiler. Basın açıklamasından sonra katılanlar sloganlarla katliamı lanetlediler. Her koşulda devrimci tutsaklara sahip çıkacaklarını belirttiler.

Suç duyurusu için Adliye’ye girildiğinde savcı dilekçeleri kabul etmedi. Suç duyurusunun TBMM’ye yapılması gerektiğini söyledi. Bunun üzerine başsavcı ile görüşülüp dilekçeler ancak bundan sonra verilebildi.

Kızıl Bayrak/İstanbul