31 Ağustos'02
Sayı: 34 (74)


  Kızıl Bayrak'tan
  Düzenin savaş ve seçim çıkmazı
  Saflar netleşiyor: İki sınıf, iki program!
  İhanetin simgesi olarak işçi sınıfının hafızasına kazınacaklar!
  Derviş'li CHP solculuğu İMF-TÜSİAD solculuğudur!
  Amerikancı düzen partilerine verilecek her oy, İMF yıkım programını kabul etmek demektir!
  Irak'ın yağmasından pay kapma kavgası
  Türk gericiliği Musul ve Kerkük'ü işgal etme hevesinde
  İMF programını ileri süren devlet yetkilileri kamu çalışanlarını oyalamakla meşgul...
  Kamuda toplu görüşme komedisi...
  Burjuvazi kendi çıkarı için insan yaşamını ve doğayı hiçe sayıyor!
  Topyekûn saldırıya karşı sınıf seferberliği!/1
  "Esnek üretim" saldırısına karşı mücadelenin güncel önemi
  Dünya tekellerinin zirvesi sürüyor!
   Su ve serbest piyasa
   Tekellerin Afrika sovu
   Bask yurtseverleri kararı protesto gösterileriyle karşıladılar
   KADEK'in "yeni" saldırı ve karalama kampanyası
   Esenyurt İşçi Bülteni'nin Ağustos sayısından...
   Devrimci basın susturulamaz!
   Neden direniyoruz? Neden feda ediyoruz canlarımızı?
   Mücadele postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 
Tekellerin Afrika şovu

George Monbiot

Alman seçimleri, bu yıl çevre konusunda kazanılacak ya da kaybedilecek ikinci şey olabilir. Yeni Zelanda’da İşçi Partisi, çoğunluğun oyunu alamadı. Belki de bunun nedenlerinden biri, bu hükümetin, genetik müdahale görmüş ürünlerin yetiştirilmesine onay vermesi. Tahmin edilenden daha çok oy alan Yeşiller, bu ürünlerin yetiştirilmesi halinde hükümeti devirmekle tehdit etti.

Almanya’da Edmund Stoiber’ın kazanması kesin görünüyordu; ta ki muhafazakâr liderin gölge kabinesinde bir çevre sözcüsü olmadığı, sellerle birlikte ortaya çıkana dek. Almanlar doğaya ne kadar bağımlı olduğumuzu tekrar keşfederken, Stoiber’ın çevreci olmayan tavrı onun sonunu hazırlıyor.

Bir Hindistan atasözü şöyle: “Doğayı kapıdan süpürgeyle kovarsan pencereden dirgenle girer.” Çevre, günü kurtarmacı yaklaşımlardan zarar gören uzun vadeli bir mesele. Ve tüm hükümetler tarafından bir sonraki yönetime erteleniyor.

Zirve felaket olacak

Artık sorun, giderek siyasileri yakından ilgilendirir bir hale geldi, ama çoğu siyasetçi durumun ciddiyetini fark etmekten uzak. Dördüncü Dünya Zirvesi, felaket ile sonuçlanacak gibi. Sorun sadece zirvenin dünyanın problemlerini çözemeyecek olması değil. Alınan kararların kendisi, çevre tahribatında temel nedenlerden biri olacak. Dünyanın insan yaşamını destekleme kapasitesinin çöküşünü yavaşlatmak için, BM’nin ve zengin dünyanın diğer birçok hükümetinin kendi çıkarları doğrultusunda aldığı kararlar, problemin özünü oluşturuyor.

BM, zirveden iki sonuç bekliyor; onun adlandırmasıyla, I. tip ve II. tip sonuçlar.

Kamu-özel ortaklıkları

Birinci tip sonuçlar, hükümetler tarafından üzerinde uzlaşılan anlaşmalar. Bir önceki dünya zirvesinde olduğu gibi, bu tür anlaşmaların hakimi Avrupa Birliği ve ABD. Yoksul ülkeler; zengin ülkelerin, dünyanın geri kalanına çevresel bir borçları olduğunu hatırlatıyorlar. Çünkü zengin ülkeler, 10 yıl önce çevrenin korunması için maddi katkıda bulunacaklarına ve büyük şirketlerin çevreye verdiği zararın hesabını soracaklarına söz verdiler, ama bu sözler kâğıt üzerinde kaldı. Zenginler; yoksulların çıkarları ve çevrenin korunmasının, serbest ticaretten sonra geldiğinde ısrar ediyor. Onlara göre dünyanın su kaynakları, iklimi, sağlık ve biyoçeşitliliği, “kamusal-özel ortaklıklar” yoluyla savunulmalı. Kısacası ABD ve AB, İngiliz hükümetinin Londra metrosuna yaptıurren;ını çevreye yapmak istiyorlar. Devletler, dünyayı, uluslararası sermayenin tahribatından savunmak için, onu paketleyip uluslararası sermayeye sunacaklar!

Beterin beteri var

Bunlar hem yoksul ülkelere hem de çevreye zarar verecek. Ama II. tip sonuçlar, tam anlamıyla yıkıcı. BM, büyük şirketlere, yalnızca müzakere sonuçlarını değil, müzakere süreçlerini de belirleme hakkını tanıdı. Devlet başkanlarının bıraktığı boşluk şirketler tarafından dolduruluyor ve böylece tekeller, küresel yönetişim iddialarını dayatıyorlar.

İlkesel olarak, II. tip sonuçlar; hükümetler, şirketler ve halk örgütleri tarafından müzakere edilen gönüllü anlaşmalar. Pratikte ise, halk örgütlerinden daha paralı ve güçlü olan şirketler, bütün süreci yönetiyor. Bu da, tahrip edici faaliyetlerin “faydalı faaliyetler” olarak etiketlenmesinden başka bir anlam taşımıyor.

Örneğin, Avrupa kimya sektörü tarafından önerilen “Sorumlu İlgi” programının asıl amacı, Hindistan’da 10 bin insanın öldüğü Bhopal sızıntısının ardından yeni sağlık ve güvenlik kurallarının yürürlüğe girmesini önlemek. Şirketlerin teklif ettiği böylesi programlar, muhtemelen, zirvenin sonuçları arasında yer alacak.

Çevre kurtarıcıları!

Yani bu anlaşmalar, dünyanın en tahrip edici şirketlerini, resmen “onaylanmış çevre kurtarıcıları” olarak tasnif edecek. Şirketlerin muhatap olduğu halkların kafası karıştırılacak ve etkili bir düzenleme yapılmasının önüne geçilecek. Enron ve WorldCom skandallarının ardından BM, şirketlerin “kendi kendilerini gönüllü olarak denetlemelerinin etkili bir yöntem olduğu” yönündeki tezine destek veriyor.

Bir örnek olarak, zirveye giden İngiliz delegasyonundaki şirket yöneticilerini verebiliriz. Başbakan Tony Blair’in hükümeti, şeffaflık ilkesine uygun olarak, kamunun parasıyla Johannesburg’a kaç şirket patronunun götürüldüğünü açıklamıyor. Yine de; Rio Tinto, Anglo-American ve Thames su şirketlerinin yöneticilerinin Blair’in yanında olduğunu öğrendik.

Rio Tinto; dünyada yerli halklardan en çok tahribat şikayeti alan madencilik şirketi. Anglo-American ise, ırkçı Güney Afrika diktatörlüğünün “ekonomik direği” olarak tanımlanırdı. Thames Su şirketinin yan kuruluşu olan RWE’nin şefi, Avrupa’da karbondioksit üretimi üzerindeki denetimin sertleştirilmesi halinde 4000 işçiyi sokağa atacağı tehditleri savuruyor.

BM’nin saygınlığı

En çok gadre uğrayacak örgüt ise, BM’nin kendisi. Dünya Zirvesi, BM’nin saygınlığını artırmalıydı. Oysa o saygınlığı tamamen yok edebilir. BM’nin büyük şirketlerle üzerinde anlaştığı “küresel sözleşme”, örgütü, bir zamanlar onu savunan halklara yabancılaştırmıştır. Artık BM; özellikle yoksul dünyada, Dünya Bankası, IMF ve Dünya Ticaret örgütü ile aynı görünüyor; güçsüzlere dayatılan bir iktidar aracı olarak. BM’nin çevreyi yok edenleri dünyayı kurtaranlar olarak ilan etmesi, bu izlenimi güçlendirecek.

Devlet adamlığının ateşten gömleği, çevrenin korunmasıdır. İnsanlığın ortak mülkünü kendi üzerlerine geçirmek isteyenler tatmin edilirken, insanlığın uzun vadeli çıkarları kimsenin umurunda değil. Ta ki, çevre intikamını alana dek. Belki de tek umudumuz; doğanın, Almanya’da olduğu gibi, oyunu beklenenden çok daha erken kullanması.

(The Guardian/Evrensel, 28 Ağustos ‘02)



BİR-KAR Gençlik Kampı...

Dostluğun ve paylaşmanın kampı...

13 yaşındayım. Kampta dopdolu geçen günlerimi size nasıl anlatsam bilmiyorum. Öncelikle kampa gidip gitmemekte kararsızdım. Kimseyi tanımıyordum. Ama sonra değişiklik olur, yeni dostlar edinirim dedim ve gitmeye karar verdim.

İyi ki gitmişim... Kampta büyüklerimden, arkadaşlarımdan çok şey öğrendim. Paylaşmayı, dostluğu, bir arada yaşamayı, kültürel faaliyetlerde çalışmayı öğrendim. Ve bu kadar güzel duygular içerisinde olmak beni çok mutlu etti.

Kampta ilk günler daha çok yalnız olmayı istiyordum. Kendi kabuğumun içinde kalmak ve uzaktan olan biteni seyretmek istiyordum. Ama bu hatayı bir daha yapmayacağım, çünkü her geçen an daha sonra kıymetli, önemli oldu. Bir kez diyalog kurdun mu zaten arkası kendiliğinden geliyor.

Kampta çeşitli faaliyetler vardı: Tiyatro, koro ve folklor... Şiir ve tiyatro bütündü. Tümü de çok güzeldi. Seminerleri bazıları sıkıcı buluyordu, ama bu onların seminerleri sevmediğinden kaynaklanmıyordu. Benim için de öyle, ama yine de anlamak ve görüşlerimi söylemek istiyordum. Seminerleri sıkıcı bulmak konuşmacıların anlatım biçiminden kaynaklanıyordu. Bazıları kapalı anlattığı için anlamıyorduk. Ama bir dahaki kampta anlayacağımız şekilde anlatacaklarından eminim.

Mutfakta da tabii ki görev aldık.

Kamp Pazartesi günü başlamıştı ve Cuma günü final gecesi vardı. Çalıştığımız oyunları, şarkıları, tiyatroyu ve şiirleri sunduk bu gecede.

Cumartesi günü son günümüzdü. Bunu hatırlamak bile istemiyorum, çünkü o gün hepimiz çok karmaşık duygular içindeydik.

Eğer ben kamptan ve dostlarımdan ayrılacağım için ağlıyorsam, bu demektir ki, gerçekten müthiş güzellikler yaşamışım, gerçekten sıkı dostluklar kurmuşum. Yani yaşamaya değer günler yaşamışım.

Böylesi ortamları kurmak zordur. Sizlere buradan iletmek istediğim şey paylaşmanın, dostluğun değerini bilmenizdir. Ve bizler bunu başarıyorsak insanlık daha ölmemiştir.

Güneşin bizim için doğacağı günde buluşmak dileğiyle...

Dortmund’tan Rojda