31 Ağustos'02
Sayı: 34 (74)


  Kızıl Bayrak'tan
  Düzenin savaş ve seçim çıkmazı
  Saflar netleşiyor: İki sınıf, iki program!
  İhanetin simgesi olarak işçi sınıfının hafızasına kazınacaklar!
  Derviş'li CHP solculuğu İMF-TÜSİAD solculuğudur!
  Amerikancı düzen partilerine verilecek her oy, İMF yıkım programını kabul etmek demektir!
  Irak'ın yağmasından pay kapma kavgası
  Türk gericiliği Musul ve Kerkük'ü işgal etme hevesinde
  İMF programını ileri süren devlet yetkilileri kamu çalışanlarını oyalamakla meşgul...
  Kamuda toplu görüşme komedisi...
  Burjuvazi kendi çıkarı için insan yaşamını ve doğayı hiçe sayıyor!
  Topyekûn saldırıya karşı sınıf seferberliği!/1
  "Esnek üretim" saldırısına karşı mücadelenin güncel önemi
  Dünya tekellerinin zirvesi sürüyor!
   Su ve serbest piyasa
   Tekellerin Afrika sovu
   Bask yurtseverleri kararı protesto gösterileriyle karşıladılar
   KADEK'in "yeni" saldırı ve karalama kampanyası
   Esenyurt İşçi Bülteni'nin Ağustos sayısından...
   Devrimci basın susturulamaz!
   Neden direniyoruz? Neden feda ediyoruz canlarımızı?
   Mücadele postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 
Burjuvazi kendi çıkarı için insan yaşamını ve doğayı hiçe sayıyor!

Kapitalizm yıkıcı sonuçlarını sadece işçi ve emekçilerin sosyal ve ekonomik yaşamlarında değil, aynı zamanda dünyanın ve doğanın tahrip edilmesinde de gösterir. Azami kâr ve rakiplerine üstünlük sağlama çabası içindeki kapitalistler, atmosferi ve doğayı kirleterek canlıların doğal yaşamını yokediyorlar. Tabii bunun yıkıcı sonuçları yine insanlığa yıkım olarak geri dönüyor. Dünyanın bir kısmı aşırı yağış ve buzulların erimesi sonucu sular altında kalırken diğer kısmında içme suyu sıkıntısı çekilmekte. Burjuvazinin yolaçtığı yıkımın faturasını ödemek ve sonuçlarına katlanmaksa şimdilik işçi, emekçi ve yoksul halklara düşüyor.

Türkiye’de de durum pek farklı değil. İlk yağışların ardından her sıradan doğa olayının kapitalist sistem içerisinde nasıl bir felakete dönüştüğünü hep birlikte yaşadık. Rize’den İstanbul’a, Mersin’den İzmir’e pek çok yerde insanlar sel suları ve çamur akıntıları arasında hayatlarını kaybettiler. Önemli miktarda ekili ve dikili arazi sular altında kaldı, kentlerin ve köylerin altyapıları hasar gördü, zorunlu kamu hizmetleri de önemli aksamalara uğradı. Kısacası zaten zor olan yaşam şartları iyice güçleşti. Bu durumda yüzünü yöneticilere dönen işçi ve emekçilere verilen yanıt daha öncekilerden farklı olmadı. Zararın karşılanması veya gerekli önlemlerin alınması yerine sadece baş sağlığı mesajları yollandı yıkıma uğrayanlara. Bunun dışında herhangi bir önlem almak İMF’ye borç &oum;demeleri üzerine kurulu bütçeye zarar vereceği nedeniyle hiç düşünülmedi bile. Hatta hayatlarını kaybedenler, neredeyse yaşanan yıkım ve ölümlerden dolayı suçlandılar. Bunun dışında yatırım veya önlem adı altında ayrılan ve ödediğimiz vergilerden kesilen paralar sermayeye peşkeş çekildi. Kısacası daha önce depremle yaşadığımız devlet felaketi bu kez sellerle ve benzer bir senaryoyla kapımıza dayandı.

17 Ağustos depreminin yıldönümünde bir kez daha “unutmadık, unutturmayacağız” teraneleri arasında, beklenen deprem konusundaki hazırlıksızlığa hatta vurdumduymazlığa tanık olduk. Muhtemel bir İstanbul depreminde 50 bin insanın ölmesi, 40 bin ailenin evsiz, 250 bin kişinin işsiz kalması ve 50-60 milyar dolarlık maddi hasarın gerçekleşmesi bekleniyor. Buna rağmen gerçek anlamda hiçbir tedbir alınmış değil. Bu konudaki tek somut adım bol miktarda ceset torbası sipariş etmek oldu. Bunun için ayrılan fonlar tıpkı 17 Ağustos sonrasında olduğu gibi ya faiz ödemelerine ya da sermayeye aktarıldı. Deprem sonrasında kışa kalmadan kalıcı konutların hazırlanacağı iddia edilirken, aradan 3 yıl geçmesine rağmen şanslı olanlar prefabrik konutlarda hala yaşamayı başaranlar oldu. Bunun dışında hakkını arayanlar veya yıkımın nedenini soranlar devletin “güçlü” eliye karşılaştılar. Yardım için elini uzatmayan ve önceliği burjuvazinin zararlarının karşılanmasına gösteren devlet depremzedelere polis copuyla karşılık verdi. Yani depremzedeler bir de devletzede oldular.

Son zamanlarda deprem gibi bir doğa olayı olmasına rağmen uygulanan politikalarla felakete dönüşen sellerle boğuşuyor işçi ve emekçiler. Rize’den başlayan, ülkenin pek çok yerini tahrip eden ve onlarca insanın ölümüne neden olan seller karşısında yöneticiler bir kez daha boş nakaratlar dışında somut bir iş yapmadılar. Hazırlanan raporlar yaşanan yıkımın bir doğa olayı olmasından öte uygulanan poitikalarla bir felakete dönüştüğünde birleşiyorlar. Mersin’de Mezitli deresinde taşkın sahasındaki yerleşmeler derenin yatak genişlemesini engellemiş, bu da yağmur suları sonucu derenin taşmasına neden olmuştu. Oysa Mersin’de Mezitli dahil birçok dere 1963 yılında çıkarılan 4373 sayılı Taşkın Sular Kanunu kapsamına alınarak, derelerin çevrelerine imar yasağı getirilmişti. Ancak yerel yönetimler ve hizmet ettiği burjuvazi tarafından bu kanun dikate alınmamış, yeni vurgunlar için insan hayatı hiçe sayılmıştı. Bunun faturası ise, insanca ve sağlıklı barınma olanaklarından yoksun bulunan ve buralarda oturmak zorunda kalan işçi ve emekçilere düştü.

Mersin’de sel sonucu 120 bin hektar ekili ve dikili arazi sular altında yokolurken, yüzlerce ev de kullanılamaz hale geldi. İstanbul’da da işçi ve emekçi mahallelerinde su baskınları adeta yaşamın bir parçası olacak kadar olağanlaştı. Bunun nedeni de altyapının ya olmaması ya da yetersizliği. Ama her iki neden de önlenebilir olmakla birlikte sermaye devletinin insan yaşamını hiçe sayması sonucu yaşanmaktadır. Buralarda da dere yataklarına ve vadilere yasak olmasına rağmen imar izni verilmekte, bu sağlanamadığında ise barınma için başka olanağı olmayan yoksullara veya zorunlu göçler sonucu buralara gelmek zorunda kalanlara satılarak yeni bir vurgun elde edilmektedir.

İMF politikaları gereği yük olarak ifade edilen ve afetler sonucu ortaya çıkan hasarları karşılamaya dönük bir fon işlevini görmesi için hazırlanan Afet Fonu kaldırıldı. Gerekçesi bu düzenin insan yaşamına ne kadar değer verdiğini gösteriyor; borç ödemelerinin tavizsiz ve engelsiz uygulanabilmesi. Afet Fonu daha önce de sermayeye peşkeş için kullanılıyordu, yıkıma uğrayan işçi ve emekçilere ise ancak kırıntılar düşüyordu. Anlaşılan burjuvazi şimdi bu kırıntıları da çok görüyor.

Artık bu felaketlere bir de ormanların tahrip edilmesi eklendi. Bu ya ormanlık arazinin doğrudan sermayeye peşkeşi yoluyla sağlanıyor ya da bilinçli olarak çıkarılan yangınlar sonucu yokolan ormanlık arazilere el konuyor. Türkiye’de her yıl ortalama 1028 yangın çıkıyor. Her yangında yaklaşık 239 bin 240 dönüm orman yok oluyor. İlk orman düzenlenmesinin yapıldığı 1937 yılından bu yana 70 bin yangında 1 milyar 600 bin hektar, yani 16 milyon dönüm orman yokoldu. Bunların bir kısmı Kürdistan dağlarında devlet eliyle çıkarılan yangınlar, geri kalanının önemli bir kısmı burjuvazi ve onunla bağlantılı orman-arazi mafyaları tarafından çıkarılan yangınlar.

1937’den günümüze ormancılık planlanmasının düzenlendiği 210 No’lu yasa 22 kez değişime uğradı. Her seferinde sermaye sınıfının değişen ihtiyaçlarına göre yeni değişiklikler yapıldı. Örneğin yasalarla ormanların kiralanmasına veya uzun vadede peşkeş çekilmesine olanak tanındı. Son dönemlerde 10 milyon dönüm ormanlık alan çeşitli sermaye gruplarına peşkeş çekildi ve 49 yıllığına kiralandı. Bu Türkiye’nin %10.84’ünü oluşturuyor. Bu alanlar sürekli olarak yağmalanıyor, üzerlerine özel üniversiteler, fabrikalar, tatil köyleri ve oteller inşa ediliyor. Bu ise doğal yaşamı ve doğa-insan uyumunu yokediyor.

Sermayenin kendi çıkar ve politikaları doğrultusunda müdahale etmesi ve bundan yeni vurgun yolları elde etmeye çalışmasıyla yaşanan yıkım daha da büyüyor. İMF ve DB ile yapılan anlaşmalar, zaten kötü olan durumu iyice içinden çıkılmaz bir hale getirecek. En geç bir yıl içinde 185 bölge müdürlüğünün kapatılması hedefleniyor. Devlet Meteroloji İşleri (DMİ) ve Devlet Su İşleri (DSİ) Bölge Müdürlükleri de kapatılacaklar arsında yer alıyor. Bunun sonucu olarak su kaynaklarının planlanması, yönetimi, işletilmesinden sorumlu, doğa olaylarını sürekli izleyen, bu doğrultuda tahminlerde bulunarak gerektiğinde gerekli önlemlerin alınması konusunda uyarıcı olabilecek ve doğa olaylarının felakete dönüşmesini engelleyecek kurumlar tasfiye edilmiş oluyor.

Doğa olaylarının %70’inin meteorolojik olaylar olması durumun yakıcılığını daha da arttırıyor. Bunun yanında diğer bölge müdürlüklerinin tasfiyesiyle de yaşanacak yıkım sonrasında felakete müdahale ve insanların hayatlarını kurtarmanın ilk olanağı da ortadan kalkmış olacak. Ayrıca DSİ’nin tasfiyesiyle, su havzalarında birikecek su miktarının belirlenip buna uygun dağıtım ve kullanım planlamaları yapılması imkansız hale gelecek. Böylece sel suları altında boğulurken, içecek bir damla sudan yoksun kalabiliriz. Bölge müdürlükleri kapatılarak bunlara ait arazi ve araçların sermayeye peşkeş çekilmesi yetmezmiş gibi, bir de bu kurumların yaptıkları işin emperyalist tekellere ve onların yerli işbirlikçilerine devredilmesiyle birlikte yıkımın boyutu daha da artacak. Herşeyin kâr ölçütleri içinde belirlendiği bir düzende insanların uğrayaca&crren;ı yıkım tekelleri pek ilgilendirmeyecektir.

Burjuvazi kendi çıkarları için insan yaşamını ve doğayı hiçe saymakta, binlerce insanın ölümü üzerinden kâr hesapları yapıp yeni vurgun olanakları arayabilmektedir. Bu ise onun gericiliğin, baskının ve yoksulluğun nedeni olmasının yanında insanlığın ve dünyanın katili sıfatını almasını da sağlıyor. İşçi-emekçiler ise kendi yaşamları üzerinde oynanan bu oyunlara seyirci kaldıkları sürece, değil insanca bir yaşam hayatta kalmanın dahi olanaklarını kaybedecekler. Bu ise önümüze bir tek alternatif yol bırakıyor. O da burjuvazinin dizginsiz politikalarına dur demek ve onu hakettiği yere yani tarihin çöplüğüne yollamak için harekete geçmektir.