1 Haziran'02
Sayı: 21 (61)


  Kızıl Bayrak'tan
  AB tartışmaları ve düzenin aldatıcı manevraları
  Denetim tamam, saldırıya devam!
  5 Haziran'da iş bırakarak alanlara!
  Grev yasağı ve sendikal ihanet
  Lastik-İş bürokratlarına işçilerden yoğun tepki
  Kıbrıs üzerine AB pazarlıkları
  Türkiye'de siyaset yapmanın zorluğu ve kolaylığı
  KESK bölge mitingleri...
  Kürdistan'ın öteki parçalarıyla ilişkiler
  Nazım Hikmet 100 yaşında!..
  "Farklı tutum"un sahiplerinin pratiği
  "Ticarethane değil üniversite istiyoruz!"
  Anadolu Yakası Liseli Gençlik Platformu Bülteni'nden...
   Anadolu Yakası İşçi-Emekçi Platformu Girişimi Bülteni'nden...
   Emperyalist "şer cephesi"nin başı Bush'un Avrupa turu
   Yurtdışı eylemlerinden...
   Emperyalist dünya ve ABD-Rusya ilişkileri
   Sorun çözümün ta kendisi
   Ankara Öncü İşçi-Emekçi Platformu'nun Gökçesu maden işçilerini ziyareti...
   Mücadele postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 
Türkiye’de siyaset yapmanın
zorluğu ve kolaylığı

Ayşe Aydın

Türkiye’de siyaset, son bir-iki haftadır nerdeyse tümüyle başbakanın sağlığına odaklaştırılmış durumda ya da öyle gösterilmeye çalışılıyor. Seçim tartışmaları bunun üzerinden yürütülüyor. Borsada iniş-çıkışlar bununla açıklanıyor vb. Ecevit’in sağlık sorunları, bir yandan, siyasilere manevra alanı yaratmış oldu: İktidar ortaklarına, özellikle büyük ortak MHP’ye, başbakanlığı üstlenme umutlarıyla birlikte koalisyonda çatlak yaratmayı göze alma rahatlığı sağladığı, AB’ye uyum yasaları (özelde idam ve Kürtçe eğitim) konularında katılığını artırmasında görülüyor. Muhalefet ise, başbakanın önce “stabilize” ardından da “yarı mobilize ve mobilize” durumları sayesinde muhalefet etme konu ve imkanına kavuşmuş durumda. Ama daha önemlisi, bu vesileyle sistemin acizli&curen;inin bir kez daha sergileniyor olmasıdır.

İnkar da edilse, farklı söylemlerle gizlenmeye de çalışılsa, ortada bir ne yapacağını bilemez durumu vardır. Başbakanın hastalanması -daha doğrusu hastalığının artması, çünkü o uzun zamandır zaten “yarı mobilize” haldedir- düzeni ciddi ciddi yönetim krizine sokmuş bulunuyor. Ama bu bir hükümet krizi değil. Daha doğrusu, hükümette de bir takım sorunlar yaratmakla birlikte, asıl olarak bir hükümet krizi değil, bir sistem krizidir. İki muhalefet partisinin, AKP ve Doğru Yol’un zoraki “seçim” istekleri dışında, düzen cephesi, nerdeyse ağız birliği etmişçesine seçimin risklerinden, gereksizliğinden ve istikrarı bozacağından dem vurmaktadır. TÜSİAD’dan TOBB’a sermaye dünyası görüşlerini bu yönde açıklamış bulunuyorlar.

Aslında sermayedarlar haksız da sayılmaz. Bu son koalisyon hükümetinin gösterdiği “uyum” tek partili hükümetlerde bile görülmemişti. Üç yıldır bir dedikleri ikiletilmedi. Neyi, nasıl istedilerse hükümet tarafından o şekilde gerçekleştirildi. Başbakan’ın ağırlaşan yaşlılık hali ise bunun değiştirecek değil. En fazla, işine devam etmesini istemekle vicdansızlık yaptıkları söylenebilir. Ama bu da pek gerçekçi olmayacaktır.

En iyi sermaye sınıfı bilmektedir ki, Türkiye’de hükümetin, hele başbakanın üzerinde, yönetme konularında fazlaca bir yük kalmamış/bırakılmamıştır. Ekonomisinden dış politikasına kadar ülkenin yönetimi tümüyle emperyalistlere emanet edildiğinden beri, hükümet, sadece dışarıda hazırlanmış programları imzalamak ve uygulamak işine bakmaktadır. Eh, uygulama daha aşağılarda gerçekleştiğine göre de, başbakan isterse tümüyle yatağa bağlansın, önüne gelen evrakları imzalamakta fazlaca bir sıkıntı çekmese gerek. Zaten göründüğü kadarıyla, düzen, durumu şimdilik bu şekilde idare etme niyetindedir.

Elbette bir takım sıkıntılar da yok değil. Özellikle dışarıda, emperyalizm cephesinde bir çıkar çatışması sürmekteyken, yönetimini tümüyle dışarıya bırakmış Türkiye gibi bir ülkede, dış politika iç politikadan daha fazla baş ağrıtmayı sürdürecektir. Tabii ki bu “istikrar”ın ömrü içerdeki muhalefetin yükselmesiyle sınırlı bir ömürdür. Ama şimdilik, Türkiye’de egemenlerin baş sıkıntısını, AB ve onunla bağlantılandırılan Kıbrıs sorunudur. Yönetimi dışarıya havale etmek, her zaman ve her konuda yönetim sorunlarını azaltmıyor. Dış politikası ABD tarafından belirlenen Türkiye’nin de, AB’ye üyelikle ilgili konulardaki sıkıntısı bitmek bilmiyor. Avrupalı emperyalistler için Türkiye bir sömürü alanı, ABD ile rekabet alanı oluşturmakla birlikte, tam da ABD-Türkiye ilişkileri yüzünden, çekinceli tutumarını sürdürmektedirler. Özellikle de AB’ye üyelik şartları konusunda. Türkiye de bu çekinceleri artırmak için elinden geleni ardına koymuyor.

Atina üzerinden açıklandığı için her ne kadar Kıbrıs sorununa indirgenmeye çalışılsa da, AGSP üzerine çıkan pürüzün asıl nedeni, ABD-İngiltere-Türkiye arasında, konuya ilişkin varılan Ankara uzlaşmasıdır. ABD’nin, bir Avrupa Ordusu fikrine baştan beri karşı çıktığı, fakat süreci de tümüyle engelleyemediği biliniyor. Hemen her konuda olduğu gibi bu konuda da engelleyemediğini hiç olmazsa denetim altına almanın yolunu arıyor. Bu kez elindeki koz, biri AB üyesi (İngiltere), diğeri üye adayı (Türkiye) iki güçle süreci içten denetlemektir. Biri yedeği öteki uşağı bu iki güçle birlikte hazırladığı Ankara Metni bunun ifadesidir.

Hiç kuşku yok, Kıbrıs sorunu da AB yolundaki Türkiye’nin önündeki önemli pürüzlerden biri. Kıbrıs, Türkiye için baştan beri sorun oluşturmakla birlikte, bu dün daha ziyade Yunanistan ile arasında bir sorun gibi görünür/gösterilirken, bugün, AB’ye üyelik başta olmak üzere daha beynelmilel bir sorun oluşturduğu nihayet kabul edilmek zorunda kalınmış bulunuyor. Konuyla ilgili hemen her kafadan farklı sesler çıkıyor. İktidar partileri dahil olmak üzere, Türk devletinde konuya ilişkin her hangi bir politika bulunmadığı gibi bir görüntü çiziliyor. Bu görüntü, ya henüz Beyaz Saray’ın konuya ilişkin bir politika belirlemediğinin, ya da belirlenmiş bulunan politikanın açıklanmasında önemli sakıncalar görüldüğünün işareti kabul edilmeli.

Sonuçta, nerede belirlenirse belirlensin, politikaların yerel yönetim açısından resmileştirildiği MGK toplantısı, belirsizliğin uzun süre korunamayacağı bu gibi konulara açıklık getirecektir. Zaten MGK’nin 30 Mayıs’ta yapılması gereken aylık olağan toplantısının gündemi de, günler önce duyurulduğu gibi, siyaset gündemini haftalardır uğraştıran bu konular üzerinde oluşturulmuş durumda.



İşsizlik kabusuna karşı

“Herkese iş, tüm çalışanlara iş güvencesi!”

İşsizlik, kapitalist sistemin temel yasalarından biri olan azami kâr yasasının bir sonucudur. Burjuvazi işi daha az sayıda işçiye, fakat daha uzun ve yoğun çalışma koşulları altında yaptırarak üretim maliyetlerini düşürmeyi, böylece daha fazla kâr elde etmeyi amaçlar. İşçi sınıfının örgütsüz olduğu koşullarda sermaye bu saldırıyı daha kolay hayata geçirir. Ve bu saldırı sadece işsiz kalanlar için değil çalışanlar için de yıkıcı sonuçlar doğurur. Kriz dönemleri ise işsizlik olgusuna kitlesel bir nitelik kazandırır.

Kriz batağında debelenen burjuvazi her geçen gün işçi sınıfının yıkımı pahasına saldırılarını tırmandırıyor. İşşizliğin çığ gibi büyümesi nedeniyle işçiler ve emekçiler her an işsiz kalma kabusunu yaşıyorlar. İşsiz kalanlar ise, tam da düzenin istediği gibi, zamanlarını kahve köşelerinde öldürerek, geleceklerini şans oyunlarına havale ederek, kendi yaşamları konusunda adeta bir seyirci haline gelmeye başlıyorlar. Düzen tarafından sürekli pompalanan kolay yoldan zengin olma hayalleriyle, içten içe bir çürüme ve yozlaşmaya mahkum ediliyorlar. İşsizliğin ve geleceğe duyulan asgari güvenin ortadan kalkmasıyla birlikte, hırsızlık, gasp ve cinayetler hızla artarken, buna sefalete itilen ailelerde yaşanan boşanmalar ve ailelerin dağılması eşlik ediyor. Patronlar kriz var, iş yok, işçi çıkarmazsa işyerini kapatmak zorunda kalırım tür&uul;nden demagojik söylemlerin arkasına gizlenerek, sürekli işçi çıkartıyorlar. Özellikle sendikalı işyerlerinde yaşanan bu uygulamalar, buralardaki sendikal örgütlülüğü dağıtarak kazanılmış hakları gaspetmeyi hedefliyor. Çıkarılan işçilerin yerine zaman geçirmeden taşeron işçiler alınması bunun göstergesi.

İşsizlik sadece işsizler için bir sorun olmaktan öte, burjuvazinin elinde çalışanlara dönük bir silah olarak kullanılıyor. Burjuvazi işçilere sürekli büyüyen işsizler ordusunu göstererek, onları kendi dayattığı koşullarda çalışmaya zorluyor. İş güvencesi ve sosyal hakların olmadığı koşullarda bu tehdit bir karşılık da buluyor. İşsiz kalma korkusu düşük ücret ve esnek çalışma koşullarına boyun eğmeyi getiriyor.

Özellikle son yıllarda yaşanan krizlerinde etkisiyle işsizlik oranı hızla artıyor. Sadece geçen yılki krizler sonrasında 2 milyon civarında işçi işsiz kaldı. Ki çalışanların önemli bir kısmının kayıtdışı oldukları, herhangi bir sosyal güvenlik kurumuna bağlı bulunmadıkları düşünülürse, gerçek rakamın bunun çok üstünde olduğu açıktır.

Devlet İstatistik Enstitüsü’nün (DİE) açıkladığı son rapora göre; geçen yılın ilk üç ayında %8.6 olan işsiz sayısı %11.8’e çıkmış bulunuyor. Yine geçen yılın ilk üç ayında 2 milyon civarında olan işsiz kalan sayısı şimdiden 2.462.000’e ulaştı. Türkiye’de çalışabilecek her 100 kişiden 17’si işsiz durumda.

Ancak yaşananlar bunlarla da sınırlı değil. İMF ile yapılan anlaşmalar gereği, kamu sektöründe çalışan onbinlerce emekçinin işine son verilmesinin hazırlıkları yapılıyor.

Buna rağmen henüz işçi ve emekçiler cephesinden anlamlı bir yanıt verilebilmiş değil. Bu ise işbirlikçi burjuvaziye planlarını uygulamada cesaret veriyor. Pek çok yerde uygulanan esnek çalışma uygulaması ile ücretsiz izinler yaygınlaşmakta ve taşeronlaştırma hız kazanmaktadır.

Sermayenin azgın saldırılarına karşı taleplerimizi bayraklaştırıp mücadele saflarında yerimizi almaktan başka bir seçeneğimiz yok. Yıkım saldırılarına karşı birleşip örgütlenerek harekete geçmeli, işsizlik ve keyfi işten çıkarmalara karşı “Herkese iş, tüm çalışanlara iş güvencesi!” talebini yükseltmeliyiz.