M. Atak Ocak ayı ortalarında başlayan ve Haziran ayında bir çözüm parolasıyla sürmekte olan Denktaş-Klerides görüşmelerinin derin ayrılıklar yüzünden tıkandığı söyleniyordu. Tam bu aşamada BM Genel Sekreteri Kofi Annanın adayı ziyaret etmesi, tıkanan görüşme yolunun yeniden açılacağı safsatasıyla sunuldu. Annanın ziyareti 14 Mayısta gerçekleşti. Annan önce Klerides, sonra Denktaş ile görüştü. Akşam yemeğinde de üçlü bir zirve gerçekleştirildi. Annan zirve sonrasında Haziran ayında bir çözüm konusunda son derece iyimser olduğunu açıkladı. Ama Klerides başından beri kötümserken, önceleri iyimser olan Denktaş da kötümserleşti. Annanın ziyareti öncesi ve sonrasında medyada sürekli olarak iki taraf arasında derin görüş ayrılıkları vurgulandı. Sanki başka türlü olması mümkünmüş gibi. Zira iki tarafın burjuvazisi (dolayısıyla Yunan ve Türk burjuvazisi) arasında AB pastasından pay kapma yarışı var. Eşit statüde birleşik bir Kıbrısın ABye alınması KKTC ve Türk burjuvazisinin çıkarınadır. Tabii bu durumda Güney Kıbrıs ve Yunan burjuvazisi AB pastasını eşit oranda paylaşmak zorunda kalacakları için, böyle bir çözüme oldukça mesafeli yaklaşıyorlar. Güney Kıbrıs ise, hem Kuzeyden toprak alarak, hem de kendi egemenliğinde bir çözümle daha fazla pay kapma hevesinde. Güneyin tek başına ABye alınması, kuşkusuz Güney Kıbrıs ve Yunan burjuvazisinin çıkarınadır, ama kendi önerileri doğrultusunda bir çözümle elde edecekleri çok daha fazladır. Öte yandan, başta ABD emperyalizmi olmak üzere emperyalistler adada ivedi bir çözüm bulunması yönünde her iki tarafa da basınç uyguluyorlar. Bu basınç, emperyalistlerin Ortadoğuya yönelik planlarından kaynaklanıyor. Ortadoğuda petrol savaşı yürüten emperyalistler, Akdenizde suların durulmasını istiyorlar. ABye alınsın ya da alınmasın, birleşik Kıbrıs ABDnin çıkarınadır. Hem ada bir sorun olmaktan çıkacak, hem de Ortadoğuya yönelik operasyonunda ABD güçlü bir üs elde etmiş olacaktır. Annan aracılığıyla iletilen acil çözüm isteminin gerisinde bu vardır. ABDnin bu basıncına rağmen, bağımlılığın ötesinde bir coğrafya olan KKTCnin Cumhurbaşkanı Denktaşın görüş ayrılığında ısrarlı olması, bir çelişki gibi görünebilir. İlişkiler son tahlilde emperyalistlerin isteği doğrultusunda şekillenir. Ama yine de bu coğrafyalarda yaşayan egemen sınıflar kendi çıkarlarını son kertesine kadar savunmaya çalışırlar. İki taraf burjuvazisi arasındaki derin görüş ayrılığı yukarıda sıraladığımız çıkarlardan kaynaklanıyor. Emperyalistler doğrudan müdahale edene dek derin görüş ayrılıkları sürecektir. Şimdilik Annanla dolaylı bir müdahalede bulundular. Çözüm sağlanamadığında, ABD ve ABnin dolaysız müdahalesi gerçekleşecektir. Annanın ziyareti Türkiyede de en az KKTCdeki kadar yankı buldu. Tartışmaların merkezinde M. Yılmazın sözleri vardı. Yılmaz, Denktaş biraz daha uzlaşmacı olmalıdır, dedi. TÜSİAD Başkanı Tuncay Özilhan da benzer bir açıklama yaptı. Bu sözlerin gerisinde, AB trenini kaçırmayalım esprisi yatıyor. Çünkü Güney Kıbrısın tek başına ABye alınması, yalnızca KKTCnin değil, Türkiyenin de AB üyeliğinin tehlikeye girmesi demektir. Yılmaz ABden sorumlu bakan olarak, yer yer ortaklarından farklı açıklamalar yapıyor. Tabii ki bunlar derin farklılıklar olmadığı için, sorun ilk MGK toplantısında gideriliyor. Bu kez farklılık MGK toplantısından önce giderildi. Yılmaz Türk tarafının üzerine düşeni yaptığını söyleyerek, Denktaşı eleştiren konumdan çıkıp, destek veren konuma geçti. Aynı günlerde TÜSİAD Başkanı da benzer açıklamalar yaptı. Annan belki adadaki iki tarafı uzlaştırmayı başaramadı, ama Türkiye cephesinin kendi içinde bir uzlaşmayı sağladı. Annan her ne kadar eşit statüden sözetmese de, Kuzeye geçerek Denktaşı, Başbakanlık konutunda ziyaret etmesi, KKTCyi -resmi olmasa da- tanıması anlamına geliyor. Zaten Annan birkaç yı öncesine kadar eşit statüden sözediyordu. Burada belirtelim ki, eşit statülü bir çözüm, Türkiye ile olan ilişkileri üzerinden bakıldığında, ABD için çok daha avantajlıdır. Annan da ABD sözcüsü olduğuna göre, ziyareti sırasında Kuzeye geçmesi ve KKTCnin resmi konutunda görüşme yapması, dolaysız olarak ABDnin yaklaşımını sergilemektedir. Türkiye cephesinde uzlaşmayı sağlayan da bu yaklaşımdır. Yaşanan bu gelişmeler üzerinde adadaki emekçi halkların hiçbir söz hakkı yoktur. Hem ada ve garantör ülkelerin sermaye sınıfları, hem de emperyalistler arasında süren çatışmalar, uzlaşmalar ve diyaloglardır yaşananlar. Oysa adada yaşanacak olaylardan en fazla etkilenecek olanlar, burada yaşayan emekçi halklardır. Emperyalistlerin güdümünde gerçekleşecek hiçbir çözüm ada halklarının çıkarına olmayacaktır. Emperyalist politikalara hizmet eden çözümler bugüne kadar halklara yalnızca yeni acılar getirmiştir. Gerçek ve kalıcı çözümü ancak ada üzerinde yaşayan emekçi halklar sağlayabilirler. Adanın kaderini üzerinde yaşayan emekçi halklar tayin etmelidirler.
Fazla mesailere karşı mücadelenin önemi Çalışma ve yaşam koşullarının iyileştirilmesi uğruna mücadele, işgünü saatlerinin sınırlandırılması, fazla mesailerin yasaklanması, düşük ücretler, işsizlik ve sınırsız sömürüye karşı taleplerin bir arada ele alınmasını gerektirir. Fazla mesailere karşı mücadelede talepleri formüle ederken bu bütünlüğü gözönünde bulundurmalıyız. Fazla mesailer konusunda işçilerin bilinci yeterince net değil. Fazla mesailer, düşük ücretlerden kurtulmanın, yaşamdan bazı beklentileri karşılamanın yolu olarak düşünülebiliyor. Daha iyi ücret fazla mesaiyle kazanılır düşüncesi bizzat patronlar tarafından işçinin bilincine kazınıyor. Hatta çoğu işyerlerinde patronlar, buranın fazla mesaisi var gibi söylemlerle işyerini avantajlı göstermeye çalışıyorlar. Patronlar elbette fazla mesailerin işçiyi nasıl yıprattığını, insanca yaşamdan ve umutlarından nasıl uzaklaştırdığını çok iyi biliyorlar. Ama fazla mesailer, hem kârlarına kâr kattığı, hem de bireysel kurtuluşu çözüm olarak sunduğu, işçilerin birliğini, örgütlülüğünü ve dayanışma ruhunu zayıflattığı için işlerine geliyor. İşçilerdeki bilinç körelmesi birlik olmanın önündeki en büyük engeldir. Çünkü bireysellik ve tek tek çözüm bulma yolları örgütlü mücadeleyi parçalar, engeller. Fazla mesailerin işçi için en büyük tehlikesi de budur. Ücretlerimiz yetmiyor gerekçesiyle, işçiler fazla mesaiyi gönüllü olarak isterler. Yaşamını daha çekilir kılmak ve insanca yaşamak adınadır bu istek. Fazla mesailer zamanla yaşamını katlanılmaz ve çekilmez hale getirdiğinde ise, mücadele bilinci zayıf olduğu için kaderciliğe sığınır. İşsizlik çığ gibi büyüyünce de razı olur kaderine. Fazla mesailerin ve uzun işgünlerinin işçiler üzerindeki etkilerini yaşıyor ve görüyoruz. Komünist işçiler olarak, tüm bu sorunlara karşı örgütlülüğe ve birlikteliğe olan ihtiyacı sürekli bir ajitasyon-propagandanın konusu yapmalıyız. Bu sorunlara karşı taleplerimizin neler olması gerektiğini işçilerin bilince çıkarmasını sağlamalıyız. Tüm sorunların çözümünün örgütlü mücadeleden geçtiği bilinciyle, fabrikalarımızda fazla mesailere, uzun işgününe karşı 7 saat işgünü 35 saatlik çalışma haftası, Her türlü fazla mesai yasaklansın, Herkese iş tüm çalışanlara iş güvencesi vb. taleplerimizle işyeri komitelerini örmeliyiz. Sınıf bilinçli bir işçi
Fazla mesailerin etkileri üzerine işçilerle konuştuk... Hepimiz yaşayan ölüler gibi olduk - Benim ve eşimin aldığı maaş çok düşük olduğu için önceden hep mesaiye kalmak istiyordum. Fazla mesaiye karşı çıkan arkadaşlara da kızıyordum. Sizin ihtiyacınız yok, tabii istemezsiniz diyordum. Ama şimdi canıma tak ettirdiler. Önceden bu kadar çok mesai yoktu. Ayda bir ya olurdu ya olmazdı. Mesai olduğunda başka bölümlere gider yazılırdım. En azından pazar param çıkar diyordum. Ama şimdi ne pazar parasını düşünür hale geldim, ne de başka bir şey. Sinirlerim iyice gerildi. Dokunsalar ağlayacağım. Yorgunluk ve bitkinlikten uyuyamaz hale geldim. Dinlenemeden, uykusuz olarak sabah tekrar işe geliyorum. İştahım, yemek yeme isteğim dahi kalmadı. Bir pazar günüm kalıyor. Pazar günü de eşimin ve çocuklarımın beklentilerine cevap veremez oldum. En ufak bir şeye tahammül edemez hale geldim. İşyerinde arkadaşlarımı kıracağım diye de çok korkuyorum Eğer böyle devam ederse işten çıkmayı düşünüyorum. Yoksa cesedim çıkacak bu işyerinden. Hepimiz yaşayan ölüler gibi olduk. - Maaşım yetmediği için ben de kalmayı hep istiyorum. Tabii arkadaşın dediği gibi, ben de aynı sorunları yaşıyorum. Çok yoruldum. Aç-susuz çalışıyoruz. Ama kolay para kazanılmıyor, çocuklarım için fedakarlık yapmam gerekiyor. Çalışmadan da, yorulmadan da fedakarlık yapılmıyor. Kolay iş yok. Para için, işimiz için herşeye katlanmak zorundayız. Mecburuz. Çalışmayana kapı açık. - Çalışma ortamımız zaten kötü, işimiz ağır, bölümler havasız, yemekler kötü. Yemekhaneye aç iniyor, aç çıkıyoruz. 10 paydosumuz ve çayımız yok. 4 paydosunda çay yok. Mesaide yemek vermiyorlar. Tüm bunlar yetmez gibi ücretimiz de çok düşük. Sinir küpü haline geldim. Patlamak üzereyim. Ailemin yüzünü göremiyorum. Eve gider gitmez yemek bile yiyemeden yatağa giriyorum. Yorgunluktan uyuyamıyorum. Gezmeyi, eğlenmeyi seven bir insandım. Pazar günleri hiçbirini yapmak istemiyorum. Hep evde kalmak, uyumak istiyorum. Fazla mesailerin etkisi üzerinde nasıl oldu diyorsun? İşte böyle oldu. Daha anlatayım mı. İnsanlıktan çıktık kısacası. - Verdikleri para da iş de onların olsun. Üç kuruş için canımızı çıkardılar. Aç açına 10 saat çalıştığımız yetmiyormuş gibi, bir de her gün mesaide aç kalmak iyice yordu. Para yok diyor, ikramiyelerimizi vermiyor. Avans vermiyor. Ama yoğun iş nedeniyle hergün mesai. Nasıl iş anlamadım. İş var ama para yok. Aile düzenim bozuldu. Çocuklara yemek yapamaz hale geldim. Eşim de vardiyalı. Benimle dalga geçiyor, dışarda randevu ver bana diye. Daha ne kadar dayanacağız bilmiyorum. Birlik yok ki bir şeyler yapalım. Hemen tüm işçiler aynı düşünce ve psikolojide. Üretim alanlarında çalışma ve yaşam koşullarının düzeltilmesine ilişkin mücadelenin ne denli önemli olduğu ortada. |
|||||