Sema Sultan İsrailin 29 Mart saldırısıyla birlikte yarım asırdan fazla bir süredir kanamaya devam eden Filistindeki yara, halkları ve emekçi sınıfları emperyalizme ve sömürgeleştirme politikalarına karşı çok önemli bir sorgulama noktasına getirdi. Filistin halkı muazzam güç dengesizliğine rağmen direnen halkın yenilemeyeceğini bir kez daha gösterdi. Filistin halkı, Oslo süreci ve devamının, kendisinin kolonileştirilmesi, topraksızlaştırılması, toplama kamplarında işkenceli günler ve katliama tabi tutulması anlamını taşıdığını çok iyi biliyor. Kendi kaderinin tayini için görkemli bir direniş sergiliyor. Filistin intifadası ve direnişi Ortadoğu Barış Projesinin çöküşü anlamına geldiği gibi, halkların özgürlük mücadelelerine büyük bir moral güç olma özelliğini de taşıyor. Bir anlamda halkların nabzı, siyonst ırkçılığa boyun eğmeyen, aşağılanmayı kabul etmeyen Filistin direnişinde atıyor. 29 Marttan bugüne kadar yaşanan gelişmeleri bütün dünya izliyor. Binlerce Filistinli katledildi. F-16 savaş uçakları, Mervoka tankları ile Filistin kentleri, köyleri yerle bir edildi. Beş binden fazla insan tutuklandı. Toplu mezarlar öldürülen kadın ve çocukların cesetleriyle dolduruldu. El Halim, Beytulhalim karayolu üzerinden inşa edilen dev toplama kampına çok sayıda çocuğun götürüldüğü, fiziki ve psikolojik işkenceye tabi tutulduğu çok açık ve İsrail bunu gizleme gereğini bile duymuyor. Araplar topraklarından sürülüyor. Yaşanılanların bir tek adı olabilir. O da Şaron önderliğindeki ve İşçi Partili koalisyonun Erez İsrailin, yani Büyük İsrailin ne pahasına olursa olsun gerçekleştirilmesi hırsıdır! Gençliğini Filistinlileri kaçırmak için tedhiş hareketleri düzenlemekle geçirmiş, sonrasında Sabra ve Şatillada iki bine yakın Filistinliyi katlederek Katil ünvanını kazanmış Şaron, Erez İsrail için vaat edilmiş toprakların Araplardan arındırılması operasyonuna girişti. Amaç, homojen bir İsrail devletinin kurulmasıdır. Bu proje hep siyonistlerin tarihi hayalleri olageldi. 1949da 800 bin civarında Filistinlinin yaşadığı toprakları terk etmek zorunda bırakılmalarıyla kurulan İsrailin ufkunda sürekli Batı Şeriayı da kapsayan büyük bir devlet olmak var oldu. 1948de çizilen sınırlarını sürekli yayılma ve işgal ile iki üç kat büyüttü. Filistin halkının işgale karşı direnişi ise hep var olageldi. Oslo görüşmeleriyle birlikte yeni bir döneme girildi. 13 Eylül 1993te imzalanan Oslo Anlaşmasıyla Arafat Filistin mücadelesine çok ağır bir darbe vurdu. Arafat, Filistin topraklarının %78ini İsraile bırakarak Filistin topraklarının %22sine Filistin adına razı oldu. Bu, Arafat önderliğince pratikte İsrail işgalinin kabullenişi ve İsrailin yarattığı yıkım ve sömürgecilik politikalarının görmezden gelinişi anlamına geliyordu. Oslo, Filistin halkının sömürgeleştirilmesinin meşrulaştırılmas belgesiydi. Filistinlilere sabretmek dışında başka bir şey vermeyen Oslo, Erez İsraile giden yolda sadece bir ara duraktı. Bu anlaşmayla Filistin topraklarına dönen Arafatın on yıla yakın bir süre boyunca Kahire, Amman, Washington hattındaki geliş gidişlerinden Osloda vaat edilen devlet çıkmadı. İsrail ise yayılmacı, işgalci politikalarını katmerleştirerek uygulamaya devam etti. Camp David ise Oslonun daha gerisindeydi. ABDnin Clinton eiyle oturtmak istediği yeni barış süreci, Filistine Doğu Kudüste sadece ofis açma hakkı tanırken, İsraile Kudüsü edebi başkenti ilan etme yolunu açıyordu. Yine, Filistin devletinin askersiz olmasını dayatıp mültecilerin topraklarına dönme hakkını kabul etmiyor ve Filistinlilerin 1949daki BM kararlarından bu yana elde ettiği bütün hakları ortadan kaldırıyordu. Oslo sürecinden bugüne kadar Arafata biçilen rol, İsrail adına polislik yapma, direniş güçlerini bastırma ve reformist-teslimiyetçi platforma çekmenin ötesinde başka bir şey olmadı. Nitekim 29 Mart 2002 tarihi öncesinde ABD Ortadoğu özel temsilcisi Zinninin Arafata dayattıkları en dolaysız tanımıyla Filistinin bütün değerlerini teslim etmeyi ve direnişçilerin tutuklanmasını, İsrailin operasyonlarına (her türlü kurum-kuruluş, cezaevi ve yer) izin verilmesini içeriyordu. Kısacası, Amerikan barış planı ihaneti dayatmasından başka bir şey değildi. İsrailin resmi politikası olan Filistinlileri tanımama, bir halk ve toplum olarak örgütlenmesine izin vermeme, kölelik sınırları içinde yaşam hakkından başka bir şey tanımama, aslında Arafatın da sınırlarını tanımlıyordu. Nitekim İsrail istediği zaman Arafat.ın bir adım kıpırdamasına izin vermeyeceğini, İslam Ülkeleri Konferansı toplantısına katılmasına getirdiği ambargo ve diğer yaklaşımlarıyla çok net ortaya koydu. Daha önce de defalarca tekrarlandığı gibi bir günde Arafatı muhatap olmaktan çıkarma, tekrar ABD planı doğrultusunda görüşmelere kabul etme senaryolarını izliyoruz. Kısa vadede tecrit, yıldırma, baskı politikalarıyla masa başında Arafat eliyle önemli sonuçlar almak istedikleri açık, ama uzun erimli politikalarında işbirlikçi bir Filistin önderine dahi tahammül etmediklerini, Filistinlileri taraf olmaktan tamamen çıkarmak istediklerini görüyoruz. İsrail-ABD stratejik bloku, Filistin sorununu Arap işbirlikçi zeminine taşıyarak Filistinlileri Ürdüne sürmeyi hedeflemektedir. Kukla Ürdün devleti çatısı altında Filistinlileri de birleştirerek nihai çözümün önemli bir aşamasını gerçekleştirmeyi planlamaktadırlar. Şaron-Bush ikilisinin Arafat ismi etrafında dillendirdikleri muhatap almama, güvenmeme tavrının anlamının erçekte Filistin halkı olduğunu görmek gerekir. Amerikan Barış projesinin Filistinliler için Ürdüne sürülmek veya İsrailin otoritesi altında ulusal kimliğini, tarihini ve topraklarını unutarak kölece yaşamak olduğu çok açık. Bu projenin ana hatlarını Kiriat Arbadaki bir Yahudi yerleşimci olan Yosi Şarvit şöyle özetliyor: Bu savaş bittiğinde bu topraklarda kalan Araplar isterlere İsrail otoritesi altında yaşamak, ya da gitmek konusunda serbesttirler. Bir kez daha vurgulamalıyız ki, bugünkü katliamların nedenini Şaronun şu sözlerinden başka bir şey daha iyi anlatamaz: Ben uluslararası ilkeler falan bilmem. Bu topraklarda doğacak her Filistinli çocuğun hayatta kalması, nesillerinin devam edeceği anlamına gelir. Bir vuruşla 750 Filistinliyi öldürdüm (1956 Refah mülteci kampında). Askerlerimi Arap kızlarına tecavüz etmeleri için cesaretlendirdim. Zaten Filistinli kadınlar Yahudilerin kölesidir. (Şaronun General Quze Merhama verdiği demeç. 1956) (Evrensel, 1 Nisan 2002) Bugün Filistin halkı emperyalistlerin ve siyonistlerin silahlarının üstünlüğüne karşı onurlu yaşam ve özgürlük mücadelesiyle birlikte geleceğini kazanma ve Özgür Filistine ulaşma savaşını veriyor. Daha öncesi bir yana son 54 yıldır yaşadığı acıların, ödediği bedellerin ve ortaya koyduğu büyük direnişlerin karşılığını mutlaka zaferle sonuçlandırmak istiyor. Ezilen bütün sınıf ve halklar ya emperyalizmin çıplak yüzünü sergilediği Filistin işgaline karşı tavır alacak, global düzen, ideolojilerin sonu yalanını tuzla buz edecek, ya da egemen politikaların yedeğine düşmekten kendini kurtaramayacaktır. Kuşkusuz ABD egemenliği yıkılmaz değildir. Vietnam halkının başardığını bugün ezilen halkların gerçekleştirmemeleri için bir neden yoktur. Kürdistan devrimi açısından da Filistin direnişinden çıkarılması gereken çok büyük dersler var. Öcalan teslimiyet ve tasfiyeci ihanetinin sunduğu Barış çizgisi ile Filistin halkına dayatılan köleleştirme politikası arasında özünde bir fark yoktur. Halkımız da ABD patentli, TC özel savaş politikalarına karşı mücadele tarihinin ve parti tarihimizin direniş geleneklerine ve değerlerine mutlaka sahip çıkacak ve teslimiyetçi-ihanetçi İmralı platformunu yerle bir edecektir. Er veya geç, ama bir gün mutlaka... |
|||||