içindeki ajanları İhanette yeni perde: İşçisiz eylem güldürüsü İki gündür (15-16 Mayıs günleri) Ankara Güvenparkta yaşananlar, Türk-İş bürokratlarının oturma eylemi soytarılığı, işçi sınıfı hareketi adına ibret verici bir tablo koymaktadır ortaya. Bu sözde eylemin elbette gerçekte işçi sınıfıyla, onun gerçek çıkarları, istemleri ve kaygılarıyla bir alakası yoktur; sözkonusu olan, işçiler adına fakat onlara rağmen sahneye konulan bayağı bir güldürüden ibarettir. Yine de, işçi sınıfı hareketi bu sicilli satılmışlar takımını aşan bir eylem inisiyatifine, örgütlenme ve hareket gücüne ulaşamadığı sürece, bu türden soytarılıklar işçi sınıfı hareketi adına sunulabilmekte, toplumda da böyle algılanabilmektedir. Türk-İşin tepesine çöreklenmiş hainler güruhu artık işçisiz eylem yolunu tutmuş bulunuyorlar. Düne kadar elbette salt birikmiş tepkiyi boşaltmak için hiç değilse zaman zaman eylem yapar, arada bir de bir büyük Ankara eylemi düzenlerlerdi. Bir yandan işçiler ve öte yandan sermaye iktidarı için artık bir inandırıcılığı ve etkisi kalmadığı için, dahası gelinen yerde çeşitli sakıncalar da taşıdığı için, artık bu türden eylemler terkedilmiş durumda. Doğal olarak sendika ağaları bu durumdan ziyadesiyle memnundurlar; bizzat yarattıkları bu zaafiyeti kendileri için bir imkan saymakta, bu tür eylemlerin yararsızlığını ve dolayısıyla gereksizliğini açık açık söyleme arsızlığı gösterebilmektedirler. Artık Ankarada Türk-İş yok! Bir zamanlar, 80 öncesinde, dönemin Türk-İş ağaları Ankarada Türk-İş var! demeyi, bununla böbürlenmeyi pek severlerdi. Bu boş ve dayanaksız bir böbürlenmeydi, fakat yine de o dönemler için bir anlamı vardı. Gerçekte Türk-iş o zaman da sınıflar mücadelesi alanında yoktu; daha doğrusu, yönetimiyle şimdi olduğu gibi o zaman da karşı cephedeydi, herşeyiyle sermayenin hizmetindeydi. Fakat soluğu kapitalistler ve onların hükümetleri tarafından korku ve kaygıyla hissedilebilen bir işçi sınıfı vardı o günün Türkiyesinde. Önemli ölçüde sendikalaşmış bulunan bu sınıfın ileri kesimleri DİSK çatısı altında örgütlüydü. Temel sınıf çıkarları yönünden olmasa bile dönemsel iktisadi ve sosyal çıkarlar alanında DİSK, işçi sınıfı için önemli bir mücadele örgütüydü ve sınıfın genelini etkileyebilen bir aktivite içerisindeydi. Genel toplumsal muhalefetle de yakın ve organik etkileşim içinde DİSKin sürüklediği bu mücadele, kendiliğinden Türk-İşe de bir etki ve kuvvet alanı sağlıyordu. DİSKin yapabildiklerinin etki ve basıncı altında, kapitalistler ve hükümetler, edilgen durumunda bile Türk-İşi ciddiyetle hesaba katıyor, onun değerini ve işleini takdir ediyor ve gözetiyorlardı. Türk-İş ağalarına böbürlenme konusu yaptıkları sözleri ettiren buydu; işçi sınıfının toplumda ve toplumsal muhalefetin ön saflarında kazandığı özel etki ve ağırlıktı. Bu dönem çoktan geride kaldı. Üstelik Türk-İşin satılmış sendika ağalarının özel katkısı ve marifetiyle. Tekelci burjuvazinin faşist 12 Eylül saldırısı, baskı, terör ve yasaklar düzeniyle, örgütsüzleştirme ve atomize etme yoluyla, işçi sınıfını etkisizleştirmeye yönelik kapsamlı bir operasyondu aynı zamanda. 12 Eylülden çıkış yılları, 80lerin sonu ve 90ların başını kaplayan yaygın sınıf eylemliliği, tekelci sermayenin buna rağmen istediği sonucu alamadığını gösteriyordu. 12 Eylülle bile başarılamayan, 90lı yıllarda önemli ölçüde başarıldı. Körfez savaşı bahane edilerek gündeme getirilen ve sınıfın öncü kuşağını önemli ölçüde biçen toplu tensikat saldırısı burada bir dönüm noktasını işaretledi. Sonu gelmeyen bu türden tensikat saldırılarını özelleştirme ve taşeronlaştırma saldırısıyla işçi sınıfının sistematik biçimde örgütsüzleştirilmesi ve atomize edilmesi saldırısı tamamladı. Bu saldırı hala da sürüyor, üstelik hız kesmek bir yana yeni bir hız ve kapsam kazanarak. O günden bugüne Türkiyede sendikalı işçi sayısı sürekli azalmakta, yeni sendikalaşma girişimleri her yolla engellenmekte, sonu gelmeyen saldırılar karşısında sürekli hak ve mevzi kaybeden işçi sınıfı hareketi gitgide daha çok güçten düşmektedir. Bütün bu sonuçların alınmasında, en başta Türk-İşin tepesindekiler olmak üzere tüm sendika ağaları kastı, sermeyeye tarihi değerde bir hizmette bulundular. Onların işi, gerçek misyonu buydu ve bunun gereklerini yaptılar. Onlar her bakımdan hizmetinde oldukları sermaye sınıfının bir parçasıdırlar. Maaşlarıyla, mülkiyetleriyle, yaşam standartlarıyla, ayrıcalıklarıyla Bayram Meraller, Mustafa Özbekler, yakın zamanda medyada yer aldığı gibi Çimse-İş başkanı, sahip oldukları zenginliklerle herhangi bir büyük burjuvadan farksızdırlar. Bütün bunları ise, işçi sınıfı içinde sermayenin aanı rolünü oynamaya borçludurlar. Ve tersinden, bu rolü bu denli bilinçli ve gönüllü bir biçimde oynamalarının gerisinde, sahip bulundukları burjuva sınıf ayrıcalıkları vardır. Yani onlar işçi sınıfına ihanet ederlerken kendi sınıfının çıkarlarına ve ihtiyaçlarına uygun davranmış oluyorlar. Fakat bu rolü en iyi biçimde yerine getirdikleri içindir ki bugün ayaklarının altındaki toprak da gitgide kayıyor. Kendilerini besleyen zemin gitgide zayıflıyor. Artık Ankarada Türk-İş yok! Bayram Meraller ciddiye alınmak bir yana doğru dürüst muhatap bile alınmıyorlar. Sermaye ve hükümet, ağaların hiç değilse görünütüyü kurtarmalarına yetecek göstermelik tavizler vermeye bile yanaşmıyor. Güvenparktaki soytarılıklar, sergilenen acınası gülünç manzaralar bir yanıyla da bunu gösteriyor. Sınıfa karşı devrimci görevler Hareketin son on yılda yediği darbe ne olursa olsun, Türkiye işçi sınıfı yerli yerinde duruyor. Bugün sınıf hareketi güçten düşürülmüş, sendikal örgütlenmesi büyük bir darbe yemiş, mevzilerinin çoğu elinden alınmış olabilir. Fakat bu yalnızca sınıflar mücadelesinin ve sınıfsal güç ilişkilerinin belli bir tarihi andaki somut durumudur. Değişmez olmadığı gibi, işçi sınıfı da bu duruma ilelebet mahkum değildir. Kaldı ki işçi sınıfı hareketinin düşürüldüğü bu durum Türkiyeye özgü de değildir. Son 20 yıl, özellikle de son 10 yıl içerisinde, neo-liberal saldırıların bir sonucu olarak dünyanın hemen her ülkesinde işçi sınıfı hareketi benzer bir zayıflama yaşadı. Fakat bugün, her yerde olmasa bile birçok ülkede işçi sınıfı hareketi kendini yeniden bulmanın, kayıplarını adım adım gidermenin, mevzilerini yeniden kazanmanın sancılarını yaşıyor. Tam da bu sürecin kendisi dünya ölçüsünde işçi sınıfı hareketinin yeni bir çıkışını mayalamaktadır. Sendika ağalarının ihaneti derinleştikçe Türkiyede de bunun koşulları ve olanakları gerçekte giderek artmaktadır. Devrimci misyon açısından bütün sorun, bu koşulları ve olanakları değerlendirecek sistematik ve soluklu bir çaba içerisine olabilmektir. Sınıf devrimcileri için sorun, sınıfın sendikal anlamda bile önemli ölçüde örgütsüzleştirilmesi olgusu karşısında yaygın biçimde yakılan ağıtların bir parçası olmak değil, fakat tam da bu olguyu yeni bir örgütlenme ve mücadele çıkışının dayanağı haline getirebilmektir. Sınıflar mücadelesi içerisinde kaybedilen gerisin geri sınıflar mücadelesi içerisinde kazanılabilir, bu yasadır. Sınıfın örgütsüzleştirilmesi, artık veri olarak katlanacağımız kalıcı bir durum değil, fakat çalışma ve mücadeleyle aşılabilecek tarihsel açıdan geccedil;ici bir durumdur yalnızca. Kaldı ki sendikal örgütlenme işçi sınıfının en doğal ve sınıf özellikleri ve sezgisiyle son derece yatkın olduğu bir örgütlenme biçimidir. Bu durumda sendikalaşma ya da mevcut sendikaları işlevli kılma ve devrimcileştirme çabası, devrimci bir sınıf hareketi geliştirmek için bizim elimizde etkili bir manivelaya da dönüşebilir. Türkiye işçi sınıfı hareketinin yakın geçmişteki deneyimleri bile bu açıdan son derece öğreticidir. Sınıf hareketinin 60lı ve 70li yıllarda kazandığı ilerici-devrimci dinamizmde, başlangıç noktası ve ateşleyici etken olarak sendikal örgütlenme ya da sendika değiştirme girişimleri son derece önemli bir rol oynamıştır. Liberal çevreler ya da kafası karışık bazı gruplar, özelleştirme ve taşeronlaştırma saldırısıyla sendikal örgütlenmenin yediği büyük darbeden hareketle, sınıf ya da sınıf örgütlenmesi üzerine yeni ve orijinal olmak iddiasındaki teorilere eğilim göstermektedirler. Komünistler, işin özünde sınıfı örgütleme ve devrimcileştirme alanındaki gerçek ve somut görevlerden kaçış anlamına gelen bu eğilimlere prim vermek bir yana, onları etkili bir mücadeleye konu etmelidirler. Sınıf çalışması alanındaki devrimci görevler, hiçbir yeni ve sözde orijinal teorinin yardımını gerektirmeyecek kadar açık ve somutturlar bugünün Türkiyesinde. Çifte yenilginin ağır ve yıkıcı etkisi, son 20 yıl içerisinde Türkiyeden de öteye dünyadaki güç ilişkilerinde yaşanan büyük değişmeler, hemen tüm ülkelerde olduğu gibi Türkiyede de işçi sınıfı hareketini siyasal ve örgütsel bakımdan güçten düşürmüştür. Bugün ise birçok belirti, yine dünya ölçüsünde, sürecin tersine dönmekte olduğunun ilk önemli belirtilerini sunmaktadır. Son 20 yılda neo-liberal saldırılarla rüzgar ekenler, önümüzdeki tarihi dönemde bunun mayaladığı fırtınaları biçeceklerdir. Görev, bugünden bu bilince dayalı bir çalışma ve mücadele içerisinde olmak, böylece yakın geleceğin bu büyük çatışmalarına hazırlanmaktır. |
|||||