18 Mayıs'02
Sayı: 19 (59)


  Kızıl Bayrak'tan
  Sermayenin işçi sınıfı hareketi içindeki ajanları
  Yakıcı sorunlar karşısında yasak savma tutumu
  Göstermelik eylem işçilerin basıncı karşısında zamanından önce bitirildi
  Lastik işçisi grev hakkına sahip çıkmalıdır!
  Kamuda çalışan binlerce işçi ve emekçinin tasfiyesi gündemde
  Kamu bankalarında büyük tasfiye
  Yonca Teknik işçisi greve devam ediyor
  16. Geleneksel İTÜ Şenliği ve devrimci tavır
  Paralı Eğitim Karşıtı Öğrenci Platformu Bülteni'nden...
  Platform çalışmasının güncel sorunları
  Düzen siyasetinin açmazı ve iflası
  AB tartışmaları, yoksulluk ve demokrasi...
  Siyonizm ve uluslararası emperyalizm/2
   Hollanda parlamento seçimlerinde politik deprem
   Türkiyeleşme" politikasının içyüzü ve birleşik mücadelenin gerekleri
   Filistin kazanacak!..
   Kadın hakları için ayağa kalkın!..
   Faşizmin işkencehanelerinde ser verip sır vermedi!..
   Ezilen halklarla dayanışmayı yükseltelim!
   Mücadele postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 
AB tartışmaları, yoksulluk ve demokrasi...

AB takviminin işleyişine ve bu konuyla ilgili kimi gelişmelerle bağlantılı olarak AB ile ilişkiler üzerine tartışmalar yine kızışmış bulunuyor. Takvime göre 2002 sonunda toplanacak Kopenhag zirvesinde Türkiye’nin üyelik müzakereleri için bir takvim belirlenmesi ihtimali bulunuyor. Ancak bu, Türk devletinin uyum için verilen direktifleri bu tarihe kadar yerine getirmiş olmasıyla güçlenecek, ya da getirmemiş olmasıyla zayıflayacak bir ihtimal. Tartışmaların bir boyutunu bu ihtimaller üzerine inşa edilen kurgular oluşturuyor.

Diğer yandan Avrupa’da ve Türkiye’de yaşanan, konuyla bağlantılı bir takım gelişmeler var. Türkiye’de yürütülen tartışmaların bir boyutu da bu gelişmelerle ilişkilendiriliyor. Gelişmelerden biri, Avrupa’da idam cezasının tümüyle tarihe gömülmesi olarak ifade edilen kararlar. Olay haber bültenlerine, “Avrupa Konseyi üyesi 44 ülkeden 36'sı, ölüm cezasıyla ilgili yasağın, ‘savaş zamanı’ da dahil olmak üzere genişletilmesini öngören protokolü imzaladı” ifadeleriyle yansıtıldı. Türkiye ise gelişmenin dışında kalan birkaç ülkeden biri. Dolayısıyla idam cezası, AB için yürütülen tartışmaların başında yer almayı sürdürüyor. Gelişmelerin Avrupa boyutunda PKK ve DHKP-C’nin terörist örgütler listesine dahil edilmesi de bulunuyor.

Türkiye’deki gelişmelere gelince. Bunlardan biri 9 Mayıs’ta “kutlanan” Avrupa günü. Gün Avrupa günü olunca, konunun da AB ile ilişkiler olması gayet doğal. Bir diğeri MGK’nin Mayıs ayı olağan toplantısı. Hükümet cephesinden, gündemin şimdiden belli olduğuna ilişkin açıklamalar geliyor. Gerçi gündemi tahmin etmek için hükümetten bir açıklamaya ihtiyaç bulunmuyor. Ülkenin gündemi, AB için idamın ve olağanüstü halin kaldırılması, anadilde eğitim hakkının tanınması gibi “kritik” ve “stratejik” konularla yüklüyken, kendini konunun doğrudan ve tek muhatabı gören askerin bu gündemlerle ilgilenmemesi düşünülemez. Dolayısıyla MGK toplantısında, bir bakıma tartışmaların bugünkü boyutuna son noktayı koyacak kararlar alınacaktır.

Bu durumda, düzen cephesinden yürütülen söz konusu tartışmaların havanda su dövmekten farksız olduğu söylenebilir. Gerçekten de asıl karar mekanizması MGK olduğuna göre, böyle kritik konuların tartışılmasına ayrılan uzun mesailerin hiçbir yararı yok. Ama bu da tartışmayı kimin yaptığına bağlı.
Bilindiği gibi tartışmalar düzenin tüm cephelerinde sürdürülüyor. Bunların başında burjuva siyasi çevreleri ve düzen medyası geliyor. İktidar partileri, muhalefet partileri, iktidar sözcüsü medya organları, muhalif medya organları, kiralık köşe yazarları, vb... Ancak tartışma yürüten çevrelerin içinde biri var ki, MGK kararlarına esas olacak görüşlerin neler olabileceğini, esas olarak onların açıklamalarında bulmak mümkün. Bu, sermaye çevresidir. Siyasi iktidar bu sınıfın iktidarı olduğuna göre, diğer konular gibi AB ile ilişkiler konusu da bu egemen sınıfın çıkar ve isteklerine göre şekillenecektir. Karar iktidarın hangi organından çıkarsa çıksın (ister MGK, ister hükümet, ister meclis), sermaye sınıfından, bu sınıfın örgütünden çıkan kararlarla uyumlu olmak zorunda.

Bu yüzden de, birileri televizyon ekranlarında, gazete köşelerinde, Avrupa günü toplantılarında “havanda su döve dursun”, sermaye çevreleri toplantılarını yapmış, kararlarını açıklamış bulunuyorlar.

Kendilerine İş Çevresi Grubu adını veren ve aralarında Ömer Dinçkök, Ferit Şahenk, Bülent Eczacıbaşı, Sakıp Sabancı, Rahmi Koç, Aydın Doğan, Mehmet Emin Karamehmet, Tuğrul Kudatgobilik, Mehmet Ali Yalçındağ, Ersin Özince ve Hüsamettin Kavi gibi burjuvazinin önde gelen isimlerinin bulunduğu grup, TÜSİAD Yönetim Kurulu Başkanı Tuncay Özilhan’ın ev sahipliğinde Alternatif Bank’ın Esentepe’deki Genel Merkezi’nde toplandı. Üç saat süren toplantının ardından yapılan açıklamada, “AB ile tam üyelik müzakerelerinin başlamasına yönelik takvimin giderek sınırlı bir süreye sıkışması, bu konuda atılacak adımlara hayati bir önem kazandırmaktadır” denildi. Demokratikleşme, insan hakları ve siyasi kriterlere yönelik alınacak kararların, Türkiye’nin gelişmesi ve geleceği açısından sürdürülen ekonomi reformlar üzerinde de olumlu etkilerinin olacağının düşünüldüğü ifade edilen açıklamada ek olarak, “AB ve ilgili tüm yasal düzenlemelerde ulusal bir güç birliği ve konsensusun sağlanabilmesi için konunun Ekonomik ve Sosyal Konsey'in gündemine alınarak konseyin münhasıran bu konuyu değerlendirmek üzere en kısa sürede toplantıya davet edilmesinde büyük yarar ve gerek göülmüştür” görüşü aktarıldı.

Grubun açıklaması iki açıdan önemli: Birincisi, hükümetin “AB’den sorumlu” üyesi Mesut Yılmaz’ın açıklamalarıyla çakışması; ikincisi de, sermayenin suç ve sorumluluğuna yine işçi sendikalarını ortak etme arzusu. Yılmaz son açıklamalarında özetle; eğer yıl sonunda yapılacak AB zirvesinden önce istenen uyum yasaları çıkarılamaz ve üyelik görüşmelerine ilişkin takvim alınamazsa, “Türkiye fakirlik zincirini kıramaz... yabancı sermaye yatırımları gelmez... işsizlik devam eder... gerilimler azalmaz, artar... ulusal güvenlik, tek başına kalmış bir Türkiye’de daha büyük sorun olur... Kıbrıs’ı koruduk zannederiz ama asıl o zaman kaybetmiş oluruz... Balkan ülkeleri de ekonomik olarak Türkiye’yi sollar geçerler...” diyor. Patronlar ise, uyum yasalarının uygulanan ekonomik reformlar üzerinde de olumlu etkileri olaca&crren;ı ifadelerini kullanıyorlar, ki sonuçta aynı kapıya çıkıyor.

Sermayedarların görüşleriyle ortaklaşan sadece M.Yılmaz da değil. 9 Mayıs Avrupa gününü “coşkuyla” kutlayan “aydın”larımızın hazırlayıp, “Avrupa Hareketi” başlığı altında imzaya açtıkları metnin bakışı da hemen hemen aynı çerçevede: "Türkiye, baskı değil özgürlük, fakirlik değil zenginlik, korku değil güven arıyorsa yolu AB'den geçer. Avrupa, Türkiye'nin yüzyıllardır ilerlediği yöndür. 'Muasır medeniyet'tir. Yatırımdır. İştir. Kazançdır. Dayanışmadır. Bilimdir, teknolojidir. Sosyal güvenliktir...” Tabii, onlar daha popüler bir dille ifade ediyor, dolayısıyla da kitleleri avutma-oyalama misyonunu üstlenmiş oluyorlar. Eğer bir de patronların arzusu gerçekleşir ve ESK’yı toplamak mümkün olursa, ki olmaması için bir neden görünmüyor, bir de sendikalar üzerinde işçi sınıfının konuya ve görüşlere ortak edilmesi gündeme gelecek. Söz konusu sendikaların işçi sınıfını temsil etmediği, bu ihanetçilikle edemeyeceği bilinse de görüntü değişmeyecek.

Sendikalar ne kadar patronların görüşlerine imza atıp meşrulaştırmaya çalışırsa çalışsınlar, işçi sınıfı ve emekçilerin gözünde Avrupa ile, Amerika ile, İMF, Dünya Bankası ve benzerleriyle ilişkiler, Türk devletinin emperyalist güçlerle kurduğu kölelik ilişkileridir ve sonuç kendi üzerlerindeki sömürünün katmerlenmesidir. Bu durumda, patronların ifadesiyle, eğer AB ile ilişkilerin ilerlemesi ekonomik programları (işçilerin ifadesiyle yıkım programlarını) olumlu etkileyecekse, demek ki sınıf üzerindeki sömürü ve soygunu daha da katmerleştirecektir.

Görüldüğü gibi, toplumun iki temel sınıfı, patronlar ve işçiler, her konuda olduğu gibi AB ile ilişkiler konusunda da taban tabana zıt görüşlere sahiptir. İşin ucu ekonomiye, dolayısıyla İMF’ye ve yıkım programlarına dayandığında, sınıfın sadece bilinçli-öncü kesimleri değil, en geniş kesimleri durumun farkındadır. Sermaye sınıfı ve devleti de sınıf cephesinden bu farkındalığın farkında olduğu için, konuyu daha ziyade “özgürlük ve demokrasi” ile ilişkilendirmeye çalışıyor. Sanki Avrupa’nın derdi yoksul ülkeleri kalkındırmakmış gibi; bolluk, refah, demokrasi vb. AB’ye üyeliğe bağlanıyor. Oysa, konuya sınıf cephesinden bakıldığında, Avrupa’daki bolluk, refah, demokrasi vb.’nin de, tıpkı Türkiye’de olduğu gibi, esasta egemen sınıflar için var olduğunu görmek zor değil. Söz konuu nimetler her yerde olduğu gibi Avrupa ülkelerinde de onları tekeline almış bulunan burjuvazi tarafından kullanılmaktadır. Avrupa ülkelerinde de işçi ve emekçiler saldırılarla karşı karşıya bulunmakta, işsizlik, düşük ücret, esnek üretim vb. dayatmalarla boğuşmaktadırlar.

Özetle, sermaye sınıfı ve devletinin, Türkiye işçi sınıfı ve emekçi kitleleri AB tartışmaları vesilesiyle kandırmaları, oyalamaları, sermaye sınıfının peşinden AB trenine yedeklemeleri pek kolay görünmüyor. Ama yine de sınıf devrimcilerinin görevi, her vesileyle olduğu gibi, AB tartışmaları vesilesiyle de kitleleri uyarmak, aydınlatmaktır. Sınıfa ve emekçi kitlelere bu vesileyle götüreceğimiz bilinç, sınıf ve emekçi kitleler için gerçek refahın, bolluğun, demokratik hak ve özgürlüklerin, ancak ve ancak kendi düzenleri tarafından sağlanabileceği gerçeğidir.