09 Şubat '02
Sayı: 06 (46)


  Kızıl Bayrak'tan
  ABD'nin Ortadoğu macerası, Türk devleti ve Kürt liberalleri
  Emperyalizme kölelik ve düzenin çözümsüzlüğü
  Kamu işçisinin direnişi örme sorumluluğu
  Yıkıntıların altından kapitalist düzenin vahşi yüzü çıktı!
  Demokratikleşme yalanı ve burjuva ikiyüzlülüğü
  "Sendika yönetiminin ihanetine uğradık"
  Her düzeyde parasız eğitim!
  Emperyalizmin çıkarları için kardeş halkların kanı akıtılmak isteniyor
  KESK genel kurulları sürüyor...
  "Başka bir dünya mümkün" ve zorunlu!..
  Hükümet vizesi için uşaklık sınavı
  Üniversite-sermaye işbirliği üzerine
  Almanya: Faşist NPD'nin kapatılması davası...
  Emperyalist savaşın yeni halkalarından biri: Filipinler
  Teslimiyet, ihanet ve tasfiyecilik çizgisi...
   "Anadilde eğitim" kampanyası ve TC!..
   F tipi sağlığa zararlıdır!
   Tecrit ve tredmana bağlı olarak Sincan F Tipi Cezaevi'nde yaşananlar

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 
“Anadilde eğitim” kampanyası ve TC!..

Son haftalarda gündemleşen “Anadilde eğitim” kampanyası, birçok gerçeği bir kez daha açığa çıkardı, bilinen bazı gerçeklerin altını kalın çizgilerle çizdi. Bunlardan biri de devletin bu kampanya karşısında sergilediği tavırdır. Bu tavır üzerinde kısaca da olsa durmakta yarar var, İmralı Partisi’nin geliştirdiği bilinç katliamı hareketi ve sonuçları nedeniyle bu gereklidir.

"Anadilde eğitim” kampanyası karşısında TC’nin tavrı şaşırtıcı olmadı, bu tavırda herhangi bir yenilik de yok; 80 yıllık ulusal inkarcı ve ulusal imhacı sömürgeci sistemin gerektirdiği gibi davrandı, bunda ne kadar kararlı ve ödünsüz olduğunu bir kez daha vurguladı. Öyle ki bunu yaparken kendi yasalarını bile çiğnemekte bir sakınca görmedi.

Aslında üniversite öğrencilerinin verdiği dilekçelerde Türkçe ile eşit koşullara sahip Kürtçe eğitim dili, anadilde eğitim talebi dile getirilmiyor. İstenen Kürtçe’nin “seçmeli ders” olarak öğretilmesidir. Kürt öğrencilerin kendi boyunlarındaki sömürge köleliğini bu biçimde meşrulaştıran bir istem karşısında bile sömürgeci devlet tahammülsüz davrandı, baskı aygıtlarının tümünü devreye soktu. Peki neden? Bundan çıkarılması gereken ders nedir, ne olmalıdır?

İşin başında anadilde eğitim talebinin özünü boşaltan, bu anlamda inkarcı ve imhacı sisteme Kürt cephesinden katkı sunan böyle bir girişime bile devlet şiddetle yöneldi, kendi anayasasında yazılı olan “dilekçe hakkı”nı açıkça ayaklar altına aldı. Bütün bunları “demokratikleşme” masalının dillendirildiği bir dönemde yaptı. Neden? Bu tutumu nasıl açıklamak gerekir? İmralı Partisi’nin her defasında dile getirdiği gibi bu bastırmacı tutum, devlet içinde yuvalanmış, Türkiye’nin demokratikleşmesini istemeyen bir rantçı kesimin, onun hükümetteki temsilcisi MHP’nin işi mi? Ya MGK’nın Ocak ayı olağan toplantısında “Anadilde eğitim” kampanyası ile ilgili yaptığı açıklama, altını çizdiği devlet politikası nedir, neyin nesidir?

Kuşkusuz üç yıl önce bu sorular, Kürtler açısından geri ve bu nedenle tartışılması “abesle iştigal” sayılan sorulardı. Ancak İmralı süreciyle birlikte Kürtlerin siyasal-ulusal bilincine sürekli vuruldu, kavramların altı boşaltıldı, tersyüz edildi, TC ve sömürgecilik bilinci sürekli bulanıklaştırıldı. Artık “TC”, “sömürgecilik” kavramları bile literatürden kaldırıldı. Sadece bu mu? Kürdistan kavramı bile İmralı Partisi’nin dilinde “coğrafik bir terim”in ötesinde bir anlam ifade etmiyor. İşte bu yaklaşım, bugün tam bir bilinç katliamı biçiminde derinleşerek devam ediyor... Bu nedenle dün tartışılması geri sayılan kimi gerçekleri ve kavramları bugün yeniden ortaya koymak gerekli ve zorunlu olmaktadır.

“Türk demek Türkçe demek; ne mutlu Türküm diyene!” (M. Kemal, aktaran Oktay Sinanoğlu, Aydınlık dergisi, 2 Şubat 2002) İnkar ve imha sistemini, Kürdistan üzerinde 80 yıldır kurumlaştırılan sömürgeci sistemin özünü bu sözden daha net, açık ve kesin bir biçimde ifade eden başka bir söz galiba az bulunur! “Türk demek Türkçe demek”, dolayısıyla en geri, güdük ve özü boşaltılmış bir biçimde de olsa bu sistem ve stratejiyle çelişen bir istem ve girişime hoşgörülü davranmaları mümkün mü? Sömürgeci sistem, her zerresiyle şiddet yüklüdür. Dolayısıyla formel olarak yasal (dilekçe hakkını kullanmak gibi), ama özü itibarıyla TC’nin inkarcı ve imhacı sistemiyle çelişen söz ve davranışların en yoğun şiddetle bastırılması, TC’nin doğası gereğidir; bunda anlaşılmayacak bir yan yok. Yine ulusal kurtuluş mücadelesinin doruğa çıktığı 1990’lı yılların başında TC yönetenlerinin “Kürt realitesini tanıyoruz”, “Federasyonu da tartışabiliriz”, hatta kimi kesimlerin “Ver kurtul” tartışma düzeyi ile bugünkü tartışma düzeyi karşılaştırıldığında, aradaki çelişki ve farklılığın nedeni de kendiliğinen anlaşılır: Çünkü her zerresi şiddet yüklü bir sistem, güç ve şiddet yasasıyla karşılanıyor ve ciddi bir açmazla karşı karşıya bırakılıyordu. Güç yasasının yarattığı bu çıkmaz ve açmaz onlara anılan bu sözleri söyletiyordu... O zaman da TC’nin özü aynıydı, yönetenlerinin siyaset anlayışı aynıydı. Fakat onlara “Kürt realitesini tanıyoruz” sözünü söyleten, politik guuml;ç ve bunun ardındaki kararlılıktan başka bir şey değildi.

Ya bugün?

Teslimiyet ve tasfiye sürecine alınan, beyni teslim alınıp iradesizleştirilen bir Kürt hareketi, programsızlaştırılan, ideolojik ve askeri olarak silahsızlandırılan, kafası allak bullak edilmeye çalışılan bir halk karşısında devletin en üst perdeden bastırmacı ve aşağılayıcı bir tutum sergilemesi (12 maddelik mutlak ve tam teslimiyet ültimatomu ve Türk generallerinin aşağılayıcı açıklamalarını hatırlatmak bile yeterlidir) şaşırtıcı olmamalıdır. Kuşkusuz Kürt halkı ve aydınları, yurtsever yürekleri kendi tarihlerinin son otuz yıllık kesitini, bunun her bir aşamasını karşılaştırmalı bir biçimde sorgulamak, değerlendirmek ve gerekli ideolojik ve politik sonuçlara ulaşmak durumundadır.

Evet, TC, özü Kürdistan ve Kürt ulusal gerçekliğinin inkarı ve imhası olan sömürgeci sisteminden, onun hiçbir ayrıntısından zerre kadar ödün vermek istemiyor; dahası bunu tartışma konusu bile yapmak istemiyor. Bu konuda ortaya çıkan tartışmaları ise her yolu ve yöntemi uygulayarak, kendi yaptığı yasaları çiğneyerek bastırmaya çalışıyor. Tartışmak bile gereksizdir ki bu, bir devlet politikasıdır, 80 yıllık Cumhuriyet çizgisinin güncelleştirilmiş biçimidir. Bu devlet politikasını böyle ortaya koymak ve algılamak yerine, “devlet içinde yuvalanmış rantçı bir kesim” veya MHP ile açıklamak abesle iştigalden başka bir şey değildir.

Devlet, bu sistemde kendi kimliği ve onuruyla Kürde yaşam hakkı olmadığını her fırsatta ve uygulamada gösteriyor; göstermenin ötesinde bundaki ödünsüz kararlılığını da tartışmaya yer bırakmayacak bir biçimde vurguluyor. Bu, onun özüdür.

Bu bağlamda “Anadilde eğitim” kampanyası karşısındaki TC tutumu konusunda başka güncel boyutlara da dokunmamız gerekiyor. Devlet, İmralı Partisi’ni çok iyi biliyor, politikalarını kadrolardan ve halktan önce İmralı üzerinden öğreniyor. Kampanya “dilimizi seçmeli ders olarak öğretin” biçiminde başladı. En başta sessiz kalmayı yeğledi. Ama ne zamanki binlerce öğrenci ve velileri kapsadı, halk içinde yayılarak genişledi, yani “ilk girişimcileri” aştı, ne zamanki yeni ve farklı boyutlar kazanmaya başladı, işte o zaman devlet, bütün baskı ve propaganda mekanizmalarını harekete geçirdi. Dilekçe verenler bastırılmaya başlandı, gözaltı ve tutuklamalar genel bir kampanya biçimini kazandı.

Aynı dönemde Öcalan ve İmralı Partisi’ne bu “yangını söndürme”, “grev kırıcılığı” misyonu verildi. Bunu da genel bastırma ve çarpıtarak özünü boşaltma hareketinden ayrı düşünmemek gerekir. Öcalan, anadilde eğitim talebini, köyde, mahallede, evde kendi kendine öğrenme derekesine indirgedi; devletten herhangi bir talepte bulunmamayı buyurdu! Bundan sonra İmralı Partisi sözcüleri ve “tefsircileri”, bu “buyruğu” derin yorumlara tabi tutmaya, kendilerini aşan ve Kürt dinamiğindeki canlılığı ve kabına sığmazlığı bir biçimiyle gösteren kampanyayı soğutma ve kırma hareketini yedire yedire geliştirmeye başladılar... Bu “tefsirciler”den bazıları, “artık yeni bir süreçtir, bu nedenle sayın Öcalan’ın da dediği gibi, ‘ne inkar ne isyan’ şiarının bir gereği olarak elinen noktada ‘provokasyona’ gelmemek gerekir, dilekçe vermek yerine evlerde, köylerde, mahallelerde kendi kendine Kürtçe öğrenme zamanıdır” (2 Şubat Yedinci Gündem sayısında D. Karakoçan’ın yazısına bakılabilir) demeye ve “grev kırıcı” misyonlarını açıkça ortaya koymaya başladılar...

Bazı boyutlarıyla İmralı Partisi’ni aşan bu kampanyada TC gördü ki, İmralı teslimiyet ve tasfiyeciliğine rağmen Kürt talepleri ve Kürt dinamizmi, programsızlaştırılsa da, birçok açıdan silahsızlandırılsa da, etkinlik ve gücünden çok şey yitirse de, kendisi için ciddi bir tehdit olarak duruyor. Kürtler bu düzene sığmaz. Bunu çok somut olarak bir kez daha gördü ve İmralı Partisi’nin sunduğu zemini değerlendirerek bu dinamizmi nihai olarak bitirmenin gerekliliğini anladı. Bu kadar saldırgan ve saldırılarında fütursuz davranmasının güncel nedeni budur! Tam da İmralı Partisi’ne dayatılan on iki maddelik ültimatom, böyle bir yaklaşıma oturuyor, bu isteği anlatıyor...

Görülüyor ki, TC, İmralı Partisi’ni de yedeğine alarak bastırıyor, Kürt dinamiğini, onda canlı, diri, enerjik ne varsa hepsini kısa ve orta vadede yok etmek istiyor. Buna karşılık Kürt halkının ulusal ve demokratik istemleri eylemli olarak her fırsatta kendini dışa vuruyor. Fakat bunlar, bir ulusal program, strateji ve örgütlülükten yoksun; daha çok kendisini İmralı Partisi’nin egemen olduğu zeminde dile getiriyor. Bu paradoksal gerçeklik devrimcilerin ve yurtseverlerin önüne çok önemli, acil ve ertelenemez görevler ortaya koyuyor:

Devrimci çizgide birleşmek ve Kürt dinamizminin akacağı örgütsel seçeneği oluşturmak!..

PKK-Devrimci Çizgi Savaşçıları