3 Kasım '01
Sayı: 33


  Kızıl Bayrak'tan
 Amerikancı iktidar Türkiye'yi ABD'nin savaş arabasına bağladı

  Emperyalist barbarlığa karşı mücadeleyi yükseltelim!

  Saldırı ve ihanet cenderesini kırmak için olanakları güce dönüştürelim

  Saldırı ve ihaneti boşa çıkarmak için 9 Kasım'da Ankara'ya!

  Kahrolsun emperyalist savaş!
  Sermayeye değil direnişçi işçilere fon
  Yeni bir faşist terör dalgası ve karşı hazırlık
  Doğubeyazıt'ta devlet terörü

  Anti-emperyalist mücadele ve Parti Programı

  Anti-emperyalizm, bağımsızlık ve siyasa bağımsızlık
  Sınıf dayanışmasını örgütleyelim!
 Anadolu Yakası İşçi-Emekçi Bülteni'nden
  Emperyalizm ve politik İslam

  Filistin halkının özgürlük ve bağımsızlık istemi bastırılamayacak!

  BİR-KAR'ın Kuruluş Kongresi gerçekleştirildi
 Kolombiyalı sağcı milisler yıllardır dehşet saçıyor
  Mücadele Postasi

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Anadolu Yakası İşçi-Emekçi Platformu Girişimi Bülteni'nin Kasım sayısından...

5 Eylül cephesi güçleniyor
"Sendikacı-patron işbirliği" saldırıya başladı

5 Eylül'de işçi sendikaları ve işveren örgütleri Dedeman Oteli'nde bir toplantı yapmışlardı. Bu toplantıyla işçi sınıfına dönük yeni saldırıların zemini döşendi. Bu toplantı sonucunda işverenlerin kullanımına sunulmak üzere yeni bir fonun kurulması kararı alınmış, toplantı sonuç bildirgesine DİSK hariç diğer iki sendika konfederasyonu, Türk-İş ve Hak-İş patronlarla birlikte imza atmıştı. Anadolu Yakası İşçi Emekçi Platformu Girişimi 5 Eylül toplantısının işçi sınıfına dönük yeni bir saldırı dalgasının başlangıcı olacağını, amaçlananın sınıf düşmanı yeni bir cephenin yaratılması olduğunu söylemiş, bu düşman cepheyi "5 Eylül Cephesi" olarak tanımlamış ve "5 Eylül Cephesi Dağıtılmalıdır!" şiarıyla bir kampanya örgütlemişti. Nitekim yaşananlar AYİEP Girişimi'nin tespitlerini doğruladı. 5 Eylül'de yarım bırakılanı tamamlamak üzere 2 Ekim'de, patronlar ile Türk-İş ve Hak-İş yöneticileri İstanbul'da bir toplantı daha yaptılar.

Bayram Meral: "İşçi iki zeytininden
birini vermeye hazır"

5 Eylül ve 2 Ekim'de yapılan toplantılarda Bayram Meral işçilerin iki zeytininden birini vermeye hazır olduğunu söyledi. Krizden çıkmanın yolunun toplumun tüm kesimlerinin fedakarlığından geçtiği masalı bir kez daha piyasaya sürüldü. 2 Ekim toplantısında Hak-İş Başkanı Salim Uslu, işçi ve işveren kesimlerinin ortaklığının öneminden söz edip patronlar tarafından hazırlanan "Ulusal Ekonomiyi Güçlendirme Fonu" tasarısına övgüler yağdırırken; Türk-İş Başkanı Bayram Meral, "biz eğer iki zeytinimizle meydana iniyorsak, işverenlerin de sorunların çözümünde katkılarını esirgememeleri lazım'"dedikten sonra, "fedakarlık yapmaya devam edeceğiz" diye konuştu. Meral ve Uslu'nun bu sözleri sendika bürokratlarının bu toplantılara hiç de "masumane" amaçlarla katılmadıklarının, aksine işçi ve emekçilere yeni faturalar ödetmek üzere patronlarla açık bir işbirliğine yöneldiklerinin kanıtı oldu.

2 Ekim'den "sermayeyi güçlendirme
fonu" kararı çıktı

Daha toplantının yapıldığı saatlerde sermaye medyası toplantının propagandasına başlamıştı. Toplantıdan sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda kullanılacak 'Ulusal Ekonomiyi Güçlendirme Fonu' adı altında yeni bir fonun yaratılması kararı çıkarken, sermaye medyası bu fonla zor durumdaki işletmelere destek çıkılacağı, 250-300 bin kişiye iş olanağı sağlanacağı iddiasına dayanan bir propaganda başlattı. Sendika ağaları ve patronlar krizden çıkışın yolunu bulmuşlardı: İşçiden alıp sermayeye vermek. Söz konusu fonda 650 milyon dolar biriktirileceği söyleniyor. Elbette bu fon küçük işletmelere katkı sağlamak amacıyla oluşturulmuyor. Tasarıda, fonda biriken paranın "zor durumdaki ihracatçı şirketler'" tarafından kullanılacağı koşulu getiriliyor. Bu koşuldan da anlaşılıyor ki, fonda biriken paralardan büyük kapitalistler nemalanacak. Bu fon ile 250-300 bin kişiye iş sağlanacağı ise tümüyle yalan. Patronlar ve sendika ağaları bu yalanla işçi sınıfının gönlünü almak istiyorlar.

Eğer üretime yatırım yapmak o kadar kârlı bir iş olsaydı, büyük patronlarımız hiç durmaz yatırım yaparlardı. Oysa kriz "az üretmekten" ileri gelmiyor, aksine ürettiklerini satamamaktan ileri geliyor. Yani kriz "aşırı üretim" krizidir, pazar krizidir. Bu yüzdendir ki, bir yanda örneğin tekstil ürünleri stoklarda beklerken, öbür yanda ihtiyacı olduğu halde üzerine kıyafet alamayan milyonlar artıyor. Zenginleri daha fazla zenginleştirmekle sermayenin kârları büyütülebilir belki, ama emekçilerin krizine çözüm üretilemez. Zenginlik ve yoksulluk arasındaki uçurum derinleştikçe kriz daha da büyüyecektir.

Sermayeye değil
direnişçi işçilere fon!

Sendika ağaları patronlarla oturup işverenlerin mali sorunlarına çözüm arıyorlar. Bunun için işçilerin ücretlerinden yapılan kesintileri sermayedarların kasasına aktarmanın, sermaye adına işçilerden para toplamanın, hatta işçi ücretlerinden kesinti yapmanın planlarını yapıyorlar. Oysa aynı sendika ağaları işçi kıyımlarına sessiz, Aymasan'da, Göktaş'da, Aktif Dağıtım'da, Ersin Nakış'da, Sümerbak'ta kıyımlara karşı direniş yolunu seçen işçilerin yaşadıkları mali sorunlara duyarsız kalıyorlar. Bu durum sendika ağalarının sınıf düşmanı bir tutum içerisinde olduklarının en açık göstergelerinden biridir. Patronlar için ellerini taşın altına koymayı kendilerine görev biçen sendika ağaları, sıra işçilere geldiğinde taşı işçilerin eline vuruyorlar. Her iki durumda da taşın altında kalan işçilerin elleri oluyor yalnızca.

Bir yandan sermaye ve medyası, diğer yandan da sendika ağaları fon ile 250-300 bin işçiye iş olanağı sağlanacağını iddia ediyorlar. Oysa aynı patronlar her vesileyle işçi kıyımına giderken, yine aynı sendika ağaları kıyımlar konusunda patronlara her türlü yardımı yapıyorlar. Eğer yeni iş imkanları yaratılacaksa öncelikle kıyımlar karşısında mücadele yolu seçilmeli, direnişler desteklenmeli, 7 saatlik işgünü ve iş talebi yükseltilmelidir. "Ama hayır" diyor sendikacılarımız: "böyle yaparsak İş barışını bozmuş oluruz!"

"Sermaye fonu" ile yalnızca ekonomik bir saldırı başlatılmıyor, bundan da önemlisi 'işçi-patron el ele' söylemleri ile işçi sınıfının bilincini köreltmeyi amaçlayan ideolojik bir saldırı başlatılıyor. Hem sermayedarlar ve hem de sendika ağaları eleştiri oklarını siyasilere yönelterek, sermaye ve onun düzenini aklamayı, tüm bunları yaparken de yeni saldırıları hayata geçirmeyi amaçlıyorlar.

Sendika ağalarının yeni oyunlarını boşa çıkarmanın yolu, "Sermayeye değil, direnişçi işçilere fon!" şiarıyla "grev ve direnişlerle dayanışma fonu" talebini yükseltmekten geçiyor. Sınıftan yana sendikacılar, öncü işçiler ve işyeri temsilcileri bu şiarı sendikalara taşımalı, imza vb. kampanyalarla saldırı boşa çıkarılmalıdır.

"İki zeytinden biri" yalnızca fon değil

Bayram Meral iki zeytinden biri derken yalnızca fondan bahsetmiyor. Fon daha büyük saldırıların ilk adımıdır yalnızca. Fondan sonra sıra esnek çalışmaya, kıdem tazminatlarının ve sosyal hakların gaspına gelecek. 2 Ekim toplantısının hemen ardından Türk-İş'in esnek çalışmayı şirin göstermek için işyerlerinde anket yapması bunun göstergesi sayılmalıdır. Sendika ağaları "ulusal ekonomiyi güçlendirme fonu"na imza atarak "ulusal program" adını taşıyan İMF-TÜSİAD programının altına da imza atmış oldular. Bu sermaye uşakları bu tutumlarıyla işçi sınıfına düşmanlıklarını bir kez daha kanıtlamış oldular. Bu uşak takımı sendikalarımızdan sökülüp atılmadan sermayenin saldırılarını püskürtmek mümkün olmayacak, savaşla daha da derinleşecek olan krizin ağır yükü altında ezilmeye devam edeceğiz. Bu uşak takımını defetmenin yolu "5 Eylül Cephesi"ni dağıtmaktan geçiyor. Bunun nasıl yapılacağını ise 5 Eylül'de Dedeman kapısına dayanan Sümerbank ve Ersin Nakış işçileri göstermişlerdir. Şimdi işçi ve emekçilerin önünde "5 Eylül Cephesi" karşısında sınıf cephesini örme görevi durmaktadır.

5 Eylül cephesi dağıtılmalıdır!
Sermayeye değil, direnişçi işçilere fon!

 


 

ABD'nin başını çektiği bu savaş gericidir, haksızdır, emperyalist bir savaştır...

Savaşların, krizlerin faturasını ödemeyeceğiz!

11 Eylül sabahı ABD'nin kalbi ve beyni olarak bilinen Dünya Ticaret Merkezi ve Pentagon intihar saldırılarıyla vuruldu. Eylemde binlerce insan yaşamını yitirdi. Eylemle birlikte uygarlığın temsilcisi olduğunu iddia eden dünya jandarması ABD, aynı zamanda prestijini de yitirdi. ABD emperyalizmi bu saldırıyı fırsat bilerek dünya halklarına savaş ilan etti. Bunu terörizme karşı mücadele yalanı üzerinden kamuoyuna sundu. Fakat ortaya çıkan tablo, saldırıyı kimin yaptığından bağımsız, saldırıların kendi içinden organize edildiğine yönelik kuşkuları artırdı. Bu noktada ciddi bir açıklama ve araştırma yapmaya gerek dahi duyulmadan suçlu ilan edilmişti: Bin Ladin üzerinden Afganistan!

ABD emperyalizmi ve ona destek sunan diğer emperyalist güçlerin bundan önce yaptıklarına bakmak yeterli. Irak'a saldırı (Körfez Savaşı) herkesin hafızalarında; yardım adı altında Bosna'ya girip oradaki tüm yeraltı ve yerüstü kaynaklarını yağmalamaları yine herkesin hafızalarında; bir başka örnek olarak Somali yine yardım adı altında sömürüye dönük bir operasyonun hayata geçirilmesine vesile edildi. Dolayısıyla emperyalist ABD ve destekçileri Balkanlar'da, Orta Asya'da, Ortadoğu'da ve Kafkasya'daki petrol, doğalgaz ve her türlü yeraltı-yerüstü kaynaklarına hakim olmak adına buralara girmiştir. Şimdi de durum farklı değil!

Afganistan üzerinden bu bölgede bulunan petrol ve doğalgaz kaynaklarını ele geçirmeye dönük adımlar atmak ve buradan bölgeye hükmetmek için bu ülkeye savaş açıldı. Hem de kendi elleriyle örgütleyip hükümet yaptıkları, bir dönem özgürlük savaşçıları dedikleri Taliban'a karşı savaş açarak bunu hayata geçiriyorlar. Amaç çok açık; emperyalistler bir dönem kendi elleriyle büyüttükleri bu tür yapıları kendi çıkarları için kullanıyorlar, bir dönem sonra saldırganlıklarına dayanak yapıyorlar. Emperyalist yayılmacılık ve dolayısıyla emperyalist savaşlar her zaman halkları hedef alır. Bugün mazlum Afgan halkı bu savaştan fazlasıyla payını almaktadır. Dolayısıyla atılan her bomba halklar ve emekçiler için bir yıkım demektir. Hedefi dünya halklarını ve emekçilerini sindirmektir.

ABD askeri olmayacağız!

Sermaye devleti, Körfez Savaşı'nda yine Irak halkı üzerinde katliama yönelen ABD emperyalizminin destekçisi olmuş, üslerini açmış ve bizzat Irak halkına dönük bu saldırılarda rol almıştı. O dönem bir koyup üç almanın formülü Irak halkının katledilmesiydi. Ne kadar çok kan, halklar üzerinde yıkım, o kadar para!!!

Bugün de yapılan farklı değil. Hükümetin arka arkaya yaptığı açıklamalar sermaye devletinin bu savaşın bir parçası, içinde yeralanlardan olacağını ortaya koyuyor. Ecevit'e eldeki deliller sizin için yeterli mi diye sorulduğunda "ABD yeterli görüyorsa, bizim içinde yeterli" demesi ABD emperyalizmine göbekten bağlılığın bir ifadesi olarak kendini açıkça ortaya koyuyor. Tüm üsleri açması keza yine aynı. Bu noktada parlamentodaki muhalefet partilerinin tutumu ise ABD'nin yanında olduklarının açık kanıtı oldu. Amaç açık: Parsadan pay almak! Ve bunun için de emekçi çocuklarını savaşa sürmeye çalışmaktadırlar.

16 Eylül 2001 tarihli Radikal gazetesi, ABD'nin saldırılarda kullanacağı araçların yakıtının Türkiye ve İsrail tarafından karşılanmasını istediğini açıkladı. Bu haberi biz emekçiler açısından okuduğumuzda, savaş ve savaşa yönelik harcamalar, yeni vergiler, yeni faturalar ortaya çıkaracaktır. Bunu da yine bize ödetecekleri anlaşılmaktadır.

"Sonsuz Özgürlük" adı altında yürütülen bu savaşa, işçilerin, emekçilerin ve dünya halklarının çıkarları temelinde karşı durmalıyız. Bizim düşmanımız Afgan halkı, Irak halkı değil, ezilen sınıfların ve dünya halklarının düşmanı olan ABD ve onun temsil ettiği emperyalist-kapitalist sermaye düzenidir. Saldırının emekçilere dönük bir saldırı olduğunu, hemen ertesinde Boing'in 30 bin, United Airlenes'in 20 bin, Us Airways'in 11 bin, Continentel'in 12 bin kişinin işine son vermesiyle gördük.

Ezilenlerden yana taraf olmalıyız

Savaşlar yıkım ve gözyaşı getirir demagojisi etrafında ortaya konulan düşünce tamamen sınıfsal özden yoksun, emperyalist savaşları teşhir etmeyen bir düşüncedir. Bizler Filistin halkının İsrail siyonizmine karşı yürüttüğü bağımsızlık ve özgürlük savaşında tarafız. Bizler ezilenlerin ezenlere karşı verdiği her türlü mücadeleyi desteklemeliyiz. Vietnam halkının ABD emperyalizmine karşı 30 yıl önce yürüttüğü savaşta nasıl taraf oluyorsak, ulusal ve sosyal kurtuluş mücadelelerinde de taraf olabilmeliyiz.
İşçi sınıfının kapitalizme karşı yürüttüğü mücadele özünde bir sınıf savaşıdır. Şunu unutamayız; dünyada iki sınıf vardır: İşçi sınıfı ve burjuvazi.

Emperyalist-kapitalist sistem dünya üzerinde varoldukça, bugün ABD'nin başını çektiği gerici, haksız savaşlar devam edecektir. Savaşların yok olması, bir grup asalak kapitalistin değil üretenlerin yönettiği bir dünyada mümkün olabilir.

Emperyalist savaşlara hayır!
ABD askeri olmayacağız!
NATO'dan çıkılsın, ABD üsleri kapatılsın!
Yaşasın halkların kardeşliği!

 


 

İşçi Kültür Evi'ne ve kültürümüze
sahip çıkalım!

Değerli işçi, emekçi kardeşlerim. Sizlerle paylaşmak istediğim bazı duygu ve düşüncelerim var. Bu duygu ve düşüncelerim nedir derseniz, birazdan anlatacağım.

16 Eylül'de Kurtköy Sülüntepe İşçi Kültür Evi'nin açılışı oldu. Öncelikle bu çalışmayı yapan işçi arkadaşlara teşekkürlerimi sunuyor ve İşçi Kültür Evi'ni coşkuyla selamlıyorum. Bendeki bu coşku niyedir arkadaşlar, biliyor musunuz? Çünkü ben de bir işçiyim. Emeğimi, alınterimi dökerek geçinmeye ya da yaşamaya çalışıyorum. Bugün çalışan bir insanın hangi şartlarda çalıştığını ve buna karşılık sırf açlıktan ölmemek için hangi eziyetlere katlandığını çok iyi biliyorum.

Değerli kardeşlerim, hani yaşıyoruz diyorsam, yaşamın güzelliklerinden ve sunduğu nimetlerden faydalanan insanca bir yaşamı kastetmediğimi anlamışsınızdır. Nefes alıp veriyoruz ya, işte hayattayız, bizim için yaşam bu. Ne kadar yaşamsa tabii. Niye mutlu, insanca bir yaşamın uzağındayız arkadaşlar. Aslında bunun cevabı çok basit. Bizi saatlerce çalıştıran, sırtımızdan deste deste para kazanan zenginler sınıfının herşeye hükmetmesindendir. Bu adamlar siyasete hükmeder ve yönlendirirler. Ekonomiye hükmeder, yön verirler. Yani bunlar biz çalışanların gün içerisinde ne konuşacağımıza, neyi tartışacağımıza, neyi okuyacağımıza, nasıl giyineceğimize, nasıl bir kültür ve ahlaka sahip olacağımıza varıncaya dek karar verir ve bizi öyle olmaya zorlarlar. Dikkat edin, kaç işçi fabrikasında ya da mahallesindeki çalışanlarla şu sıralar üzerimize karabasan gibi çöken krizi ve yarattığı işsizliği, açlığı tartışıyor. Daha çok Fener'in, Galata'nın nasıl yendiğini, kimin iyi oynadığını tartışırlar. Yine dikkat edin, etrafınızdaki kaç kişi kültürel şeyler konuşur. Ya da bir kitap alır okur. Burada genelde seçenek şu olur; kahvede kimin kimi nasıl yendiği zevkle anlatılır vb., vb. İşte arkadaşlar, bizlere dayatılan bu yoz ve kof yaşam tamamen olması gereken gündemimizin dışındaki şeyler. Belli bir kesimin bizleri daima köle olarak tutması için kullanılır. Bizim kültürümüz paparazi ya da "dokun bana", "biri bizi gözetliyor", "uçur beni" gibi şeyler olabilir mi? Hayır! Kültür diye verilen şeye bir bakar mısınız? Disko denilen yerde tepinmek, alkol komasına girmek, sahnede dolar savurmak mıdır kültür?

Ama bugün bizim de böyle olmamızı istiyorlar. Okumayın, tartışmayın, ahlaklı olmayın, yardımı, dayanışmayı unutun diyorlar. Bencil, çıkarcı olun diyorlar. Bizim kültürümüz emeğimizden, alınterimizden gelir oysa. Çünkü biz ayrı bir sınıfız ve doğal olarak ayrı bir kültüre sahibiz. Ayrı bir dünya görüşüne de... Kendi kültürümüzü nasıl geliştireceğiz? İşte böyle işçi kültür evlerini varederek, sahip çıkarak, onurlu güzel bir gelecek için çaba sarfederek. Birlikte hareket ederek, dayanışma içinde olarak. Bizleri sömüren sınıfın herşeyine karşı alternatifimizi koyarak.

Bir örnek vermek istiyorum. Bugün dünyanın en büyük yazarı, çizeri, sanatçısı hep iki sınıf arasındaki mücadeleler döneminde varolmuşlardır. Gorki, Steinbeck, Dostoyevski, ülkemizde Nazım, Yılmaz Güney... Bu insanlar hep emekten yana olan, onun kavgasını sanatında, edebiyatında veren insanlardır. Bu örneği verme nedenim şudur. Hep alt sınıfların hiçbir şeyden anlamadığı sanılır ya, işte bunun doğru olmadığını anlatmak için. Mesela açılış etkinliğinde program yapan işçiler vardı. Konuşma yapan, şiir okuyan işçiler vardı. Müzik grubu kuran işçiler ve tiyatro oyunu sunan gençler vardı. Demek ki oluyormuş. Tek eksiğimiz varolan yeteneklerimizi göstermek için fırsat ve araçlardan yoksun oluşumuzdur. Böyle işçi kültür evleri gibi yerler hem tartışacağımız, hem okuyacağımız, hem de kültürel ve sosyal etkinliklere katılacağımız yerlerdir. Bizler eğer kendi sınıf kültürümüzü var edip yaşatacaksak, bunu ancak hep beraber başarabiliriz. Bunun için sizleri kültürümüze ve işçi kültür evine sahip çıkmaya çağırıyorum.

Bir Telekom işçisi