27 Ekim '01
Sayı: 32


  Kızıl Bayrak'tan
 Amerikancı iktidar Türkiye'yi bataklığa sürüklüyor

  Borç ve savaş bütçesini sokaklarda yırtalım!

  Gençliğin savaş karşıtı hareketliliğinin anlamı ve önemi

  Dünyada emperyalist savaşa karşı protestolar sürüyor

  Savaşta yığınların manipülasyonu
  Brisa işçisinin ağır sorumluluğu
  Mevzileri korumak ve yenilerini kazanmak için etkin bir sınıf çalışması!
  Bir devrimci daha işkencede katledildi

  Sınıf hareketinin güncel durumu ve devrimci görevler

  Görkemli direnişe zayıf destek!
  Şanlı Ölüm Orucu Direnişi'nin 1.yılında Galatasaray'daydık
  Mamak İşçi Kültür Evi açıldı
  Esenyurt İşçi Bülteni'nden...

  İsviçre Ekim Gençliği Kampı: "Başka bir dünya mümkün"

  Mülteciler Taliban'dan değl, bombalardan kaçıyor
 Hür dünya kimin dünyası?
  Emperyalist-gerici savaşlar ve kadın...
  Emperyalist savaşın gölgesinde Türkiy ve Küdistan
  Geleceğimiz için hücrelere karşı çıkalım!
  Mücadele Postasi

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Sınıf hareketinin güncel durumu ve
devrimci görevler

Sınıflar mücadelesinin önümüzdeki dönemde giderek hızlanacağı ve daha açık biçimler alacağı görülüyor. Hem sermaye cephesinde hem de işçi ve emekçiler cephesinde yaşanan gelişmeler bunu gösteriyor.

Sermayenin Şubat krizinden sonra ABD'den ithal edilmiş fiili başbakan Derviş eliyle uygulamaya soktuğu "güçlü ekonomiye geçiş programı" tam bir iflası yaşıyor. Savaş tamtamlarının gürültüsüyle bir parça gizlenebiliyor olsa da, hazırlanan 2002 yılı bütçesi ve İMF ve Dünya Bankası ile sürdürülen görüşmelerin çerçevesi bunu açıklıkla gösteriyor.

2002 yılı bütçesi tam bir saldırı belgesi olarak hazırlanıyor. Bu belge bir dizi temel ekonomik ve sosyal hakkın gaspedilmesini, vergi ve zamlarla sefaletin daha da derinleştirilmesini, tarımsal üretimin daha ileri düzeyden yıkımını öngören düzenlemelerle dolu. Bu yeni bir saldırı programının devreye sokulması anlamına geliyor.

Diğer taraftan sermaye 11 Eylül'e ve bu bahane edilerek geliştirilen emperyalist savaş çığırtkanlığına sırtını dayayarak saldırıları daha da boyutlandırma peşinde. 11 Eylül'ün mevcut hesapları bozduğu, ekonomik dengelerin yeniden altüst olduğu söylenerek işçi ve emekçiler bir kez daha fedakarlığa, kemer sıkmaya, her türlü hak gaspına uysal bir şekilde boyun eğmeye çağrılıyor.

Türkiye burjuvazisi savaşı bahane ederek, ekonomik krizin yükünü işçi ve emekçilerin sırtına yıkacak politikalarına meşruluk zırhı geçirmeye çalışıyor. Aynı bahane, Türkiye'nin emperyalizmin savaş arabasına koşulmasından rahatsızlık duyan ya da krizin ağır faturasına bir biçimde karşı çıkmaya çalışan sınıf ve kitle eylemlerine karşı devreye sokulan azgın terörün gerekçesi olarak da kullanılıyor.

Saldırıların hiç olmadığı kadar boyutlandığı, buna karşılık işçi ve emekçilerin üzerlerine yıkılmak istenen yeni yükleri kaldıramayacak denli yıkıma ve kayıplara uğradıkları, açlık ve sefaletle koyun koyuna yaşadıkları, deyim yerindeyse adeta zincirlerinden başka kaybedecek birşeylerinin kalmadığı bir tablo var önümüzde. Bu yeni saldırı döneminde sermaye sınıfı açısından başlıbaşına bir handikaptır. Zaman zaman alevlenen "sosyal patlama" tartışmalarının gerisinde bu yatmaktadır.

Sermayenin tek handikapı işçi ve emekçi yığınların ellerinde çalınıp çırpılacak pek az şeyin kalmış olması değildir. Onlar açısından bir diğer önemli açmaz, başta siyasetçiler olmak üzere düzen adına konuşan hiç kimsenin kitleler nezdinde herhangi bir itibarının, inandırıcılığının kalmamış olmasıdır. Bu bakımdan düzen, kendi sözcülerinin de yeri geldikçe ifade ettikleri gibi, bir "güven krizi" içindedir. Düzen partileri, hükümet, meclis itibar sıralamasında yerlerde sürünmektedir. Cumhurbaşkanı'nın milletvekillerinin maaşlarıyla ilgili bir düzenlemeyi beğenmeyip referanduma götürmeye niyetlenmesi bunu ispatlayan ibretlik bir görüntü ortaya çıkartmıştır. "Milletin vekilleri" millet önüne çıkmaktan şeytan görmüş gibi korkmuşlar ve bu durumun önüne geçmek için seferber olmuşlardır.

Düzen siyaseti bitmiştir. Düzen siyaseti hükümet olma yetkisini de, meclis koltuklarında oturma gücünü de halktan, işçi ve emekçilerden almıyor. Onların yegane güvencesi hizmetinde oldukları sermaye sınıfı ve bugünlerde hararetli bir şekilde savaş şakşakçılığını yaptıkları emperyalizmdir.

Sınıf ve emekçiler cephesinde
sessizlik hakim

Tablonun diğer yanına, sınıf ve emekçiler cephesine bakalım.

2000 yılı başından bu yana pervasızca uygulanan ve istisnasız hepsi de iflas eden İMF patentli istikrar programlarının işçi ve emekçilere faturası büyük bir yıkım olmuştur. Ekonomik ve sosyal haklar gaspında, sömürü ve sefaletin derinleştirilmesinde her türlü sınırın ötesine geçilmiştir.

Sadece Şubat krizinin ve son 8 aydır uygulanan Derviş programının faturası en kaba rakamlarla iki milyona yakın işsiz ve çalışanların yüzde 80'lere varan oranlarda yoksullaşması olmuştur. Ekonomi yüzde10'lar civarında daralmış, tarımsal üretim önemli ölçüde tasfiye edilmiştir. Çıkarılan yasalarla sosyal haklar daraltılmış, emekçilerin örgütlenmesine sınırlamalar konulmuştur. Ülkenin bütünüyle emperyalist tekellerin yağma ve sömürüsüne açılması, tüm zenginliklerin büyük bir pervasızlıkla sermayeye peşkeş çekilmesi, her türlü vurgun ve talanın önünün sistematik bir şekilde açılması bu tabloyu tamamlamaktadır.

Bu kapsamlı yıkım tablosunu ortaya çıkaran saldırı politikalarına karşı ise son 8 ay içinde işçi ve emekçiler cephesinden anlamlı bir çıkış yapılamadığını biliyoruz.

Şubat krizinden sonra yıkım politikalarına karşı kabaran öfke, sendika bürokratlarının ustaca manevraları sayesinde bir dizi hava boşaltma eyleminin ardından dindirilmiş, sınıf hareketi bugün hala kırılamamış olan bir sessizliğe gömülmüştür.

Kamu emekçileri sahte sendika yasasının meclisten geçirilmesine karşı küçümsenmeyecek bir direnç göstermişler, militan eylemler gerçekleştirmişlerdir. Fakat sonuçta kamu emekçileri hareketi de sendikal ihanet barikatına takılmıştır. Sendikaların denetimini elinde tutan reformist bürokratları aşacak, devre dışı bırakacak bir irade ortaya konulamamıştır. Bu yapılamadığı ölçüde hareket kendi içine dönmüş, kamu emekçilerinin gündemi sendikaların yeni yasaya göre şekillendirmesiyle doldurulmuştur.

Şimdi sermaye iktidarı Türkiye'yi bir savaş bataklığına sürüklemektedir. Bu işçi ve emekçilere dönük yeni bir saldırı demektir ve ezici bir çoğunluk ülkenin bir emperyalist saldırı üssü olarak kullanılmasına, emperyalizmin çıkarları için savaşa girilmesine karşı çıkmaktadır. Fakat bu büyük hoşnutsuzluk ve tepki en azından şu ana kadar sermaye iktidarını hedefe koyan bir eylemliliğe dönüşmüş değildir. Konunun ciddiyetiyle bağlantılı düşünüldüğünde, emperyalist savaş karşıtı protesto eylemleri son derece sınırlı bir işçi-emekçi katılımına sahne olmaktadır.

Sınıfın ve emekçi hareketinin içinde bulunduğu bu eylemsizlik tablosuna başka bazı olgular da eklemek mümkün. Sözgelimi F tipi cezaevlerine karşı devrimcilerin ortaya koyduğu ölümüne direniş işçi ve emekçi hareketinden hak ettiği eylemli desteği bulamamıştır. Ya da dünyada yükselen anti-kapitalist kitle hareketi Türkiye'nin işçi ve emekçilerinden olması gerekenin çok altında bir destek görmüştür. Başta İMF olmak üzere emperyalist kurumlara karşı duyulan yaygın hoşnutsuzluğa rağmen bu eylemli bir tepki olarak ortaya konulmamıştır.

Sendikal bürokrasiye duyulan güvensizlik

Biraz yakından bakıldığında, sermayenin saldırı politikalarının da, ülkenin savaş batağına çekilmek istenmesinin de işçi ve emekçilerin yoğun tepkisine konu olduğu görülür. Dahası işçi ve emekçiler içinde devrimcilerin hücre karşıtı eylemine ya da dünyadaki anti-kapitalist kitle hareketine belli bir sempatiyle yaklaşanların sayısı hiç de az değildir. Fakat iş bütün bunları eylemli bir tarzda ifade etmeye gelince ortaya derin bir suskunluk çökmektedir.

Bundan şu sonuç çıkar. Yığınlarda varolan ve giderek de yaygınlaşan mücadele eğilimi kendisini ifade edebileceği kanallar bulmakta ya da üretmekte ciddi biçimde zorlanmaktadır. Halihazırda sınıfın ve emekçilerin elindeki en derli toplu örgütlenme aracı sendikalardır. Fakat bu sendikalar belli istisnalar dışında burjuvazinin denetimindedir ve sınıfın mücadele ihtiyaçlarına yanıt vermekten bir hayli uzaktırlar. İşçi sendika konfederasyonlarının başındaki ajan takımı bu doğrudan doğruya sınıf hareketini dizginleme misyonuyla hareket etmektedir.

İşçi ve emekçi yığınlar son yıllarda sayısız kez bu sendikal ihanet çeteleri tarafından satılmışlar, aldatılmışlar veya en kritik anlarda yüzüstü bırakılmışlardır. Sendikal korucuların gerçek yüzünü sayısız kez görmüşler ve onlardan umutlarını kesmişlerdir.

Şubat krizinden sonra parlak nutuklarla Emek Programı'nı ilan eden, fakat daha bu programın mürekkebi bile kurumamışken gerçekleştirilen 14 Nisan eylemlerini kof bir gösteriye dönüştürenler bu bürokratlardır. Kamu TİS'lerinde keskin çıkışların ardından en pespaye satış sözleşmelerinin altına imza atanlar da, Petrol Ofisi'nden bir anda 2500 kişi atıldığında işçileri yüzüstü bırakanlar da onlardır. Son olarak Pirelli'de işten atmalar nedeniyle direnişe geçen işçileri direnişten vazgeçiren ve işbaşı yapmaya zorlayan da gene bu sendika bürokratlarıdır.

Sendikacılara duyulan güvensizlik bir taraftan da sendikal örgütlenmenin kendisine olan inancı kemirmiş, bu da birçok işyerinde örgütsel mevzilerin tasfiye olmasına yolaçmıştır. Güvenini yitirdiği sendikaların yerine başka bir araç koyamayan ve sendikalarını sermaye ajanlarının elinden alamayan sınıf hareketinin akibeti yakın dönemde kronik bir eylemsizlik olmuştur.

Sınıf ve emekçi hareketi
bir eşiğe dayanmıştır

Geçmişte sınıfın farklı bölükleri sermayenin farklı saldırılarının muhatabıydı. En azından görüntüde durum böyleydi. Sınıfa saldırıların siyasal boyutları şimdi olduğu kadar öne çıkmamıştı. Dolayısıyla da saldırılar ve ona karşı gelişen eylemlilikler belli istisnalar dışında tek tek işyerleriyle ya da sektörlerle sınırlı kalıyordu.

Fakat bugün saldırıların çapı ve niteliği tek tek işyeri ya da sektörleri fazlasıyla aşan bir hal almıştır. Bu bir yana, saldırılar sadece sınıfı değil farklı ölçülerde de olsa toplumun tüm ezilen, sömürülen kesimlerini aynı anda ilgilendiren bir kapsam kazanmıştır.

Temel sektörlerdeki özelleştirmelerin, tarıma dönük yıkımın, bütçeden sosyal harcamalara ayrılan payın azaltılmasının, dolaylı vergilerin arttırılmasının ya da temel tüketim maddelerine yapılan zamların sadece bir kesimi etkilediğini söyleyebilmek mümkün değildir. Aynı şekilde bugünkü savaş tehdidi toplumun çok geniş bir kesimini doğrudan ilgilendirmektedir.

Bunun tek bir anlamı vardır. Sermayenin işçi ve emekçilere dönük saldırıları şimdiye kadar olmadığı ölçüde siyasal bir içerik kazanmıştır. En sıradan iktisadi hak gaspları bile bugün bu topyekün siyasal saldırının parçası durumundadır.

Siyasal bir sınıf hareketinin
geliştirilmesi sorunu

Siyasal bir saldırıya ancak siyasal bir karşılık verilebilir. Kapitalizmin iki temel sınıfı burjuvazi ve işçi sınıfıdır ve sermayenin saldırılarına karşı tek tutarlı siyasal yanıtı işçi sınıfı örgütleyebilir.

İşte sınıf hareketi bugün bir eşiğe gelip dayanmıştır derken söylemek istediğimiz budur. Sınıf sermayenin saldırılarına karşı siyasal bir duruş sergileyebilmek, sermayenin saldırı programına karşı kendi devrimci programıyla yanıt verebilmek durumundadır. Önümüzdeki dönemi kazanabilmesi için sınıf hareketinin hızla siyasallaşması, buna uygun bir bakışı ve örgütsel araçları bir an önce yaratabilmesi gerekmektedir. Gelişen saldırıları ancak devrimci bir sınıf hareketi göğüsleyebilir, sermayeyi ancak o dize getirebilir.

Sınıf hareketinin devrimcileştirilmesi sorunu sınıfın siyasal örgütlenmesinin yaratılması sorunundan ayrı düşünülemez. Bu ikisi arasındaki ilişki ayrı bir değerlendirme konusudur. Fakat şu kadarını söylemek gerekir. Önümüzdeki dönemde sınıf hareketinin siyasallaştırılmasına dönük her çaba devrimci sınıf örgütünü güçlendirme kaygısını da içinde taşımak zorundadır. Tersi de doğrudur. Sınıfın devrimci siyasal örgütlenmesini güçlendirmenin tek yolu sınıf hareketine dönük siyasal faaliyettir.

Emperyalist savaşa karşı propaganda ve
sınıfa dönük siyasal faaliyet

Sınıf hareketine politik bir nitelik kazandırabilmenin nesnel koşulları giderek çoğalmaktadır. Sermayenin krizin ve savaşın faturasını ödetme hedefli saldırısı böyle bir müdahalenin imkanlarını artırmaktadır.

Kapsamlı bir eylemli tepkiye henüz dönüşmemiş olsa da, işçi ve emekçi yığınların emperyalist savaşa ve Türkiye'nin bu savaşın içine sürüklenmesine karşı duydukları hoşnutsuzluk bu imkanların bir boyutunu oluşturmaktadır. Tabanda, sınıf ve emekçi kitleleri içinde güçlü bir savaş karşıtı mücadele eğilimi filizlenmektedir. Gazetemizin bu sayısında da görülebileceği gibi, hafta içinde yapılan iki toplantıda işyeri temsilcileri tarafından dile getirilenler büyük bir çoğunluğun da düşüncelerini yansıtmaktadır.

Gene fabrika ve işyerlerinde sınıf devrimcileri tarafından dağıtılan emperyalist savaşı teşhir eden materyaller işçi ve emekçiler tarafından açık bir sempatiyle karşılanmakta, dinsel gericiliğin etkisi altındaki insanlar bile bunun üzerinden devrimci propagandaya karşı daha açık olmaktadır.

"Türkiye halkı ezici bir çoğunluğuyla emperyalist savaşa karşıdır ve Türkiye'nin ABD emperyalizminin savaş arabasına koşulmasını ülkeye ve halka ihanet saymaktadır. Bu önümüzdeki günlerde sermaye iktidarının derin açmazını, tersinden ise devrimcilerin emperyalizme ve savaşa karşı geliştirecekleri mücadelenin geniş imkanlarını ortaya koymaktadır." (Ekim, Sayı:225. Eylül 2001, Başyazı)

Gerçekten de yaşanan süreç, eğer layıkıyla değerlendirilebilirse, sınıf devrimcilerinin önüne sınıf hareketine politik müdahale açısından önemli olanaklar sunmaktadır.

Kriz ve savaşa karşı eylem hazırlıkları

Bütün işçi toplantılarında, sendikaların genel kurullarında, şimdiye kadar olmadığı ölçüde emperyalist sömürü ve saldırganlığın teşhiri yapılmaktadır. En geri bilinçli işçi ve emekçinin gözünde dahi bunun belli bir meşruluğu vardır. Sermayenin savaşı bahane ederek bir dizi iktisadi-sosyal hak gasplarını gündeme getirmesi, toplu işten atmalara girişmesi ya da ücretleri ödememesi, işçilerin emperyalist savaşla kendi yıkımı arasında doğrudan ilişki kurmasına imkan sağlamaktadır.

Tabandan gelen yoğun basınç sendikaları ve yerel platformları saldırılara karşı tutum almaya zorlamaktadır. Bu çerçevede DİSK bir Ankara yürüşüyü ve mitingi organize etme yoluna gitmiştir. KESK ise bu yürüyüş ve mitingin düzenlenmesinde DİSK ile birlikte davranacağını açıklamıştır. Başlangıçta sendika yönetimlerine güvensizlikten dolayı tabanda fazla ciddiye alınmayan bu eylemler giderek sahiplenilmiştir ve şu anda şubelerde gözle görülür bir hazırlığın konusu durumundadır. 5 Kasım'da 5 ayrı güzergah üzerinden başlatılacak yürüyüş 9 Kasım'da Ankara'da yapılacak bir mitingle sona erecektir.

DİSK'in kendi içinde yeni bir "Olağanüstü Genel Kurul"u tartıştığı biliniyor. Yürüyüş ve miting kararında bu genel kurula dönük hesapların belli bir rolü olabilir. Ancak gelinen aşamada bu önemli değildir. Önemli olan işçi ve emekçilerin krizin ve savaşın faturasına karşı tepkisinin ortaya konulabileceği bir imkanın elde edilmiş olmasıdır. Tümüyle bu gözle değerlendirmek, yürüyüş ve mitingin en kitlesel, en militan şekilde gerçekleştirilmesi için çaba sarfetmek gerekmektedir. Zira yürüyüş ve miting sınıfın kendi gücünü görmesini sağlamakla kalmayacak, harekete politik müdahale için önemli bir imkan anlamına da gelecektir.

Ankara mitinginin 9 Kasım'da olmasının bir başka önemli yanı daha vardır. O gün tüm dünyada işçi ve emekçiler savaşa karşı taleplerini haykırmak için alanlarda olacaklar. Tüm dünyadaki işçi ve emekçilerin çıkarlarının ortak olduğunu propaganda etmek, enternasyonalizm ve uluslararası dayanışma fikrini yaymak için bu durum mutlaka gözetilmeli, ona uygun davranılmalıdır.
DİSK ve KESK'in bu eylemleri Emek Platformu tarafından da desteklenmektedir. Emek Platformu'nun desteğinin ancak kağıt üzerinde destek anlamına geldiğini şimdiye kadar bir çok kez gördük. Fakat yine de bu karar krizin ve savaşın faturasına karşı mücadelenin meşruluğunu perçinleyecek, tabandaki işçi ve emekçilerin eylemlere katılımını olumlu yönde etkileyecektir.

DİSK ve KESK'in yürüyüş ve mitingini önceleyen bir önemli eylem de 4 Kasım'da Kocaeli'de yapılacaktır. Kocaeli Sendikalar Birliği (KSB), bölgede yoğunlaşan saldırılar; özellikle de lastik sektöründeki işten atmalar üzerinden bir miting çağrısı yapmış bulunmaktadır. KSB saldırılara karşı propagandayı emperyalist savaşa karşı propagandayla birleştirerek, mitingi de bu kapsam üzeriden yapacağını açıklamıştır. Dolayısıyla bu mitingin kitlesel ve militan bir şekilde yapılması; dahası, başta komünistler olmak üzere tüm devrimci güçlerin de bu mitinge en etkin ve geniş bir şekilde katılmaları büyük önem taşımaktadır.

Genel grev ajitasyonunu güçlendirmek
için uygun koşullar

Son olarak not düşelim. Emek Platformu 22 Ekim'de yaptığı toplantıda bir dizi eylem kararı almıştır. Bunlardan birincisi, DİSK ve KESK'in eylemlerini desteklemektir. Fakat EP toplantısı 9 Kasım'dan sonra da bir dizi eylem yapılmasını karara bağlamıştır ve kuşkusuz bunlardan en önemlisi, genel grev yapılması kararıdır. Bu karar Emek Platformu'nun bunda ne kadar samimi olup olmadığından bağımsız olarak (ki tümüyle samimiyetsiz olduğu kesindir) önemlidir. Çünkü özellikle bu dönemde genel grev şiarı işçi ve emekçi eylemlerinde giderek daha fazla öne çıkmaktadır. Sınıf ve kitle hareketinin belirli bir aşamasında genel grev şiarını gündemleştirmek ve bir eylem sloganı haline getirmek kaçınılmaz olacaktır. Fakat daha şimdiden bir ajitasyon şiarı olarak öne çıkarılması, sermaye sözcülerinin şimdiye kadar etkili olan "genel grev yasalara göre suçtur" bakışının işçi kitleleri içinde kırılması gerekmektedir. Emek Platformu'nun genel grevi kendi eylem takvimine almış olması bu konudaki propagandada değerlendirilmesi gereken bir olanaktır.

Pratik-politik çalışmada devrimci
inisiyatif ve yaratıcılık zamanı

Sözümüzü, bundan tam birbuçuk yıl önce yapılmış ve bugün de bütünüyle geçerli olan bir değerlendirmeyle noktalıyoruz.

"Bu çerçevede bugün için önemli olan sorun, (...) arayış ve eylemlilik içerisindeki kitlelere bir çıkış yolu gösterebilmektir. Bunun için de herşeyden önce fiilen onlarla buluşup birleşebilmek için her türlü olanağı değerlendirebilmek, duruma uygun her tür yöntemi ve aracı kullanabilmektir. Bu ise çok büyük ölçüde her alanda, her kesimde, her birimdeki devrimci çalışmada gösterilecek girişkenlik ve yaratıcılıkla sıkı sıkıya bağlantılıdır.

"Pratik-politik çalışmada devrimci partinin taktik öncelikleri, buna ilişkin belirlemeler, kuşkusuz özel bir önem taşımaktadır. Bu öncelikler, ilkin yönelim alanlarının saptanmasında, ikinci olarak çalışmada öne çıkarılacak sorunlar, ve üçüncü olarak kullanılacak araç ve yöntemler olarak kendini gösterir. Bunu hedef kitle, politik gündem ve mücadelenin düzeyine uygun düşen seslenme, örgütleme ve harekete geçirme yol yöntem ve araçları olarak da kavrayabiliriz..

"Parti olarak bizim sorunumuz bu sonuncusunda, yani kitlelere seslenme, harekete geçirme ve örgütleme çabası çerçevesinde döneme ve somut duruma uygun düşen yöntem ve araçların geliştirilmesinde zayıf kalışımızdır. Yerel çalışmanın tüm dikkati bu soruna yönelmeli ve buna en yaratıcı çözümler hayatın içinden bulunup çıkarılmalıdır." (Ekim, sayı: 215, Mayıs '00, Başyazı)