27 Ekim '01
Sayı: 32


  Kızıl Bayrak'tan
 Amerikancı iktidar Türkiye'yi bataklığa sürüklüyor

  Borç ve savaş bütçesini sokaklarda yırtalım!

  Gençliğin savaş karşıtı hareketliliğinin anlamı ve önemi

  Dünyada emperyalist savaşa karşı protestolar sürüyor

  Savaşta yığınların manipülasyonu
  Brisa işçisinin ağır sorumluluğu
  Mevzileri korumak ve yenilerini kazanmak için etkin bir sınıf çalışması!
  Bir devrimci daha işkencede katledildi

  Sınıf hareketinin güncel durumu ve devrimci görevler

  Görkemli direnişe zayıf destek!
  Şanlı Ölüm Orucu Direnişi'nin 1.yılında Galatasaray'daydık
  Mamak İşçi Kültür Evi açıldı
  Esenyurt İşçi Bülteni'nden...

  İsviçre Ekim Gençliği Kampı: "Başka bir dünya mümkün"

  Mülteciler Taliban'dan değl, bombalardan kaçıyor
 Hür dünya kimin dünyası?
  Emperyalist-gerici savaşlar ve kadın...
  Emperyalist savaşın gölgesinde Türkiy ve Küdistan
  Geleceğimiz için hücrelere karşı çıkalım!
  Mücadele Postasi

 Tüm yazilar

Bu sayının PDF formatınıdownload etmek için tıklayın




 

Krizin ve savaşın faturasını ödemeyi reddedelim!

Borç ve savaş bütçesini sokaklarda yırtalım!

Türkiye'de devlet bütçesinin son yıllarda hiç değişmeyen iki temel özelliği var.

Birincisi, son yıllarda sürekli olarak bir borç ödeme bütçesi olarak hazırlanıyor. Bütçenin tüm hedefleri, borçların ve onlardan doğan faizlerin aksatılmadan ödenmesi temel amacına bağlı oluyor.

İkincisi ise, gene son yıllarda bütçeler tümüyle emperyalist kuruluşların, yani İMF ve Dünya Bankası'nın yakın denetimi altında hazırlanıyor. Bu emperyalist kurumlardan heyetler geliyor, ülke ekonomisinin durumunu inceliyor, borç ödeme mekanizmasının aksamaması için neler yapılacağını planlıyor ve isteklerini hükümetin önüne koyuyorlar. Emperyalist kurumların dayattığı politikalar hükümet tarafından alınıyor, devlet bütçesi şekline sokuluyor ve yeni bir "istikrar programı" biçiminde kamuoyuna sunuluyor. Elbette bu programa parlak hedefler, çeşitli vaatlerle bezenmiş bir propaganda kampanyası eşlik ediyor. Buna karşılık da işçi ve emekçilerden kimbilir kaçıncı kez, kemer sıkma politikalarına itiraz etmemeleri, "bir kereye mahsus fedakarlık" yapmaları isteniyor. Ve her bütçe döneminde ya da her kriz sonrasında aynı senaryo bir kez daha sahneye konuluyor.

Borç faizlerine giden para
bütçenin yarısı

2002 yılı bütçesi hazırlanırken de farklı bir şey olmadı. Maliye Bakanı'nın "benim de içime sinmedi" diyerek açıkladığı 2002 yılı bütçesi, tıpkı bundan öncekiler gibi, bir borç ve faiz ödeme bütçesi olarak hazırlandı. 57.9 katrilyon olarak öngörülen vergi gelirlerinin tam 42.8 katrilyonu faiz ödemelerine ayrıldı.

Emperyalizmle kölece bağımlılık ilişkileri içinde olan Türkiye kapitalizmi yıllardır büyük bir dış ve iç borç batağı içinde debeleniyor. Dışardan alınan borçların anapara ödemeleri 1970 yılından bu yana bütçe hesaplarında yer almıyor. Ödenmediği için değil elbette. Amaç emperyalizme bağımlılığın boyutlarını işçi ve emekçilerin gözünden kaçırmak. O yıllarda faiz ödemelerine bütçenin sadece yüzde 2'si gittiği için bunun bütçede gösterilmesinde bir sakınca görülmemişti. Fakat bütçenin faiz yükü yıldan yıla arttı ve artık gelinen noktada bütçenin yarısını götürür hale geldi.

2001 yılında bütçenin yüzde 52'si faiz ödemelerine gitmişti. 2002 bütçesinde bu oranın yüzde 42'ler düzeyinde kalacağı iddia ediliyor. Ama bu büyük bir yalan sadece. Neden yalan olduğunu görmek içinse bir yığın rakama ihtiyacımız yok. Bir önceki bütçeye bakmak yeterli. 2001 yılı bütçesi hazırlanırken de faiz yükünün bütçenin yüzde 17'si kadar tutacağını söylemişlerdi. Fakat 10 ay sonra bütçenin yarısının faize gittiği ortaya çıktı.

Yukarıda dış borçların ana para ödemelerinin bütçede yeralmadığını belirtmiştik. Bunu da hesaba kattığımızda, bütçenin en az yüzde 70'inin borç ve faiz ödemeleri için ayrıldığını söyleyebiliriz.

Emperyalist savaş, silahlanma
harcamaları ve bütçe

ABD'den sonra NATO'nun ikinci büyük ordusuna sahip sermaye düzeni, bu ordunun gereksinimleri için her yıl büyük paralar ödüyor. Polis teşkilatına, istihbarat örgütlerine, cezaevlerine harcanan paraları da işin içine kattığımızda rakam bir hayli büyüyor. Sermaye sınıfı kendi sömürü ve yağma düzenini zorbalıkla koruyacak güçlere büyük miktarda para akıtıyor. Emekçilere dönük sosyal harcamalardan kısabildiği kadar kısan sermaye devleti, iş ordunun, polisin harcamalarına ya da yeni cezaevlerinin inşasına gelince hiçbir masraftan kaçınmıyor. Şimdi savaş bahanesi bunu daha da meşrulaştırmalarına olanak tanıyor.

Bir hükümet yetkilisi yeni bütçeyi savunurken; 2002 yılında hiçbir devlet kurumuna yeni araç alınmayacağını, sadece "ordunun ve emniyet kuvvetlerinin yeni araç ihtiyaçlarının karşılanacağını" söylüyordu. Bir gazete haberinde ise son bir aydır borsada bütün şirketler zarar ederken, ordu ve polis teşkilatıyla iş yapan, onlara araç gereç satan şirketlerin hisselerinin değerlendiğini yazıyordu. Bu da ordunun ve polisin kriz ya da bir başka nedenle parasal sıkıntı içine düşmeyeceğinin bilinmesinden kaynaklanıyor.

Bir başka gazete haberi de Amerika'dan. Amerika'da silah tekelleriyle ilgili yayın yapan bir dergi (Defence News) Türkiye'nin yeni silah sistemleri almaya uğraştığını yazdı. Habere göre Türkiye 50 adet King Cobra saldırı helikopteri ve 4 adet de erken uyarı sistemine sahip AWACS uçağı almak için harekete geçmiş ve bu konuda yoğun görüşmeler yapılıyor. Bu yüklü satışa izin vermesi için silah tekelleri ABD yönetimine baskı yapıyor. ABD Kongresi'nin bu satışa izin vermesine ise kesin gözüyle bakılıyor. Ne de olsa Türkiye emperyalist savaşta ABD'nin en sadık müttefiklerinden biri durumunda. Aynı dergi, Türkiye'nin geçmiş yıllardan kalan 5 milyar dolarlık silah alımından kaynaklı borcunun da ABD yönetimi tarafından silineceğini yazıyor.

Türkiye zaten eskiden beri emperyalist silah tekellerinin en yağlı müşterilerinden biri. Dünya'da en çok silah ithal eden ülkeler sıralamasında Türkiye çoğu zaman ilk 5 içerisinde yer alıyor. Fakat son bir yıldır Türkiye planladığı bir dizi silah ihalesini ekonomik kriz nedeniyle askıya almıştı. Çünkü işçi ve emekçilere sürekli olarak fedakarlık çağrıları yapılırken, işsizlik, açlık ve sefalet hızla tırmanırken, ordunun birbiri ardına trilyonluk silah ihaleleri açması "şık olmuyor"du. Madem ki fedakarlık yapılacaktı, ordu da buna ayak uydurmalıydı!

Fakat artık dünyayı saran savaş bulutları ordunun bu "fedakarlık" gösterilerini bir anda geri plana itti. Uluslararası silah tekellerine ellerinde birikmiş ölüm makinalarını satmaları için yeni pazarlar açıldı. Silah tüccarları vakit geçirmeden Türkiye'nin kapısını çaldılar. Türkiye burjuvazisi de emperyalizme sadakatte kusur etmemek, bölgedeki jandarmalık görevini en iyi şekilde yerine getirebilmek ve gerekirse bunu bölge halklarının kanını dökerek ispatlayabilmek için ordusunu daha da güçlendirmenin peşine düştü. Askıya alınan silah ihaleleri bir anda işleme konuldu. Silahlanmayla ilgili yeni plan ve projeler ortaya atıldı.

Öyle görünüyor ki, borsada umudunu ordunun daha fazla harcama yapmasına bağlayanlar da, ordunun komuta kademelerinde yer alıp ihalelerden pay kapacak olan generaller de bu durumdan fazlasıyla memnunlar. Ve Türkiye emperyalist saldırganlığa ne kadar doğrudan yedeklenirse ve savaşın içine ne kadar çekilirse o kadar memnun olacaklar. Çünkü savaş silah demek. Silah ise daha fazla kâr, daha fazla rüşvet, daha fazla komisyon demek.

2002 yılı bütçesi de artacak silahlanma harcamaları gözönüne alınarak hazırlanıyor. Orduya ayrılan pay geçen yıla göre yüzde 62 oranında arttırılıyor. 2002 yılında ordunun harcamalarına tam 7.8 katrilyon ayrılacak. Bu ordunun resmi olarak alacağı para. Değişik isimler altında bütçede yer alan harcama kalemlerinden bazılarının da daha çok ordu tarafından kullanıldığı biliniyor. Savunma Sanayini Destekleme Fonu gibi bütçede hiç geçmeyen fonları ve buradan silahlanmaya akıtılacak paraları ise hiç saymamış oluyoruz. Kısacası orduya, savaş bahanesiyle şimdiye kadar görülmemiş miktarlarda kaynak aktarılacak. Bunun bir kısmı generallerin cebine girerken, asıl büyük para ise silah alımları üzerinden emperyalist tekellerin kasasına aktarılacak.

Vergi soygunu:
Faiz ve savaş bütçesinin belkemiği

Bütçedeki faiz ve silahlanma harcamalarının karşılanabilmesi için vergi gelirlerinin arttırılması hedefleniyor. 2001 yılında 38.5 katrilyon vergi toplanması bekleniyor. 2002'de ise toplanacak vergi miktarının yüzde 50 oranında artması ve tam 57.9 katrilyon olması planlanıyor.

Vergi gelirlerini bu ölçüde arttırabilmenin iki yolu var. Birincisi sermaye sınıfının elde ettiği gelirlerden vergi almak. Yani artan oranlı bir vergi politikası izlemek, çok kazanandan daha çok vergi almak. Böyle yapıldığı takdirde bu hedefin tutturulması mümkün. Fakat sermaye devletinden böyle bir şey beklenemeyeceği yeterince açık. Sermayenin çıkarlarını korumakla yükümlü bir devlet aygıtı bu sınıfın zararına iş yapamaz. Nitekim bu bütçe taslağında da görülüyor. Bütçe taslağına göre, devlete borç vererek, oradan gelen faiz gelirleriyle semiren tefecilerin vergi yükünün önümüzdeki yıl yüzde 90 oranında azaltılması planlanıyor. Bu yıl 380 trilyon ödemek zorunda kalan tefeciler gelecek yıl sadece 31 trilyon ödeyecekler. Devlet tahvilleri ve hazine bonolarıyla oynayan vurguncuların elde ettikleri faiz geliri için zaten tek kuruş vergi vermediklerini de bu arada hatırlatalım.

Vergi gelirlerini arttırmanın diğer yolunu ise bu memlekette yaşayan herkes biliyor. Yeni vergiler çıkartırsın, vergi oranlarını daha da arttırırsın, işçinin, emekçinin sırtına yeni ve öncekinden daha ağır bir vergi yükü bindirirsin. Hükümet de zaten şimdi bunu yapmayı tasarlıyor.

Bu çerçevede en büyük artış Akaryakıt Tüketim Vergisi'nde olacak. Hükümet akaryakıt vergisinden elde edeceği gelirin yüzde 90 oranında artmasını bekliyor. Burada sinsi bir amaç vardır. Çünkü akaryakıt vergisi çok yönlü bir dolaylı vergidir. Onu sadece arabası olan ya da akaryakıt kullanan ödemez. Ulaşımda ve üretimin birçok alanında akaryakıt kullanıldığı için, akaryakıt vergisi bütün bir toplum tarafından ödenir. Buradaki tek kuruşluk artış önce akaryakıt satış fiyatlarına oradan da akla gelebilecek her türlü tüketim maddesinin fiyatlarına yansır. Zaten amaç da budur.

Bunun dışında, cep telefonlarından alınan özel iletişim vergisi gelirleri yüzde 58, özel işlem vergisi gelirleri yüzde 40, vergi ve trafik cezalarından elde edilecek gelirler yüzde 50, çeşitli resmi işlemlerden alınan harç gelirleri yüzde 50 oranında artacak.

Ekonominin daraldığı ve yüzde 11 civarında küçüldüğü, ücretlerde indirime gidilmesinin söz konusu olduğu, enflasyonun ise yüzde 100'ü aştığı bir ülkede vergi gelirlerini yüzde 50 oranında arttırmaya kalkmak, işçi ve emekçilerin yıkım ve sefaletini dayanılmaz boyutlara vardıracaktır. Vergiler zaten kapıda olan zamların oranlarını daha da artıracak, soygun ve sömürü katlandıkça katlanacaktır.

Rüzgarı tersine çevirmeliyiz

Bu yıkımı engellemenin yolu kuşkusuz ki mücadelenin büyütülmesinden geçiyor. Öncü işçi ve emekçiler, sermayenin yeni saldırılarına ve ülkenin savaşa sürüklenmek istenmesine karşı yığınlarda oluşan tepkiyi örgütlemek gibi büyük bir sorumlulukla karşı karşıyadırlar bugün. Önümüzdeki yakın dönem bir dizi işçi ve emekçi eylemliliğine sahne olacaktır. Bunun işaretleri şimdiden görülmekte, ilk örnekleri ise yaşanmaktadır.

DİSK ve KESK'in planladığı Ankara yürüyüşü, Ankara'da 9 Kasım'da yapılması planlanan büyük miting düzenin saldırılarına karşı sınıfın taleplerinin dile getirilebileceği önemli olanaklardır. Yine bugün Brisa örneğinde olduğu gibi tensikata karşı patlayan kimi lokal direnişler mücadelenin beslenip yaygınlaştırılabilmesi için büyük değer taşımaktadır. Emperyalist savaşa karşı yığınlarda oluşan tepki bir diğer önemli ve büyük imkandır.

Sermaye en büyük saldırıları gündemine almasına rağmen birçok bakımdan en güçsüz olduğu bir dönemdedir. Özellikle burjuva siyaseti tam anlamıyla dökülmekte ve kendi iç dengesini bile güçlükle korumaktadır. Hükümet, düzen partileri, düzenin diğer tüm kurumları şimdiye kadar olmadığı ölçüde tartışmalı haldedir.

Hala ayakta kalmalarını ve kendilerinde büyük saldırılara girişme cesareti bulmalarını, tümüyle bizim örgütsüzlüğümüze, güçlerimizin dağınıklığına ve mücadele bayrağını dirençli bir şekilde yükseltemeyişimize borçludurlar.
Bu bütçeyi sokaklarda yırtıp sermayenin suratına çarpmak için, saldırılara gereken yanıtı vermek için gereken güç işçi ve emekçilerde fazlasıyla vardır. Yeter ki öne çıkması gerekenler sorumluluklarına uygun davransınlar.

 


 

Aydınlardan ABD'nin "terörizm" edebiyatına destek...

Hem kör hem aydın olmak mümkün mü?

Geçtiğimiz hafta kendisine aydın sıfatını yakıştıran bir grup "savaşa ve teröre karşı" bir basın açıklaması yaptı. Ancak, açıklamanın adına bakıp, Amerika'nın dünyada estirdiği teröre karşı oldukları sanılmasın. Hayır, onlar terör kavramını Amerika'dan ödünç almışlardır. Gözyaşları sadece "uygar" ölüler içindir. Laik Türkiye'nin terbiye edilmiş aydını olarak, elbette dağlı Afgan çocuklarının ardından yas tutacak değillerdi.

Amerika'nın deyimiyle "iki medeniyet"ten onbinlerce insanın emperyalist savaşa karşı sokaklara döküldüğü, Amerikan medyasında bile aykırı seslerin duyulabildiği bir sırada Türk aydınının bu bakışı, bu tutumu doğrusu ibretliktir. Açıklamaya imza atan tüm isimlerin Amerikancı iktidar tarafından teslim alınmış olduğunu iddia etmek mümkün olmamakla birlikte, Amerika'nın dünyada, Amerikancı iktidarın ülkede estirdiği terörle gözlerinin körleşmiş olduğu rahatlıkla söylenebilir. Öyle olmasaydı eğer, bugün emperyalizmin "terör" kavramını bilimsel anlamında kullanmaktan çok uzak olduğunu, sadece kendi azgın terörüne kılıf yapmaya çalıştığını görebilirlerdi. Hele de, bunu görebilmek için aydın olmak bile gerekmediği, sokaklarda bu saldırganlığı protesto eden onbinlerce insan tarafından kanıtlamaktayken.

Açıklamayı basına okuyan Aydın Engin örneğinde olduğu gibi, bir kısım Türk aydınının hangi koşullarda, nasıl sindirildiği-teslim alındığı biliniyor. Kendileri itiraf ve kabulden kaçınsalar da, zihinlerini tümüyle dumura uğratan, hücre saldırısıdır. Devlet bu süreçte gerçekleştirdiği akıl almaz katliamlarla cezaevlerini teslim almayı başaramadıysa da, ilerici muhalefeti sindirmeyi büyük oranda başarmış bulunuyor. Kimi kurumları (TTB gibi) kapatma tehdidiyle, kimilerini (Yargı-Sen gibi) yöneticilerini tutuklayıp hapsederek, başka bazılarını (Aydın Engin gibi) hangi araç ve yöntemlerle olduğunu sadece kendilerinin bildiği yolla mücadelenin dışına attı.

19 Aralık katliamından önce, bu çocukların çoğunun hiçbir terör olayına karışmadığını, ya bir pankart asmak ya da duvara yazı yazmaktan tutuklandığını yazıp çizenler, katliamın ardından, birden bire, teröre ne kadar karşı olduklarını keşfettiler. Ne de olsa Abdi İpekçi gibi, Uğur Mumcu gibi, Taner Kışlalı gibi solcu bile olmayan kişilerin ortadan kaldırılabildiği bir derin devletin iktidarı altında yaşıyorlardı. Karanlık devletin karanlık güçleri karşısında ellerinden başka ne gelirdi ki?!.. Şimdi de dünyanın en karanlık ve en güçlü imparatorluğu teröre karşı savaş açtığına ve "ya yanımdasınız ya karşımda"â dediğine göre... Ya arkasında saf tutulacaktır, ya da karşısına dikilinecek... Peki, karşısına dikilmek bu derece zor mu? Amerikalı bir aydının, Filistinli bir çocuğun, Avrupalı bir işçinin, bir memurun, Asyalı bir köylünün gördüğünü görebilmek-yaptığını yapabilmek bu derece zor mu? Ruhunu satanlara sözümüz yok, ancak açıklamaya imza atan pek çok ismin bu soruları açık yüreklilikle ve bir kez daha düşünmesinde yarar olduğu açıktır.

Ve hiç kimse, Marksizmin de bireysel teröre karşı olduğunu hatırlatmaya, tutumunun aymazlığını bununla gerekçelendirmeye kalkmasın. Marksizm hiçbir zaman, bir devletin halk üzerinde en azgın terörü estirdiği bir ortamda kalkıp onun terörünü mazur gösterecek bir bireysel teröre karşı tutum açıklamamıştır. Tersine, devlet zoruna karşı zoru ve her türlü yol ve araçla direnme hakkını savunmuştur. Ve dikkat edilirse, 11 Eylül'den beri sadece marksistler değil, teröre karşı olan pek çok ilerici kişi ve kurum, ABD'nin ardında saf tutmaktan özenle kaçındıkları gibi, emperyalist terör ve savaşın karşısında konumlanmaya özen gösteriyor. Marksistlerse ne şiddetin ve ne de savaşın her türlüsüne karşıdır. Bugünkü savaşta da tutumları, saldırganın karşısında-saldırıya uğrayanın yanındadır.

"Ne haçlı ne cihat" tumturaklı söylemine kafasını gömerek Afgan halkının katline gözlerini, feryadına kulaklarını kapatan Türk aydınının anlayamadığı-anlamak istemediği de işte budur. Amerika Asya'ya "terörist" Ladin'i yakalamaya gittiğini söylüyor, Türk aydını terörü lanetliyor. Amerika Müslüman toplumlar şahsında Asya ve Afrika'nın yoksul halklarına karşı haçlı seferi açtığını ilan ediyor, Türk aydını bu tehdide verilen "cihat" yanıtına karşı olduğunu ilan ediyor. Bu dinsel motiflerin arkasında, yoksul halkların emperyalist saldırganlığa karşı yükselen öfke ve tepkisinin haklılığını görmek istemiyor. Çünkü Amerika'nın kanıtlarını, Amerika'nın argümanlarını kendisine rehber almıştır.

Oysa pek çok Amerikan aydını bile, Amerika'nın Asya'da ne işi olduğu konusunu tartışabilmektedir. Emperyalist saldırganlığa karşı tepki ve öfke içindeki Türkiye işçi ve emekçileri bunları haketmiyor. Ve böyle aydınlar da halkın sesi olma misyonunu... Aydının böylesi olsa olsa Amerikancı iktidarın "devlet sanatçısı" ünvanını hakedebilir, ki böyle devam ettikleri takdirde alacaklardır da...