20 Ekim '01
Sayı: 31


  Kızıl Bayrak'tan
 Savaşa karşı kitle hareketi

  Hükümete savaş yetkisi bölge halklarına düşmanlığın belgesidir

  Krizin ve savaşın faturasını ödemeyi reddelim!

  Sendika ağaları yeni saldırıların zeminini döşemeye başladılar

  Savaşta yığınların manipülasyonu
  Dünyanın dört bir yanında yüzbinler alanlara çıktı
  Belediye işçileriyle savaş ve saldırganlık üzerine konuştuk
  Savaş karşıtı eylemlerden

  Bir türküdür direniş, boy verir zindanlarda

  Dört RAF militanı hücrelerde katledildi
  Büyük zindan direnişi 1.yılında!
  Göstermelik yargılama devam ediyor!
  İslam Konferansı Örgütü hanet batağında...

  Almanya'da terör paketleri ard arda açıklanıyor!

  Mamak İşçi Kültür Evi 21 Ekim'de açılıyor
  Emperyalizme ve savaşa karşı devrimci mücadelede başarının bazı temel ölçüleri
  Hükümet ABD'nin çıkarları için savaş yetkisi aldı
  Mücadele Postasi


Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Mevsimler deviren büyük zindan direnişi 1. yılını geride bıraktı

Bir türküdür direniş, boy verir zindanlarda
Asıl teslim olunca ölür insan

Sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya için sürdürdükleri kavgada tutsak düştüler onlar. Ağır hapis cezalarına çarptırıldılar, dört duvar arasına kapatıldılar. İşkencelerden geçtiler, katliamlara uğradılar. Sadece son birkaç yıl içinde onlarca yoldaşlarını ve siper yoldaşlarını yitirdiler. Zindan duvarları onların kanıyla boyandı. Zindanlar katliamlarla, işkencelerle, ağıtlarla anılır oldu. Ne zulüm eksik oldu zindanlarda, ne de direnişler. "Kan, daha çok kan" diye çığlık attıkça cellatlar, anaların ağıtları delip geçiyordu taş duvarları. Kurşun sağanağı altında halaya duruyordu tutsaklar. Çoğunun vücutlarında vahşetin izleri duruyor hala.

Tutsaktılar. Hergün aşağılık baskılara maruz kalıyorlardı. "Tutsak olmanız yetmiyor, teslim olacaksınız", "inançlarınızdan soyunacaksınız" diyordu cellatlar. Teslim olmaktansa ölmeyi yeğleyen direnişçilerin açtığı yolda, siyasi kimliklerini ve inançlarını bayraklaştırarak direniyorlardı hergün, her an.

Tutsaktılar ama, dört duvar arasında da olsalar, esareti, teslimiyeti, onursuzca bir yaşamı kabullenmediler hiçbir zaman. Onurlarını ve devrimci kimliklerini çiğnetmediler cellatlara. Devrime ve sosyalizme olan inançlarını yitirmediler. Gün oldu çıplak bedenlerini siper ettiler barbarca saldırılara. Gün oldu ölüme yatırdılar nefeslerini, hücre hücre direnişi ördüler. Asla teslim olmadılar. Çünkü biliyorlardı ki, asıl teslim olunca ölür insan. Ve bugüne kadar yalnızca cansız bedenlerini teslim alabildi cellatlar.

Her anı direnişle örülen bir destan

Tarih 20 Ekim 2000... Ülkemizde ve dünyada bir benzeri yaşanmamış destansı bir direniş başlıyor. TKİP, DHKP-C ve TKP (ML) davasından tutuklu ve hükümlü 816 devrimci ve komünist, 13 ayrı cezaevinde, faşist sermaye iktidarının yıllardır hazırlığını yaptığı ve Ulucanlar'da ilk kanlı adımını attığı hücre saldırısına karşı, zorlu ve tarihsel bir direniş için açlık grevine yatırdılar bedenlerini. Ulucanlar'da "Öleceğiz ama teslim olmayacağız" şiarı, o gün "Öleceğiz hücrelere girmeyeceğiz" olarak yankılanıyordu faşizmin zindanlarında. Söz bitmiş, eylem başlamıştı artık. Faşist sermaye devletinin teslim alma ve tasfiye etme amaçlı hücre saldırısına direnişle yanıt verilecekti. Bu eylem, açlık ve zulüm altında yaşam mücadelesi veren milyonlarca emekçiye "direnin", "savaşın" çağrısıydı aynı zamanda.

Direnişin kıvılcımı sokaklara düştü

Direniş çok geçmeden yankı buldu dışarda. Direnişe omuz veren aileler, her zamanki fedekarlıkları ve kararlılıklarıyla sokaklara döküldüler yeniden. 24 Ekim 2000'de Ankara'da görülen Ulucanlar davasına katılmak için toplanan bine yakın kişinin mahkemeye katılması engellendi. Dışarıda devrimci tutsakları sahiplenen, katliamı lanetleyen kitleyle polis arasında saatler süren bir çatışma yaşandı.

19 Kasım'da, SAG'ın 30. gününde, birinci Ölüm Orucu ekibindeki direnişçiler, alın bantlarını takarak körüklediler ateşi. Çok geçmeden ateşte sınanacak sözler sokaklara ulaştı.

25 Kasım'da Ankara'da gerçekleştirilen "Hücre Tipi Cezaevlerine" karşı mitinge 7 bin kişi katıldı.

29 Kasım'da ikinci ÖO ekibindeki direnişçiler, son sözlerini söyleyip kızıl bantlarını taktılar.

2 Aralık'ta Yüksel Caddesi'nde toplanan kitle, direnişin taleplerinin kabul edilmesi için gösteri yaptı.

5 Aralık'ta Ulucanlar katliamının üçüncü duruşmasına katılan kitle, F tipi cezaevlerini protesto etmek için pankart açıp Kızılay'a kadar yürüdü. Ardından aydınlar ve ilerici kamuoyu, taleplerin kabul edilmesi için desteklerini sunmaya başladılar. Türkiye'nin başlıca büyük kentlerinde eylemler giderek artan bir destekle büyüyor ve yaygınlaşıyordu. Pek çok şehirde her gün eylem yapılıyordu artık. Direnişin 50. gününde, İstanbul'da binlerce kişi bu vesileyle ilk kez Taksim'e çıktı. Ellerinde meşalelerle devrimci tutsakları sahiplenmek için yürüdüler.

Öte taraftan, bu tablo karşısında, direnişin dışında kalan diğer anlayışlar da içerde başlayan direnişe 10 Aralık'ta katılmak zorunda kaldılar.

Direniş yayılıyor, köşeye sıkışan katil devlet
katliam için son hazırlıklarını yapıyor

Köşeye sıkışan sermaye devleti, F tipi cezaevleri'ne karşı başlayan ÖO direnişinin dışarda büyüyen etkisini kırmak için yeni manevralara girişmek zorunda kaldı. Çok geçmeden yeni bir saldırı başlattı. Eli kanlı Adalet Bakanı H. Sami Türk, 9 Aralık'ta basına, F tiplerine geçişin 6 ay kadar ertelendiğini, o zamana kadar yeni düzenlemelere gidileceğini, bu nedenle artık ÖO'nun bırakılması gerektiğini açıkladı. Tam bir aldatmaca olan bu sözleri daha inandırıcı kılmak için, Yücel Sayman, Mehmet Bekaroğlu, TMMOB, TTB ve TAYAD temsilcilerinden oluşan heyet devrimci tutsakların temsilcileriyle görüştürüldü. Amaç, uzlaşma kapısının açık olduğu görüntüsü yaratılarak kamuoyunun tepkisini yatıştırmak, bu arada bir yıldır hazırlığı yapılan kanlı operasyona zemin döşemekti.

Bunun bir parçası olarak, iki polisin öldürülmesini protesto etmek gerekçesiyle 11 Aralık'ta binlerce polisin katıldığı gösteriler örgütlendi. Onbinlerce polis, intikam sloganlarıyla sokakta terör estirdi. Medya gösterileri dakika dakika yayınlayarak üstlendiği görevi yerine getirdi. Öbür taraftan, sivil faşistler de devreye sokulmaya başlanmıştı. Hollanda'da ÖO'na destek olmak amacıyla açılan açlık grevi çadırına saldıran faşistler, Cafer Dereli'yi katlettiler.

Bu sivil katil sürüsü resmi katillerle beraber, 12 Aralık'ta Kızılay'da, tutuklu ailelerinin de destek verdiği üniversite öğrencilerinin eylemine gözü dönmüşcesine saldırdı. Binlerce kişinin katıldığı eylemde saatler süren bir çatışma yaşandı. Faşist devlet açık linç girişimlerine varacak ölçüde terörü tırmandırarak, dışardaki desteği kırmayı amaçlıyordu. İçerde yapılacak katliama karşı gelişecek tepkileri kırmaya dönük planlı ve hedefli bir saldırıydı bu.

Tabii ki yapılan hazırlıklar bunlarla sınırlı değildi. 12 Aralık Kızılay eyleminin ardından basına açık bir ültimatom verildi. ÖO'na ilişkin haber ve yazılara sansür getirildi. Ağzı salyalı satılık kalemşörler devreye sokuldu. Kanlı bir operasyon için bütün kirli ve kokuşmuş silahlar kullanılmaya başlandı.
ÖO 3. ekibinin çıkarıldığı 14 Aralık'tan bir-iki gün sonra görüşmeler kesildi, yalanların yerini tehditler aldı. Çünkü kanlı hesaplar vardı işin içinde.

19 Aralık: Katliamlara, işkencelere rağmen...
Ölüm Orucu sürüyor, direniş büyüyor!

Ölüm Orucu direnişindeki kararlılık ve direnişin dışarıya doğru yayılan etkisi, katil devletin en büyük korkusuydu. Dışardaki destek kırılmalı, direniş yalnızlaştırılmalı ve giderek toplumun gündeminden çıkarılmalıydı. Öteden beri hazırlığı yapılan kanlı operasyonlarla işe başlamak demekti bu.

19 Aralık'ta katliam ve işkence yapmada uzmanlaşmış binlerce katiliyle 20 cezaevine birden saldırdı faşist devlet. Katliamın bilançosu, 28 ölü, yüzlerce ağır yaralı. Kana susamış caniler inançlarından başka silahları olmayan savunmasız tutsakları eşi benzeri görülmemiş bir katliamdan geçirdiler. Koğuşlar ateşe verildi. Onlarca tutsak diri diri yakıldı. Dozerler ve grayderlerle duvarlar yıkıldı. Hedef gözetilerek açılan ateş sonucu onlarcası öldü. Açık alanda bile kullanılması yasaklanan binlerce gaz bombası kullanıldı. Tutsaklara coplu tecavüze kadar vardırdılar iğrençliklerini.

Daha cezaevlerinden katliamın dumanları yükseliyorken, daha oluk oluk devrimci kanı akıtılıyorken katliamcılar, seçilmiş görüntüleri kullanarak, işledikleri insanlık dışı suçları katlettikleri devrimci tutsakların üzerine yıkmaya çalıştılar. Sermaye medyasını da arkalarına alarak halkı yalan bombardımanına tuttular. Gerçekleştirdikleri katliama "Hayata Dönüş Operasyonu" adını verecek kadar arsızlaştılar. Yaralı olarak katliamdan kurtulan tutsaklar, "erteledik, açmayacağız" dedikleri F tipi cezaevlerine götürülüp hücrelere atıldılar.

İçerdeki katliama dışarda azgın bir devlet terörü eşlik ediyordu. Katliamı protesto eylemlerinde bulundukları gerekçesiyle 2145 kişi gözaltına alındı. 58'i tutuklanarak çoğu F tiplerine gönderildi. 18 dernek, parti, kültür merkezi vb. kurum-kuruluş basıldı.

Direniş hücrelere sığmıyor!
Yeni katılımlarla sürüyor!

Fakat boşuna!.. Katliama, hergün gerçekleştirilen saldırılara, katı tecrit uygulamalarına rağmen, Ölüm Orucu direnişi hücrelerde yeni katılımlarla daha da büyüdü. Katliamdan önce 259 olan ÖO direnişçisi sayısı hücrelerde 357'ye çıktı. Direniş 41 cezaevine yayıldı. 1656 kişi destek açlık grevine başladı. Baskı ve işkenceler arttıkça, direniş bitmek bir yana güçleniyordu. "Örgüt baskısıyla ÖO'nu sürdürüyorlar" yalanını tuzla buz ediyordu bu tablo.

Katliamcı devlet bir kez daha acz içindeydi. Fakat bu seferki farklı bir durumdu. Devrimci tutsakları yıllardır hazırlıklarını yaptıkları hücrelere kanlı bir operasyonla atmalarına rağmen direnişler bitmiyordu. Direnişin gücü karşısında yeni arayışlara giren katliamcılar, bir yandan baskıları artırırken diğer yandan içeriye gayrı resmi heyetler göndererek direnişi bitirme telkinlerinde bulunuyor, uzlaşma arayışına girişiyorlardı. Kuşkusuz onların istediği uzlaşma, tecritin/hücrelerin kabul ettirilmesiydi. Sonuçsuz kalmaya mahkum olan bu girişimlerin ardından, giderek yaklaşan ölümlerle birlikte, içerde ve dışarda artacak tepki ve hareketliliğin önünü kesmek gerekiyordu. Bu, yeni bir saldırı, direnişte yeni bir aşama demekti.

Hücrelerden hastanelere taşınan direniş

Ölüm Orucu direnişi ilk şehidini 153. günde, Cengiz Soydaş'la verdi. Böylece aylardır suskunluk fesadıyla boğulmaya, yalan ve demagojilerle karalanmaya çalışılan ÖO direnişi bir kez daha gündeme oturdu. İlk şehitle beraber hücrelerden daha beter bir saldırıyla karşı karşıya kaldı direnişçiler: Zorla müdahale.

Durumları giderek kötüleşen ÖO direnişçileri, bir kez daha "ölmelerine izin vermeyeceğiz", "hayat kurtaracağız" yalanıyla, birer birer hastanelere kaldırıldılar. Ayaklarına takılan zincirlerle yatağa hapsedilen direnişçiler için direnişin en zorlu aşaması başlıyordu. Aylarca bilinçlerinin kapanması, zihinsel olarak çökmeleri beklendi. Bazı hastanelerde buna bile gerek görülmeden pek çok tutsağa eli kolu bağlanarak zorla müdahale edildi. Pek çoğu bu müdahaleler sonucu sakat kaldı, bilinçlerini yitirdi. Aileler baskı altına alınarak direnişi bitirmeleri için evlatlarını ikna etmeye zorlandı, tehdit edildi. Sözde güvenlik için kapılarda tutulan askerlerin uyguladıkları baskılar hiç eksilmedi. Onlar "ölmelerine izin vermeyeceğiz" derken, direnişçiler birer birer şehit düşüyorlardı.

Hastanelerde bunlar yaşanıyorken, F tiplerinin "Uluslararası Standartlar"a uygun olarak yeniden düzenleneceğini, ortak kullanım alanlarının açılacağını, direnişi daha fazla uzatmanın bir anlamının olmadığını açıklıyordu sermayenin eli kanlı "demokrat" Adalet Bakanı. 19 Nisan'da Terörle Mücadele Yasası'nın ünlü 16. maddesinde yapılan değişiklikler, uygulamadaki F tiplerinin, yani hücre ve tecrit uygulamasının, yasallaştırılmasından başka bir şey değildi.
Hastanelerde artan ölümlere, zorla müdahalelere, tecritten daha beter uygulamalara ve devletin yeni manevralarına devrimci tutsakların yanıtı, ÖO direnişini güçlendirmek oldu. 11 Mayıs'ta 4. ekip Ölüm Orucu'na başladı.

Son bir koz: Şartlı tahliyeler

Sermaye devletinin binbir araç ve kirli yöntemle kıramadığı direnişi zayıflatmak için geliştirdiği son silah, şartlı tahliyeler oldu. 31 Mayıs'ta sağlık koşulları ağırlaşmış, birçoğu bilincini yitirmiş 14 ÖO direnişçisi 6 aylığına salıverildi. İlerleyen günlerde bunu başka tahliyeler izledi. Devrimci tutsaklar bu yeni saldırıyı, yeni ÖO ekipleri ileri sürerek karşıladılar. 3 Haziran'da 5., 28 Temmuz'da 6. ekipler direniş saflarında yerlerini aldılar. Şartlı salıverilen ve bugün çoğu şehit düşen direnişçilerin bir kısmı, bu saldırıyı boşa çıkarmanın bir parçası olarak dışarda da eylemlerini sürdürdüler.

Devrim davası yenilmez!
Devrimci tutsaklar teslim alınamaz!

ÖO direnişi 26 Eylül'de çıkan 7. ekiplerle kararlılığından bir şey yitirmeksizin sürüyor. Şimdiye kadar 74 şehit verildi. Direniş birçok aşamalardan geçti, binbir saldırıya maruz kaldı-kalıyor. Ne katliamlar, ne yalan ve karalama kampanyaları, ne tecrit ve baskılar, ne de zorla müdahale ve şartlı tahliyeler direnişin gücünü kırabiliyor. Çünkü direniş gücünü haklı ve meşru taleplerinden, kararlılığını ödenen bedellerden ve devrim davasına bağlılığından alıyor.

Onlar, eşsiz bir fedakarlıkla, kazanacaklarına olan inançla günleri, ayları, dört mevsimi, koca bir yılı geride bıraktılar. Her anı direnişle örülen bir destan yazdılar. Talepleri karşılanıncaya kadar bu direnişi sürdürmeye ve yeni bedeller ödemeye hazırlar.

Yola çıkarken "teslimiyet asla" dediler, "teslim olmaktansa ölümü yeğleriz" dediler ve sözlerinde durdular. Diri diri yakıldılar, kurşunlandılar, işkencelerden geçtiler, teslim olmadılar. Hücrelere atıldılar, en aşağılık uygulamalara maruz kaldılar, teslim olmadılar. Hücre hücre öldüler, teslim olmadılar, olmayacaklar. Faşist zorbalığa karşı devrimci iradenin yenilmezliğini kanıtladılar, devrimci değerleri ve insanlık onurunu çiğnetmediler.

Çürüyen kapitalizmin ömrünü uzatmak için gemi azıya aldığı, katliam ve terörle milyonları teslim almaya çalıştığı koşullarda, önemli ve tarihsel ölçekte gerekli olan budur. Ve bu uğurda ödenen bedeller asla boşa gitmeyecektir. Varsın elini taşın altına koymayan liberaller, yılgınlar yenilgi edebiyatıyla beyaz bayrak çeksinler. Varsın cellatlar zulümlerini artırsınlar. Gelecek, kazanma azmiyle uğruna bedel ödeyenlerin olacaktır. Bir yıldır süren büyük zindan direnişi, devrim davasının yenilmezliğinin kanıtı, zaferi ve geleceği kazanmanın teminatıdır.

Devrimci tutsaklar şimdiden bu direnişi, bu zorlu çatışmayı siyasal olarak kazanmış bulunuyorlar. Teslimiyete ve tasfiyeye dayalı her türden hesabı boşa çıkarmış, zor olanı başarmış bulunuyorlar. Bu kazanımı perçinlemek, bu kazanıma somut kazanımlar eklemek ve faşist sermaye iktidarına gerçek bir yenilgi tattırmak için; onların destansı direnişini yeni mevzilere taşımak, direnişin yaktığı ateşi büyütmek, onların direniş ruhunu milyonlarca emekçiye maletmek görevi, yerine getirilmeyi bekliyor hala. Onların yerine getirmemizi emrettikleri bir görevdir bu.

 


 

Akıtılan her damla devrimci kanında,
kaybedilen her canda onların da payı var

Ölüm Orucu direnişi ve tekelci medya

F tipi cezaevlerine karşı yürütülen mücadelede tekelci sermaye medyası, en az saldırıları planlayanlar ve bizzat tetik çekenler kadar pay sahibidir, onlar kadar suçludur. Her katliamda bu kirli sicilleri bir kez daha tescil edilmiştir.
Onlar başından beri cezaevi katliamların basın cephesindeki gönüllü taşeronu oldular. Devlet kan dökerken, onlar da devlet için kalemlerinden kan damlattılar. Hem katliamlara alkış tuttular, hem katliam için devleti kışkırttılar. Her seferinde ortaya çıkan vahşet tablosunu çarpıtarak yansıttılar. Hastaneye kaldırılan bir tutsağın "bizi diri diri yaktılar" sözlerini bile "devrimciler arkadaşlarını yaktı" biçiminde sunma pervasızlığı gösterdiler. Katliamcıları yüceltirken, devrimci tutsaklara, onlara destek olan aydınlara ve ailelere, ÖO direnişine acımasızca saldırdılar. Devlet "sus" deyince sanki hiçbir şey yokmuş gibi davrandılar. Ölümleri, ÖO direnişini yok saydılar. Ve her zaman kraldan daha kralcı kesilmeyi, katliamcıların işlediği suçların üstünü örtmeyi, açığa çıkan gerçekleri çarpıtmayı ve unutturmayı bir borç bildiler. Açığa çıkan gerçekler karşısında hiçbir şey olmamış gibi aynı tarzda hizmet etmeye devam ettiler.

Kuşkusuz bu hizmetlerinin karşılığını aldılar-almaya devam ediyorlar. Bunun için faşist iktidarın hedef tahtasına koyduğu devrimci tutsaklara ve ÖO ilişkin yalana ve karalamalara dayalı kampanyaları hala yürütüyorlar. Devletin bile söyleyemediği yalanları yazabiliyor, gerçeklerin üstünü pervasızca karalayabiliyorlar.

Kuşkusuz, katliamlara, kirli kampanyalara, devletin işlediği suçlara ortak olmayan, gerçeklere gözünü kapamayanlar da var aralarında. Fakat onların tepkileri de çoğunlukla "insani duyarlılık" sınırlarını aşamadı. Onlar da bir süre sonra suskunluğa teslim oldular.

Basından geciken itiraf: Soru sormayı unuttuk

Bir kısmı ise ancak herşey olup bittikten sonra "tonga"ya düştüklerini itiraf edebilecek cesareti gösterdi:

"Bize bilgi gelmedi. Gelen bilgileri de ne biz artırdık ne de küçülttük. Haberi yuvarlayarak verdik. Cezaevlerindekiler devlet düşmanı, polis katili, PKK'lı olarak adlandırılmışlardı. Bunun çerçevesinde yayın yaptık." (İrfan Bozan CNN-Türk)

"Savunulması gereken şu; biz gazeteciler, muhabirler olarak neden bu haberleri vermedi, veremedik? Bayrampaşa Cezaevi'nde herşey yanmıştı, demiler erimişti. Gösterilen silahlar neden yanmadı diye soramadık? Gösterilen posterler yanmaz maddeden mi yapılmıştı? Neden bunun yanmadığı sorulamadı. Soru sormayı unuttuk." (Boris Yorkadas-Netbul)

 



Katliama uğrayanların anlatımlarından...

"Arkadaşlarımız diri diri yakıldı!"

"Kurşun yağmuru altında istesek de dışarı çıkamazdık. Tavana açılan deliklerden ve mazgallardan sürekli ateş ediliyordu. Sonra tavana delikler açıldı. Ve ordan gaz bombalarıyla alev topları içeri atıldı. Üzerimize atılan bombalardan derilerimiz kavruluyor, etimiz ateşe atılan plastik gibi eriyor, saçlarımız yanıyordu. Ama elbiselerimiz yanmadı. Kimyasal silah kullanıldı. Hepimiz yanıyorduk. Kendimize siper edecek hiçbir şey yoktu. Yalnızca ıslak havlularımız vardı ama onlar da yeterli olmadı. Bir süre sonra koğuşun tamamını ateşe verdiler. Koğuş Hitler'in fırını gibiydi. Diri diri yanacağımızı anladık. Avluya kaçmaya çalıştık. Aramızda olmayan arkadaşlarımız olduğunu anlayınca geriye döndük ama geç kalmıştık. Altı arkadaşımız diri diri yakılarak ölmüştü." (Münire Demirel'in anlatımından...)

"Yoldaşlarımız diri diri yanarken katliamcılar çatıdan kamerayla eserlerini seyrediyorlardı zevkle. Ellerinde ise itfaiyenin su hortumları vardı, ama yanan koğuşa sıkmıyorlardı..." (Ayla Özcan'ın anlatımından...)

 


 

Katliamdan sonra hücrelere atılanların yakınlarının anlatımlarından...

İşte hücre gerçeği

"Oğlumun yanında ölüm orucunda olan Birol Paşa'ya Ôcopla tecavüz edilmiş' (...) Ben bir baba olarak oğlumun o hücrede sağ kalacağına ihtimal vermiyorum..." (Tutsak yakını Mehmet Ali Albay'ın anlatımından...)

"Operasyondan sonra getirildikleri Kandıra F Tipi Kapalı Cezaevi'nde sistemli işkenceye maruz kaldığını, kendisine makatına cop sokulmak suretiyle tecavüz edildiğini, (...) falaka, haya sıkma, ayakta sayım vermeye zorlanma gibi fiziki ve psikolojik işkencelere maruz kalmış..." (Tutsak yakını Hatun Kese'nin anlatımından)

"(Kandıra'ya) götürülen tüm tutuklu ve hükümlülerin yaygın dayak, kelepçe sıkma, kaba dayak, haya sıkma, kafalarına işeme, jandarma potinini öptürme, çırılçıplak soyma, copla tecavüz, Ôen büyük asker bizim asker' şeklinde bağırtma gibi uygulamalara maruz kaldığı..." (Av. Mihriban Kırdök'ün anlatımından)

 


 

Otopsi raporları 19 Aralık katliamına ışık tutuyor:

Kurşunlanarak öldürüldüler

Sermaye devletinin devrimci tutsakların kendilerini yakarak, birbirlerini kurşunlayarak öldürdükleri yalanı, aylar sonra ortaya çıkan otopsi raporları tarafından çürütüldü. Bazı tutsakların vücudundaki kurşun yaralarının suçlarını örtbas etmek amacıyla katliamcılar tarafından delici ve kesici aletlerle genişletildiği tespit edildi. Bazı tutsakların başları, kolları ve bacakları gövdelerinden ayrılmıştı. Öte yandan, katliamda ölen iki askerin de yine katliamda tetikçiler tarafından yanlışlıkla vurulduğu ortaya çıktı.

İşte otopsi raporlarında yeralan ve ateşli silah ve mermi çekirdeği yaralanmasına bağlı iç kanama sonucu ölen tutsaklardan bazıları:

Bayrampaşa Cezaevi; Murat Ördekçi, Ali Ateş, Mustafa Yılmaz, Çelik Çalıkoparan

Ümraniye Cezaevi; Rıza Poyraz, Ercan Polat, Alp Ata Akçayöz
Çanakkale Cezaevi; Fahri Sarı

 


 

Arabulucular: "Devlet bizi kullandı"

Devrimci tutsaklarla devlet arasında arabulucuk görevi üstlenen heyette yeralan Meclis İnsan Hakları İnceleme Komisyonu üyesi Mehmet Bekaroğlu, 19 Aralık katliamının hemen sonrasında basına, bir yıldır hazırlığı yapılan operasyon için devletin kendilerini kullandığını açıkladı.

Katliamdan çok sonra yaptığı bir söyleşide M. Bekaroğlu, görüşmelerin kesildiği 17 Aralık gününden katliamın gerçekleştiği 19 Aralık'a kadar görüşmeleri yeniden başlatmak ve olası bir operasyonu önlemek için ulaşmaya çalıştığı bütün devlet yetkililerinin telefonlarının yüzüne kapandığını ifade etti. İşte arabuluculuk görevi yapan heyetin ortak açıklaması:

Arabulucu heyetten kamuoyuna duyuru...

"Çalışmaların henüz başarıya ulaşmadığı ama tükenmediği noktada, yani birimlerde kaç kişi kalacağı konusundaki kilitlenmenin ortaya çıkmasının ardından, Adalet Bakanlığı'nın görüşmeleri sürdürmesinin gerek kalmadığını bildirmesi üzerine, başka girişimlere de fırsat tanımak için o aşamada görüşmeleri sona erdirdik.

Görüşmelerin sürmesi halinde bir çözüme ulaşılabileceği umudunu hiçbir zaman kaybetmeyen Ôtoplumsal mutabakat' grubu temaslarına devam etmiş, bu arada Adalet Bakanlığı'yla da görüşmelerini sürdürmüştür. Bu girişimler sonucunda grubumuzdan bir temsilcinin 17 Aralık Pazar günü Bayrampaşa'da bir görüşme yapması sağlanmıştır. Bu görüşmelerin sonunda tutuklu ve hükümlüler mutabakat grubuyla görüşmelere devam etmek istediklerini bildirmişler ve bu talep bakanlığa iletilmiştir.

Öte yandan kitle örgütleri ve partiler yaptıkları açıklamalarla görüşmelerin koşulsuz olarak yeniden başlatılmasını istemişlerdir. Bu talepleri de gözönüne alan grubumuz cezaevinde temaslarına yeniden başlamak için girişimlerini artırmış, ancak bu istek Adalet Bakanlığı'nca kabul edilmemiştir. En son 18 Aralık Pazartesi günü çalışmaların devamını sağlamak amacıyla bakanla yapılan girişimlerden de bir sonuç alınamadığı gibi, Başbakan'dan istenen görüşme taleplerine de olumlu bir yanıt alınamamıştır.
Bugün sabah başlatılan operasyon ve hemen ardından tüm cezaevlerinden tutuklu ve hükümlülerin F-tipi cezaevlerine nakledilmeleri, Adalet Bakanı'nın baştan itibaren şu ana kadar vermiş olduğu taahhütlerindeki içtenliği konusunda ciddi kuşkular oluşturmaktadır.
İnancımız odur ki siyasi iktidar bu sorunu bugünkü operasyonu yapmadan çözebilirdi.

Kamuoyuna duyuruyoruz."

19 Aralık 2000
Mehmet BEKAROĞLU,
TBMM İnsan Hakları İnceleme Komisyonu Üyesi
Kaya GÜVENÇ, TMMOB Başkanı
Metin BAKKALCI, TBB İkinci Başkanı
Yücel SAYMAN, İstanbul Barosu Başkanı

 


 

Direnişçilerin son sözlerinden...

Şanlı ölüm orucu direnişinde günler hızla ilerliyor. Zulme ve teslimiyete karşı isyan bayrağını yükseltenler, kızıl bantlarını alınlarına takarken son sözlerini söylüyorlar. İşte Partimizin ilk, direnişin 17. ölüm orucu şehidi Hatice Yürekli'nin son sözleri:

"Zaferi kazanacağız! Bu inancın güçlülüğü bizi böyle rahat adım adım ölüme yaklaştıran... Yaşasak da yaşamasak da, sonuçta kazanacağımıza kuşkumuz yok. Özcesi görevimizi yerine getiriyor olmanın rahatlığıdır yaşanan... Bu çatışmanın esasta iki temel sınıfın temsilcilerinin ideolojik çatışması olarak yaşanıyor. Pratikte görünümleri farklılaşsa da, düzen cephesinin devrim cephesine yönelttiği topyekûn kapsamlı saldırının ideolojik, politik yanını oluşturuyor. Bu yanıyla sorumluluğumuz işçi ve emekçilerin haklı mücadelesini geliştirmek/güçlendirmek çerçevesinde bir yere oturuyor. Yani bizi teslim alamayacağını gören sermaye devleti işçi ve emekçilere de esaslı çatışmada boyun eğdiremeyeceğini görmüş olacaktır."

İlerleyen günlerde kendisiyle yapılan bir röportajda ise şöyle sesleniyor Hatice yoldaş:

"Tahmin edilebileceği gibi direniş sürecinde bambaşka bir duygu yoğunluğu içinde bulunuyorsunuz. Çünkü biz, gönüllü olarak yer aldığımız devrim mücadelesinin bir sıra neferi olarak, sert geçecek bir çatışmada barikatın en önünde yeralma şansını yakalamışız. Bu bir devrimci için büyük bir onurdur. Canımızı ortaya koyarak, baştan tam bir inançla kazanacağımızı bildiğimiz bir zaferi, sadece yoldaşlarımıza/partimize değil, ezilen ve sömürülen milyonlarca işçi ve emekçiye armağan edeceğiz. Çünkü biz Ôsınıfa karşı sınıfı, düzene karşı devrimi, kapitalizme karşı sosyalizm'i en önde temsil ediyor, devrim davasının güncel ve tarihsel haklılığını ölümüne bir direnişle ortaya koyuyoruz. Kazanma ruhu ve zafer tutkusuyla inanıyoruz ki içerde ve dışarda tüm yoldaşlarımız aynı kararlılıkla savaşıyorlar. Bundan dolayı diyoruz ki, biz zaferi daha en başta kazandık. Bunu bugün, ÖO'nun 46. gününde söylüyorum. Direnişimiz gün gün, ilmek ilmek örülerek, yoğun bir emek ve çabayla bugüne kadar geldi. Başta da söyledik, duygularım hiç bu kadar yoğun, kafam hiç bu kadar açık olmamıştı. Hani Ôarınma ve güçlenme' denilir ya, bunu somut olarak bedenimizde, yüreğimizde, bilincimizde ve tüm benliğimizde yaşıyoruz..."

 


 

Kemalist sol, reformistler ve
ölüm orucu direnişi

Perinçekçi İP'ten Cumhuriyet gazetesinin bilinen simalarına kadar Kemalist sol, başından beri devletten yana bir tutum aldı, katliamlara alkış tuttu. Meseleye sözde bağımsız ve tarafsız bir yorum getiriyorlardı. Ve yine sözde, F tiplerine karşıydılar. Ama koğuş sistemi de olmazdı onlara göre. Çünkü orada koğuş ağalarının ve örgüt yöneticilerinin egemenliği vardı (!). Ölüm Orucu ise tümden yanlış ve gereksizdi (!). Başlangıçta her iki kesime de (devlet ve devrimci tutsaklar) mesafeli bir tutum alıyormuş görüntüsü veren içerikte yazılar yazmaya özen gösterdiler. Fakat katliamla birlikte tuttukları saf net olarak açığa çıktı. Katliamı lanetleyen bir tutum almadıkları gibi "oh oldu" dercesine katliamlardan, olan biten herşeyden devrimcileri sorumlu tutan, onları suçlayan bir pozisyon aldılar. Katliamı gerçekleştiren katiller hakkında tek bir eleştirileri, katliama ilişkin en küçük bir itirazları olmadı, olamazdı. Çünkü onlar nihayetinde katliamcı düzenin savunucusuydular, düzen solcusuydular.

Reformist sol: Destekten köstekliğe

Bir yılı geride bırakan ÖO direnişinin içinden geçtiği aşamalar, karşılaştığı güçlükler ve sert mücadele koşulları ayrıştıran ve saflaştıran bir rol oynadı. Reformist solun ÖO direnişine karşı aldığı tutumda bu zorlu dönemeçler, katliam ve baskılar turnusol işlevi gördü. Katliam öncesi bir döneme kadar, kitlelerde ve kendi tabanlarında ÖO'na yönelik güçlü bir sempati ve destek varken ve henüz devlet kanlı dişlerini tam olarak göstermemişken, sokağa çıkmak, destek olmak onlar için sorun değildi. Parti binalarını tutsak yakınlarına açıyor, sokak gösterilerine sınırlı bir katılımla da olsa katılıyorlardı. Dahası tabanlarından gelen basınç karşısında bunu yapmak durumundaydılar. Ne zaman devlet terörü ve tehditlerle bir parça karşılaştılar, o zaman tutumlarını gözden geçirmeye başladılar. 12 Aralık gösterisinden itibaren yapabilecekleri desteği adım adım geri çektiler. Katliamı lanetlemelerine rağmen, bir daha ortalıkta görünmediler.

Bundan sonra ÖO direnişine ilişkin tutumları hızlı sağa kayma başladı. Birileri (SİP), ağır bedellerle süren direnişe rağmen katliamı yenilgi saydılar ve bu sanal yenilginin yaratacağı boşluğu kendilerinin dolduracağı üzerinden iddialarla, işi politik bir rezilliğe kadar vardırdılar.

Hemen bir yan kulvarda bulunan EMEP adına konuşan birileri ise, ancak devletin ileri sürebildiği türden fikir ve tezlerle çok geçmeden direnişin karşısında konumlandılar. Çatışmanın bu en sert mevzisinde ve aşamasında, "ölmeye değmez" edebiyatına sarılarak, bir zamanlar kendilerinin yaptığı gibi, beyaz bayrak sallamayı önerme cüretinde bulundular. Onların gedikli sözcüsüne göre, "Cezaevleriyle ilgili taleplerin hiçbirinin insan ölümüne değmeyeceğini görmek gerekir"miş, bir an önce eylemi bırakıp devletin inayeti ve arabulucuların çabasıyla çıkacak sonuca razı olmak gerekirmiş, vb.

ÖDP açısından da durum diğerlerinden farklı değil. Direnişin ilerleyen günlerinde sertleşen çatışma ortamında birdenbire (!) devrimciler ile kendileri arasındaki ayrım çizgilerini hatırlayarak, yumuşak solcu imajlarına halel getirmemeyi özenle gözettiler.

Kuşkusuz her birinin kendi cephesinden meydanı boş bırakma gerekçeleri vardı. Çünkü onlar da nihayetinde düzen içi sol olmanın sorumluluğuyla ve sınırlarıyla hareket etmek zorundaydılar: Bir ileri iki geri, ve hep sağdan...