25 Ağustos '01
Sayı: 23


  Kızıl Bayrak'tan
 " Ulusal güvenlik" ve ordu yalakalığı

  Kapitalizm savaş demektir, barış sosyalizmle gelecek!

  Sermaye ve sendika ağalarının ortak saldırısı...

  İHD Raporu'ndan: "işkence ve keyfi uygulamalar yoğun şekilde devam ediyor"
  ESK ve sendikalar: "Toplumsal uzlaşma mı, suç ortaklığı mı?"
  Deprem gerçeği, devlet gerçeği
  Sınıf hareketi
  Küresel ısınma/2

  Türk dış politikası üzerine/3

  Hacıbektaş Şenliği'ne devrimci müdahale...
  Emperyalistlerin Balkanlar'daki kirli oyunları sürüyor...
  Uluslararası hareket
  Ölüm Orucu Direnişi ile dayanışma etkinlikleri
  PKK-DÇS: "Ulusal güvenlik" tartışmaları...
  Mücadele Postasi

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

"Ulusal Güvenlik" tartışmaları...

Mesut Yılmaz'ın partisinin kongresinde dile getirdiği "Ulusal Güvenlik" kavramı, günlerdir gündemi işgal ediyor. Bu tartışmaların esas olarak incir çekirdeğini doldurmadığı bir olgudur. "Ulusal Güvenlik" kavramı, "devletin demokratikleşmesi", "AB'ye katılım kriterlerini yerine getirme" söylemiyle birlikte dile getiriliyor. Hemen hemen bütün çevreler bu konuda görüşlerini ifade ettiler. Ama hemen vurgulamalıyız ki, bu tartışmalar, Türkiye'de demokrasi sorununun özüne dokunmak şöyle dursun, demokrasi sorununun özünü bulandırmakta, dikkatleri daha tali noktalara çekmeye çalışmaktadır.

Anılan bu tartışmalar Türkiye'deki iktidar ilişkilerine dokunmaktan uzaktır. "Ulusal Güvenlik" kavramı neyi içeriyor, hangi iktidar ilişkilerinin "ideolojisidir" soruları ekseninde bir tartışma olsa bu, anlamlı olabilir. Ama tartışmalar, esas iktidar gücü olan ordu iktidarını tartışma konusu yapmıyor. Ordu, M. Yılmaz'a en ağır, "onursuzluk" gibi kavramlarla saldırırken bile tartışma konusu yapılmadı. Özel savaş kurmaylığının bu sert tepkisinin nedenleri üzerinde durulmadı. Gerçekten Türk Genelkurmaylığı neden bu kadar sert tepkide bulundu, bu tutumu en sıradan burjuva demokrasisi geleneğine uymamasına rağmen neden gerektiği gibi yanıtlanmadı? Neden?


Peki, gerçek iktidar gücü olan ordunun ve onun karar ve yönetim organı konumundaki MGK'nın iktidar konumu tartışılmadan "Ulusal Güvenlik" kavramını tartışmak ve bu tartışmadan doğru sonuçlara ulaşmak mümkün mü? Türkiye'de gerçek iktidar ilişkileri ortaya konulduğunda, demokrasi sorununun anlamı ve bu sorunu çözmenin yöntemlerinin neler olabileceği de anlaşılabilir. Ama bu yapılmıyor, işin özüne dokunmayan ve esas olarak işçi ve emekçi sınıfların siyasal bilincini bulandıran bir tartışma tarzı tekrarlanıp duruluyor. Dolayısıyla genişleyen ve derinleşen demokratik haklar ve özgürlükler olmuyor, tersine 28 Şubat darbesiyle devleti yeniden yapılandıran, bütün iktidar iplerini elinde tutan MGK'nın planladığı program genişliyor ve derinleşiyor...

"Ulusal Güvenlik" kavramı Türk ordusunun iktidarını gizleyen, meşrulaştıran, tabulaştıran, her türlü tartışmanın üstüne çıkaran ideolojidir. Bu, "Devletin varlığı ve bekası, devletin vatanı ve milliyetiyle bölünmez bütünlüğü, Atatürk inkılap ve ilkelerinin korunması, laik devletin temel niteliklerinin korunması" gibi ilkeleri içermektedir. Bu anılan ilkelerin tartışma konusu olması bile en ağır suçtur ve çok yönlü bir cezalandırmayı öngörmektedir... Resmi ideolojinin özü ve anlamı bu...

Türk egemenlik sisteminin, TC'nin kendisini eskisi gibi yürütemediği bir olgudur. Öteden beri kendini yeniden yapılandırma zorunluluğuyla karşı karşıyadır. Kürdistan Özgürlük Mücadelesi, İmralı sürecine kadar sistemi iflasa ve yeniden yapılandırma ihtiyacına zorlayan sadece ciddi bir iç dinamik değil, aynı zamanda bölgesel dengeleri de etkileyen bir etken düzeyine ulaşmıştı. Sadece Kürt halkı ile sistem arasında değil, aynı zamanda Türk toplumu ile mevcut sistem arasındaki birikmiş tarihsel sorunların karşılanmasına ilişkin ara çözümleri TC'ye dayatan Kürdistan Devrimi, İmralı süreci ile birlikte, en azından şimdilik, böylesi bir etkiye ve misyona sahip değildir.

Yine hakim sınıf ya da zümreler katında da sistemin temel yapılanmasına ve iktidar bileşimine yönelik kendi içinde ciddi bir hesaplaşma gereği ve ihtiyacı şimdilik bulunmamaktadır. 1990'lı yıllardan itibaren PKK öncülüğündeki UKM, sadece Kürt toplumu içinde değil, aynı zamanda Türk toplumu içinde ve onun egemen sınıfları cephesinde de değişim/dönüşüm konusundaki hesaplaşmanın gereğini ve koşullarını objektif olarak olgunlaştırmıştı. O yıllardaki değişime yönelik hesaplaşma düzeyi ve istemi, bugünkünden kat be kat ileriydi.

TC, bugün klasik egemenlik sistemine istediği biçimi verme konusunda tarihinde hiçbir zaman sahip olamadığı kadar avantajlara sahiptir; kendisini zorlayan bütün iç dinamikleri kontrol altına almış ve İmralı sürecinden sonra devlet katındaki çatlak seslerin de devletin 'Çelik Çekirdeği' için ciddiye alınacak hiçbir özellikleri kalmamıştır. Sistemin sadece 'ulusal güvenliği'nin değil, ekonomik, siyasal, askeri ve hatta psikolojik/ahlaki temellerinin dahi ciddi bir şekilde tartışma konusu yapıldığı; ordu da dahil olmak üzere sistemin neredeyse bütün mekanizmalarının aşınıp işlevsizleştiği, pratik olarak aşılma ihtiyacının olgunlaştığı ve sistem için kabusa dönüşen koşulları geride bıraktıktan sonra, bugün birçok çevre tarafından heyecanla yürütülen ve büyük umutlar bağlanan 'ulusal güvenlik' tartışmasının güncel siyasal anlamı nedir?

Öncelikle bugün bu tartışma kim tarafından yürütülürse yürütülsün, kim bu tartışmaya hangi anlamı yüklerse yüklesin, sonuçta Genelkurmayın orta ve uzun vadeli hedeflerine hizmet etmekten kurtulamayacaktır. Bugün 'ulusal güvenlik' tartışmalarına en ateşli bir şekilde katılıp bu tartışmanın sonuçlarından umutlu görünen kesimleri genel olarak iki grupta toplamak mümkün. Birinci kesim, 1990'lı yıllarla birlikte şekillenen İkinci Cumhuriyetçiler; diğer bir kesim ise İmralı süreci ile birlikte ortaya çıkan ve birinci kesimden çok daha geri, daha şekilsiz ve daha zavallı bir duruş sergileyen "bizim" 'Cumhuriyetçiler' dir. Aslında bu her iki kesimin de çıkarlarını temsil ettikleri toplumsal sınıf, grup ve zümreler sonuç olarak Mustafa Kemal Cumhuriyeti ile ciddi hesaplaşma hedef ve niyeti taşımamaktadırlar; tersine farklı kavram, yol ve yöntemlerle de olsa mevcut Cumhuriyet'te buluşmaları fazla zaman almayacaktır. Bu tartışmanın, artık hedeflerine ulaşma olanağına sahip olamayan İkinci Cumhuriyetçiler tarafından dahi utangaçça dillendirilirken, 'Cumhuriyetçiler', İmralı Partisi yönetenleri tarafından ateşli bir şekilde savunulması kelimenin tam anlamıyla sefalettir. Aslında kendileri bu tartışmanın tarafı olma yeteneğine ve gücüne bile sahip değildirler. Dolayısıyla söz konusu 'ulusal güvenlik' tartışmasının öz olarak hiçbir sosyal, siyasal, ekonomik ve ahlaki zemini bulunmamaktadır. Bu durum sadece Kürt ve Türk emekçileri için değil, aynı zamanda egemen sınıf ve kesimler açısından da böyledir. Tartışmanın arka fonundaki 'Avrupa Birliği' projesi ve hedefleri ise nazar boncukları gibi durmaktadır!

Bu noktada tartışmanın bütün boyutlarını daha derinlemesine kavramak ve daha doğru sonuçlara ulaşmak için TC'nin temel niteliklerini ve tarihsel gelişmeleri kısaca özetlememiz gerekiyor. TC, Kürtlerin ve diğer halkların, azınlıkların imhası ve inkarı üzerine kuruldu. Bu, "Devletin vatanı ve milletiyle bölünmez bütünlüğü" ilkesinde somut ifadesini bulur. TC, sömürgeci, ulusal imhacı ve inkarcı niteliklerinin yanı sıra başta işçi ve emekçi muhalefeti olmak üzere her türlü muhalefeti yasaklayan, bu bağlamda laikliği neredeyse devlet dini haline getiren, kendisini anti-Kürt, anti-komünist ve anti-İslamcı olarak tanımlayan, bir iç savaş, bir özel savaş örgütüdür. Birçok yapısal özelliğini, iktidar ilişkilerini Osmanlı'dan devralan TC, anılan özelliklerini günümüze kadar sürekli derinleştirerek, değişen koşullara uyarlayarak sürdüregelmiştir.

Anılan ilkeleri resmi ideoloji haline getiren TC, kuruluşundan bu yana ordunun mutlak iktidarından başka bir iktidar biçimine tanık olmamıştır. 12 Eylül faşist darbesinden önce ordunun iktidarı biraz daha örtüktü, parlamento ve hükümet biraz daha asma yaprağı işlevini görebiliyordu. Ancak 12 Eylül ve 1982 Anayasası'ndan sonra meclis ve hükümetin bu göstermelik konumları çok daha bir açığa çıktı. Öyle ki bu durum bugün alay konusu olmaktadır. 28 Şubat darbesi, 12 Eylül faşizminin eksiklerini tamamladı. Ama daha da önemlisi, Kürdistan ulusal kurtuluş devrimi ile iflas eden Kemalizm'i ve devleti yeniden onarma ve yeniden yapılandırma hedefini önüne koyan 28 Şubat darbesi, ordunun gerçek iktidar gücü olduğunu bir kez daha gösterdi ve bu konumunu tartışmasız biçimde güçlendirdi. Bu kez, daha öncekilerinde olduğu gibi göstermelik "sivilleşme" gereğini de duymadı. Bu kez meclise "dokunulmamıştı", RP-DYP hükümetinin kulağı çekilmiş ve istifaya zorlanmıştı, onun yerine ise kendi güdümünde "sivil" bir hükümet kurulmuştu. Bütün bu gelişmeler, öncekilerden biçimsel farklılığı anlatıyordu, bundan dolayı, bu darbe, daha sonra emekli olan generalleri tarafından "Postmodern darbe" olarak tanımlanacaktı.

28 Şubat'tan bu yana faşist özel savaş rejimi, yani MGK'nın mutlak denetim ve yönetimindeki devletin yeniden yapılandırma süreci derinleşiyor. TC'nin iktidar yasası şaşmadan yürüyor. Bu yasayla çelişenlere ise yaşam hakkı tanınmıyor. RP'yi kapattılar, liderine siyaset yasağı koydular. Bununla yetinmediler, onun yerine kurulan Fazilet Partisi'ni teslim aldılar, süreç içinde kişiliksizleştirdiler, parçaladılar. En uysal ve teslim olmuş kesimini "Yenilikçiler" adıyla siyaset piyasasına sürdüler. Fakat bununla da yetinmediler, teslimiyetlerini daha da derinleştirmek, Cumhuriyetin iktidar yasasını iliklerine kadar yedirmek için harekete geçtiler, liderini dıştalamanın, geriye kalanları ise daha da teslimiyet çizgisine çekmenin yoğun çabası içindedirler. RP gibi kapatılmasa da DYP'yi de güçten ve itibardan düşürdüler...

Özel savaş aygıtı, bütün burjuva partileri ve kurumları daha da ehlileştirip kendisine bağladığı gibi İmralı süreciyle Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesini tasfiye etmeye, direniş değerlerini temellerine kadar bitirmeye çalışıyor. İmralı tasfiyeciliği ile Kürt direnişini siyasal gündemin dışına iten TC, Türkiye devrimci hareketine yöneldi. 19 Aralık katliamı ve F tipi saldırısıyla devrimci hareketi tümden silmeye ve ortamı kendisi için dümdüz hale getirmeye çalışıyor. Bunların dışında demokratik çevrelerin güç ve etkilerinin ne düzeyde olduğu tartışma götürmeyecek kadar açıktır...

Son günlerde Türk Genelkurmayı'nın Mesut Yılmaz'ın içi boş da olsa çıkışlarına hemen zaman yitirmeden en ağır üslupla yanıt vermesinin nedeni, kendi mutlak iktidar konumlarının tartışma üstü olduğunu hatırlatmak ve her siyasal çevrenin buna göre kendilerine çeki düzen vermelerini sağlamaktır. Tutumlarının stratejik özü bu. Ancak bir de "dış etkenler"den kaynaklanan boyutları var, bu noktaya da geleceğiz.

Bu son tartışmaların bir kez daha açığa çıkardığı gerçeklik şudur: Türkiye, demokratikleşmiyor, tersine MGK egemenliği, faşist özel savaş rejimi derinleşiyor, açıklarını kapatmaya çalışıyor. ABD ve AB'nin istemleri de bu çizgiyle bütünleşiyor ve bu bağlamda bir anlam kazanıyor...

Konu başka bir açıdan da irdelenebilir ve anlaşılır kılınabilir. Kısaca şöyle: Bu konuda birbiriyle bütünleşen, orta ve uzun vadede birbiriyle örtüşen olasılıklar şunlardır: Birincisi, tartışmanın bir ucu da ABD ve AB'ye uzanmaktadır. ABD ve AB, TC'nin önüne 21.yüzyıl projesini genel çerçevesi ile çizip koymuşlardır. Bu projenin esas yürütücüsü Türk Genelkurmayı'dır. 1990'lı yıllardan sonra 'Yeni Dünya Düzeni' ve günümüzdeki ifadesi ile 'Globalizm' olan modern sömürgecilik, hem kendisini, hem de bütün dünyayı yeniden şekillendirmektedir. 21 yüzyılın efendileri olarak kendi anavatanlarını daha güvenilir ve istikrarlı hale getirmek; başta Afrika, Asya, Balkanlar ve Ortadoğu olmak üzere milyarlarca insanın yaşadığı alanları ise kendi ihtiyaç ve istemleri doğrultusunda 'kontrollü güvenlik ve istikrara' kavuşturmak istemektedirler. Bu çerçevede TC'ye yeni bir 'güvenlik anlayışı' yedirmek istemektedirler. Bu işin esas muhatabı Türk Genelkurmayı'dır ve perde arkasında Türk ordusuna soğuk savaş yıllarındakinden biçim olarak farklı bir 'güvenlik anlayışı' kazandırma konusunda ciddi çalışmalar yapılmaktadır. Bu konuda Genelkurmay ABD ve AB ile görüşme/pazarlık sürecindedir. Sadece 'ulusal güvenlik' konusunda değil, bir bütün olarak sisteme şekil vermede Genelkurmay ile ABD ve AB arasında farklı tutum ve düşüncelerin olması birçok tarihsel ve ulusal etkenden dolayı anlaşılırdır. Ancak bu farklılık taktik düzeydedir. Zaman zaman kamuoyuna yansıyan birçok tartışmanın arka planı, birçok yönüyle ABD, AB ve Genelkurmay arasındaki ilişkiler ve çelişkilerden oluşmaktadır.

Bu noktada 'ulusal güvenlik' tartışması bir bakıma Genelkurmay ile ABD ve AB arasında yaşanmaktadır. Mesut Yılmaz tarafından bu tartışmanın kamuoyuna yansıtılması, kesinlikle tartışmanın esas taraflarının iradesi ve isteği dışında değildir. Hatta bu tartışma Genelkurmay'a karşı yürütülüyormuş gibi görünse de, bir bakıma ve sonuç olarak Genelkurmay'ın konuya ilişkin ABD ve AB karşısındaki konumunu güçlendirmeyi hedeflemektedir. Çelişkili gibi görünse de bu böyledir. Özellikle İmralı sürecinden sonra sadece eli kolu değil, kafası da güçlü bir donanıma kavuşturulan Türk Genelkurmayı bir yandan Öcalan'ın ağzından, bir yandan da kendi kontrolündeki kurum ve kişilere sık sık 'şike tartışmalar' yaptırmakta ve kendisi, başlayan bütün tartışmalara son noktayı koyup istediği sonuçlara ulaşmaktadır. Mesut Yılmaz'ın başlattığı 'ulusal güvenlik' tartışması da bu çerçevede bir anlama sahiptir ve sonuçlarıyla birlikte böyle olduğunun anlaşılması için fazla bir zamana gerek olmayacaktır.

Toparlayacak olursak, işin özü şu şekilde karşımıza çıkmaktadır: TC'nin iktidar ilişkilerini deşifre etmeyen, özel savaş kurmaylığının, MGK'nın mutlak iktidarını sorgulamayan, TC'nin sömürgeci, faşist, askeri despotik yapısını açmayan, emperyalizmle ilişkileri ortaya koymayan, daha da önemlisi iktidar perspektifine oturmayan hiçbir demokratikleşme tartışmasının, "Ulusal Güvenlik" tartışmasının politik-pratik değeri ve anlamı olmayacaktır. Aynı biçimde emperyalizmin, ABD ve AB'nin TC'nin önüne koyduğu program, demokratikleşme programı değil, yeniden biçimlendirilen yeni-sömürgecilik programından başka bir şey değildir.

İktidar perspektifine sahip olmayanların tartışmalarına bakın, örtük bir yalvarma ve dilemeden başka bir şeyle karşılaşmayacaksınız. İmralı Partisi yönetenlerinin bu konudaki yaklaşımları böyledir...

Türkiye'de demokrasi sorunu devrim sorunudur. En sıradan demokratik hak ve özgürlüğü kazanmak bile devrimci iktidar perspektifini ve etkili devrimci bir mücadeleyi gerektirir. Ordunun, MGK'nın iktidar konumunu alaşağı etmeden, başta Kürt sorunu olmak üzere herhangi bir demokrasi sorununu çözmek mümkün değildir.

Kürt sorunu, bir devrim sorunudur.
Demokrasi sorunu, bir devrim sorunudur.

Devrim de lafla değil, ciddi bir iktidar programı ve karşı-devrimci şiddeti alt edebilecek bir mücadele gücünü ve tarzını kaçınılmaz kılmaktadır.

Bu temel gerçekler, teorik birer belirlemeden çok son otuz yıllık mücadele ve savaş pratiğinin kanıtladığı ve doğruladığı gerçeklerdir... Kürt Ulusu ve emekçileri içinse, '(Türk) Ulusal Güvenlik' tartışmasının anlamı ve sonuçları sanılandan da daha ağır ve öldürücü olacaktır. Bu tartışmanın tarafı olmak ve bu tartışmadan kendisine ait bir şeyler beklemek ise onur kırıcı ve utandırıcıdır. Görev; kendi topraklarımız üzerinde kendi güvenliğimizi yaratıncaya kadar, kendi kaderimizi ve geleceğimizi belirleyen konumu yakalayana kadar, gücümüzü ve ortaya çıkan olanaklarımızı kendi irademizle belirleyeceğimiz mücadele yöntem ve araçlarına kavuşturmaktır.

PKK-Devrimci Çizgi Savaşçıları
22 Ağustos 2001