7 Temmuz'01
Sayı: 16


  Kızıl Bayrak'tan
  Kamu emekçileri hareketinde yeni dönem
  "Sosyal patlama"lara karşı ehlileştirilmiş dinsel gericilik
  Belgelenen devletin katliamcı kimliğidir!
  "Faşist devlet, bir gün mutlaka bunun hesabını verecektir!"
  Ölüm Orucu Direnişi 261. günüde sürüyor
  Sınıf hareketi
  Satılmış sendika ağaları hesap verecek
  Sümerbank işçileriyle dayanışmayı yükseltelim!..
  Dönemsel durum ve partinin sorumlulukları
  2 Temmuz anma etkinlikleri
  Gençlik
  Yugoslavya'yı yöneten uşak takımı Milosevic'i kredi karşılığı sattı
   Uluslararası hareket
  Direnişçilerin kaleminden
  Açıklamalardan
  Mücadele Postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Yalan perdesi yıkıldı, 19 Aralık katliamı belgelendi!..

Belgelenen devletin katliamcı kimliğidir!

 

19 Aralık katliamı, tarihin en vahşi, en insanlık dışı katliamlarından biridir. Tam bir gözüdönmüşlükle onlarca devrimci yakıldı, kurşunlandı, katledildi. İnsanlık zindanlarda böylesine bir barbarlığa tanık olurken, katiller tam bir arsızlıkla barbarlıklarını güzellemeye ve katliamcı yüzlerini gizlemeye çabaladılar. Katil iktidarın yalan makinaları ise, zindanlardaki katliam sürülerinden geri kalmayan bir vahşilikte katliama alkış tuttular.

19 Aralık ve sonrasında her açıdan Nazilere rahmet okutan bir vahşet sergilendi. Devrimci tutsaklar diri diri yakıldı, üzerlerine kurşun ve bombalar yağdırıldı. F tipi tabutluklara atılanlar işkenceden geçirildi, tecavüz edildi, vücutları doğrandı. Zindanlarda tüm bunlar yaşanırken, dışarıda da Hitler’in yalan makinası Göbels’e taş çıkarılıyordu. Tam bir arsızlıkla katliamın adı “Hayata dönüş” olarak tanımlanıyordu.

Zindanlardaki vahşeti en ince ayrıntısına kadar planlayanlar, dışarı ayağını da unutmamışlardı. “Örgüt baskısı”, “arkadaşlarını öldürüyorlar”, “silah kullanıyorlar”, “kendilerini yaktılar” yalanları tam bir utanmazlıkla kullanıldı. Daha önce hazırlanan kasetler devreye sokuldu. Tüm bunları faşist terör tamamladı. Katliama karşı çıkan her ses büyük bir acımasızlıkla bastırıldı. Gözaltılar, tutuklamalar, baskınlar, sendika ve DKÖ kapatmaları birbirini izledi. Tüm topluma, düzenin yalan makinasının kurduğu pencereden katliam izlettirildi. Katliam güzellendi, cana kıyıcılık yüceltildi.

Medya katliamın suç ortağı

19 Aralık katliamının üzerinin kapatılmasında en büyük rolü burjuva medya oynadı. Bu katliam, medyanın nasıl da kirli ve kanlı bir kontr-gerilla aygıtı haline geldiğini bir kez daha gözler önüne serdi. Katliam operasyonunun başlamasıyla beraber, kirli savaş medyası kendisine verilen rolün gereklerini yerine getirdi. Katliam bir film gibi toplumsal hafızalara yerleştirildi. Katliamcılar yüceltildi, katliam alkışlandı. İğrenç yalanlarla devrimci tutsaklara bir linç havası oluştururcasına saldırıldı.

İnsanlığın gördüğü nadir barbarlık örneklerinden biri olan 19 Aralık katliamı işte böyle gerçekleştirildi, böyle üstü örtülmeye çalışıldı. Yalan ve demagoji ile baskı ve terör uygulanarak, katliam uzun süre sessizlik ve suskunlukla geçiştirildi. Ama böylesine vahşi bir katliam insanlık tarihine geçmişti ve insanlığın vicdanında katliamcılar çoktan mahkum olmuşlardı. Katliam sonrasındaki uzun ve kahredici sessizliğe karşın katliamcıların maskesi er geç parçalanacaktı. Böylesine bir insanlık suçunun saklanması mümkün değildi. Nitekim öyle oldu.

Katliam sonrasında yalan ve demagojiyle, baskı ve terörle, F tiplerinde süren direniş tam bir yalıtmaya tabi tutuldu. Direniş, kesintisiz bir zor ile beraber, böyle bir yalıtma ile kırılmaya çalışıldı. Ama başarılamadı. Direniş, düzenin ördüğü kahredici sessizlik ve suskunluğa karşın sürdü. Yeni şehitlerle beraber bu sessizlik ve suskunluk duvarı da yıkıldı. Rejimi ve onların eli kanlı uşaklarını acizleştirdi, zavallılaştırdı. Bugünse artık katliamcıların yüzündeki maskeyi parçalayıp, kanlı ve kirli yüzlerini apaçık ortaya seriyor. Öyle ki, katliamcıların 19 Aralık ve sonrasında sözcülüğünü yapan, sergilenen barbarlığı kutsayan burjuva medyanın aynı sayfaları bugün katliama ilişkin gerçeklerle doluyor. Katliamın doğrudan suç ortaklığını yapanlar şimdi direnişe ilişkin gerçekleri tefrika halinde yayınlıyorlar. Elbette katliam s¨recindeki kendi kirli ve kanlı rollerini sorgulamak gibi bir sorunları yok. Katliama ilişkin gerçekleri bir yönüyle ortaya koyan Adli Tıp raporlarını, sanki hiç sorumlulukları yokmuşcasına sergiliyorlar.

Barbarlık belgelenmiştir!

Düzen cephesinden katliama ilişkin gerçeklerin üstünü kapatmak için sürdürülen kirli ve kanlı demagojik yalan kampanyası iflas etmiştir. Katliam gerçeği tüm çıplaklığı ile açığa çıkmıştır. Katillerin kanlı yüzlerini örttükleri maske düşmüştür. Maskenin altındaki barbarlık tüm çirkinliğiyle artık ortadadır.

Katillerin yüzündeki maskeyi parçalayan sadece ve sadece direnişin gücüdür. Zira bugün burjuva medyaya konu olan tüm gerçekler zaten ortadaydı. Adli raporlar sadece barbarlığın belgesi olmuştur. Yoksa düzenin katliamına ilişkin her yalanı zaten bir diğerini çürütmüş, saklanmaya çalışılan her gerçek bir diğerini gün yüzüne çıkarmıştır. Katliamın doğrudan suç ortağı olmayanlar bu gerçekleri zaten biliyorlardı. Ama burjuva medya, uşaklığının doğal bir sonucu olarak, tüm bunların üstünü örtmeye çalışmış, direnişi bitirmeye dönük planlamalar neyse ona göre davranmıştır. Ama direniş her türlü yalan ve demagojiye karşın bitirilememiş, faşist rejim acizleşip zavallılaşmıştır. Devrimci tutsakların büyük bir inanç ve iradeyle sürdürdükleri direniş, katliam cepesinde gedikler açmıştır. İşte bu irade ve inançtır, katliamcı devletin yüzündeki maskeyi yere çalan, onun kirli ve kanlı yüzünü ortaya seren.

19 Aralık katliamının sorumlusu MGK’sıyla, hükümetiyle, askeriyle, polisiyle, tüm paralı uşaklarıyla bir bütün olarak devlettir. Adli Tıp raporlarıyla belgelenen devletin katliamcı kimliğidir. Bu katliam, devletin iktidar organı MGK’da kararlaştırılmış ve hayata geçirilmiştir. 19 Aralık’ta devletin katliam çeteleri tam bir savaş düzeniyle harekete geçirilmiştir. Cezaevleri yakılıp yıkılmış, tutsaklar kirli savaş talimatnamelerine göre eğitilen timlerce katledilmişlerdir.

Adalet ve İçişleri bakanları ile Ecevit, katliam timleri görevlerinin henüz başındayken yaptıkları açıklamalarda, beklenenin altında ölüm olduğunu söylüyorlardı. Yani bu katiller sürüsü daha katliam operasyonu başlamadan kaç kişinin öldürüleceğini planlamışlardı. Buradan alınan güçledir ki, katliam timleri vahşette sınır tanımamışlardır.

Hücreler de parçalanacaktır!

Katliamcı devletin yalan ve demagojiyle ördüğü maskesini parçalayan direnişin kendisidir. İşkence, zorla tedavi, sessizlik ve suskunluğa karşın direnen tutsakların büyük bir kazanımıdır bu. Seslerinin hücrelere hapsedildiği en zor koşullarda dahi kazanacaklarına olan inancı asla yitirmemişlerdir. Kimileri yenilgi edebiyatıyla direnişe cephe almış, kimileri sessizlik ve suskunluk atmosferine boğulmuştur. Ama direnişçiler, asla konuldukları hücrelere kendilerini hapsetmemiş, büyük bir davanın bayrağını taşıdıkları bilinciyle direnişi bugünlere getirmişlerdir.

Katliam sonrasında, sessizliğin boğucu bir biçimde hakim olduğu dönemde, yalan ve demagojiyle örülen sessizlik duvarlarının parçalanacağını, zaferin kaçınılmaz olduğunu yinelemiştik. Bunun hiç de zorlama bir iyimserlik olmadığı bugün apaçık ortadadır. Devrim davası bayrağını yere düşürmeden taşıyanlar, güçlerini buradan alırlar ve zaferi de kaçınılmaz kılarlar. Bugün değilse yarın.

Kimsenin şüphesi olmasın, katillerin maskesi gibi hücreler de parçalanacaktır.




Cezaevi savcısının ağzından katliam gerçeği

 


Radikal gazetesi, Bayrampaşa Cezaevi Savcısı Ferzan Çitici ile Ümraniye Cezaevi Savcısı, müdürü ve iki başgardiyanın operasyona ilişkin tutulan tutanağı imzalamaktan imtina ettiğini yazıyor. Ferzan Çitici bu konuda kendisine soru soran gazetecilere şunları söylüyor: “Operasyon sırasında görgüye dayalı bilgim olmadığı için içeride tam neler yapıldığından benim haberim yok, ihtar kime yapıldı, kiminle karşılaşıldı bilmeden tutanağı imzalamadım. Bunu imzadan imtina olarak değerlendirmeyin. Ben o gün bina içine girmedim. Operasyon kapalı da yapıldı ve özel tip cezaevinde müdür odasındaydım, operasyonu oradan izledim, ara ara bilgiler aldım, yani görgüye dayalı bilgim olmadı. Bayrampaşa’ya operasyon talimatı da benim değildir. Ancak yetkim olsaydı da bunu verirdim. Bu, devletin bir müdahalesidir, benim emrim söz konusu olamaz, ben cezaevinden elen yazı üzerine emri yazdım.”

Öyle bir savcı düşünün ki, kendi sorumluluğunda bulunan bir cezaevinde operasyon yapılıyor, ama o müdür odasından katliamı izliyor. Çünkü bu “devletin müdahalesi”dir. Katliam timleri, ordu ve devletin üst zirvelerinin bizzat yönetiminde görevlerini icra ediyorlar. Savcı da buna göre davranıyor. Ama böylesine büyük bir katliamın gizlenemeyeceğini, gün gelip kendisine fatura edileceğini bildiği içindir ki imzadan imtina ediyor.

Savcı katliamı izlemekle kalmıyor, katliama ilişkin raporları incelemekten de uzak duruyor. “...ben 'Bu adam niye dosyayla bu kadar ilgili?' demesinler diye raporların fotokopisini bile aldırtmadım.” diyor. Katliamcı devletin savcısı da böyle olur. Katliamı izler, imzadan imtina eder ve sorgulamaktan uzak durur.

İşte katliam gerçeği bir savcının ağzından böyle dile geliyor.



Adli Tıp raporlarıyla yalanlar bir bir çöküyor...

Diri diri yaktılar!

 

Katliamın yaşandığı günlerde, katliamcı devlet burjuva medya aracılığıyla yakma talimatı olarak lanse edilen bir kasedi piyasaya sürmüştü. Bununla tutsakların kendilerini örgüt talimatıyla yaktıkları propagandası yapılıyordu. Bu kaset yalanı hemen çöktü. Kaset sahteydi ve tutsakların diri diri yakılmasının üzerini örtmek için kullanılıyordu.

Nitekim, Bayrampaşa Cezaevi’nden hastaneye götürülen bir bayan tutsağın haykırışları bu gerçeği ilan etti: “Diri diri yaktılar!” Burjuva medya ekranlara yansıyan bu haykırışı duymazdan geldi. Bu barbarlık yeni yalanlarla gizlendi.

Adli Tıp raporları şimdi üstü örtülen bu gerçekleri günyüzüne çıkarıyor, belgeliyor.

Rapora göre; Bayrampaşa Cezaevi bayanlar koğuşuna ölümcül dozajın çok çok üzerinde gaz bombası atılmış, arkasından yanıcı bir cisimle biriken gaz tutuşturulmuş, çıkan yangında bayan tutsakların bedenleri tutuşmuştur. Rapor bu konuda şunları söylüyor:

“* 30 metreküplük bir kapalı alanda 20 gram C-S (göz yaşartıcı gaz bombası) maddesi kullanıldığında öldürücü dozaj süresi 38.1 dakika olduğu, olay yerinde 35 gram C-S ve 0.21 gram patlayıcı madde bulunduğu, 12 saniyelik gaz çıkarma süresi boyunca yuvarlanarak hareket ettiği için ortamdaki kişiler tarafından geriye atılma olasılığının yok denecek kadar az olduğu,

* Göz yaşartıcı gaz bombasına maruz kalmış kişilerde gözlerde ve deride yanma hissi, tahriş, solunum yollarına etkisiyle yanma, boğulma hissi neticesinde panik, mide bulantısı, baş dönmesi ve ağrısı, halsizlik ve hareket kısıtlanmasına yol açtığı bilindiğine,

* C-1 koğuşunun hacminin hesaplanandan daha az olduğu,

* C-1 koğuşunda patlayanların dışında 45 adet farklı tipte patlamamış göz yaşartıcı gaz bombası bulunduğu tespit edildiğine göre, C-1'de öldürücü dozun çok üzerinde göz yaşartıcı gaz etkisi açığa çıkmış olduğu belirlenmiştir.

* Koğuşta bulunan ve üzerinde ‘Kapalı yerde kullanmayın, yeterli hava akımı olması gereklidir. Bombayı insan veya yanacak malzeme olmayan sahaya fırlat’ yazılı göz yaşartıcı gaz bomba ve roketlerinin bazı tiplerinin yangın çıkabilecek sahaya atılmaması gerektiği bilindiğine,

* Yangının çok miktarda kolayca tutuşabilecek materyalin bulunduğu koğuşa çok sayıda göz yaşartıcı gaz bombası atılması sonucu olabileceği gibi koğuştaki kişilerce de meydana getirilmiş olabileceği tespit edilmiştir.”

Adli Tıp tarafından ifade edilen gerçekleri biz tamamlayalım. Sözkonusu koğuşta kalan 6 bayan tutsak dışındakiler havalandırmaya çıkmıştır. Bu arada timler havalandırmaya sürekli su sıkmaktadırlar. Havalandırmadaki tutsaklar suyun yanan koğuşa tutulmasını isterler, ama bu istek karşılanmaz. Yani katiller tutsakları yakmakla kalmamış, diri diri yanarken de izlemişlerdir.

Tutsakların çoğu kurşunlanarak katledildi

Katliam sürerken, bakanlar ve başbakanlık tutsakların silahla yanıt verdiklerini söylüyorlardı. Böylece tam bir savaş düzeninde saldıran katliam sürülerinin her türlü silahı kullanmalarının önü açılıyordu. Nitekim birçok tutsak uzun menzilli silahlardan çıkan kurşunlarla yaşamını yitirdi. Adli Tıp raporları bu gerçekleri belgeliyor. Silahların en çok kullanıldığı yer olarak gösterilen Bayrampaşa’da yapılan incelemede, silah atışlarının tek yönlü olarak idari kısımdan yapıldığı, koğuşlar yönünden tek bir mermiye rastlanmadığı ifade ediliyor.

Adli Tıp raporunda bu gerçek şu şekilde yeralıyor:

“C blok maltası boyunca tüm mermi çekirdeği deliklerini oluşturan atışların, ‘idari kısım tarafından maltanın sonu olan 19. koğuş yönüne doğru yapılmış olduğu, ters yöne doğru yapılmış atış veya atışlara ait herhangi bir bulgu saptanmadığı’, koğuşlar arasındaki avlularda yapılan incelemelerde duvarlarla pencerelerde ve koğuş içlerinde mermi çekirdeği deliklerini oluşturan atışların, ‘karşı koğuş çatıları ile avlu iç cephe duvarlarındaki mazgal deliklerinden yapılmış olduğu’ tespit edilmiştir.”

Kendilerini yakan bazı tutsaklar da
kurşunlanarak katledildi!

Katliamı önlemek için bazı tutsaklar kendilerini yakmışlardı. Düzen cephesi bu yakmaları, hem tutsakların diri diri yakıldık haykırışlarını boğmak, hem de örgüt baskısı demagojilerine dayanak yapmak için kullanmışlardı. Ama Adli Tıp raporlarının da belgelediği gibi, kendilerini yakan tutsakların bazıları bizzat katliam timlerinin kurşunlarıyla hayatlarını kaybetmişlerdir.

Rapor, Ahmet İbili ve Fırat Tavuk’un ölüm nedenine ilişkin şunları söylüyor:

“Fırat Tavuk: Kendini yaktı. Ölüm nedeni ateşli silah mermi çekirdeği yaralanmasına bağlı iç organ delinmesinden gelişen iç kanama.

Ahmet İbili: Kendini yaktı. Ateşli silah mermi yaralanmasına bağlı kafatası, yüz kemikleri, omur ve kaburga kırıkları ile mütefarık beyin kanaması sonucu öldü. Vücudunda dördü öldürücü bölgede olmak üzere sekiz mermi bulundu.”

Askerleri de kendileri öldürdüler!

Katliamı gerekçelendirmek için kullanılan en işlevli demagoji malzemelerinden biri de Ümraniye ve Çanakkale’de öldürülen iki askerdi. Bu iki askerin ölümü, tutsakların silah kullandığına kanıt olarak gösteriliyor, katliam meşrulaştırılıyordu. Rapor bunun da koca bir yalan olduğunu belgeliyor. Ölen askerler bizzat katliam ekiplerinin elindeki silahlarla vurulmuştur. Ümraniye’deki ölüm, kendini yakarak koşan Ahmet İbili’yi çapraz ateşe tutan askerlerden birinin diğerini vurması sonucu gerçekleşmiştir. Çanakkale’de öldürülen asker ise, tutsaklara dönük kurşun sağanağının önünde kalarak yaşamını yitirmiştir. Rapora göre askerlerin ölümüne yolaçan yüksek enerjili silahlardır ve bunlar sadece katliam timlerinde bulunmaktadır. Nitekim operasyon sonrasında bulunduğu ileri sürülen ilahlar arasında bu türden silahlar çıkmamıştır.

Rapora bu konuda yansıyan bilgileri Radikal gazetesi kendi yorumuyla şöyle aktarıyor:

“Jandarma eri Nurettin Kurt: Ateşli silah mermi çekirdeği yaralanmasına bağlı beyin kanaması ve beyin doku harabiyeti sonucu ölüm. Kurt’un ‘yüksek kinetik enerji’li bir silahla vurulduğu, ancak tutuklulardan ele geçirildiği ileri sürülen beş tabancanın bu tür silahlar kapsamına girmediği belirlendi.

“Jandarma eri Mustafa Mutlu: Ateşli silah mermi çekirdeği yaralanmasına bağlı olarak gelişen dolaşım ve solunum yetmezliği ve kan kaybı sonucu öldü. Vücudunun sağ ve sol koltuk altlarına iki mermi isabet eden Mutlu'nun ölümüne neden olan mermi çekirdeğinin vücudu delip çıktığı belirlendi. Mutlu’nun vücudunda bulunan merminin tutuklulara ait tabancalardan birine ait olduğu belirlenirken, Adli Tıp uzmanları ise mermilerin giriş yönüne doğru iki ateş arasında kaldığı düşünülen Mutlu’nun ölüme neden olan merminin 'yüksek kinetik enerji'li bir silahla atılmış olabileceğini söyledi.”