Son MGK toplantısı... Sosyal patlamalara karşı
Milli Güvenlik Kurulunun (sivil üyeleri olsa da bu aslında ordu
anlamına geliyor) sermaye devletinin en üst düzey karar alma organı olduğu
herkes tarafından biliniyor. Emperyalizmin ve sermaye sınıfının çıkarlarını
ilgilendiren her türlü konu aylık MGK toplantılarında ele alınır. Bu kurulda
alınan kararlar uygulamaya geçirmesi için hükümet ve meclise iletilir. Son MGK toplantısı 29 Haziranda yapıldı. Burjuva medyaya bakılırsa,
bu toplantıda temel olarak iki konu görüşüldü. Bunlardan birincisi sosyal
patlama konusuydu. Diğeri ise irtica ile mücadele. Düzen
siyasetindeki son gelişmeler de gözetildiğinde, ilk bakışta birbirinden
farklı görünen bu iki konuyu MGKnın tek bir başlık altında tartıştığından
kuşku duymamak gerekir. Son MGK toplantısını önceki birçok toplantıdan
çok daha önemli kılan da budur. Sosyal patlama kaygı ve beklentisi MGKya sunulan bir raporda, üst üste yapılan zamların dar
gelirli kesimi geçim sıkıntısı içine sürüklediği ve bunun sonucunda hırsızlık,
kapkaç gibi suçlarda artış görüldüğüne vurgu yapıldı ve bunun önümüzdeki
dönemde daha büyük sosyal patlamaları da beraberinde getirebileceği ve
sokak eylemlerine dönüşebileceği kaygısı dile getirildi. Hükümetten,
bunun önüne geçilmesi için önlemler alması istendi. Tek başına ele alındığında MGKnın bu tavsiyesinde anlaşılmayacak
bir şey yoktur. Sermayenin yaygınlaşıp derinleşen saldırıları işçi ve
emekçileri yığınlar halinde yıkıma sürüklemektedir. Ve bunun kendisi toplumda
büyük bir öfke ve tepkinin birikmesine neden olmaktadır. Bunu gören düzen
bekçileri biriken mücadele potansiyelini boşa çıkartmak için kendi cephelerinden
önlemler almaya yöneleceklerdir. Sermaye devletinin şimdiye kadar uygulamaya
soktuğu bir dizi politika da zaten bu öfke ve tepkinin dizginlenmesine,
ezilip dağıtılmasına dönüktür. Fakat bugün artık sermaye sadece baskı ve zor aygıtlarıyla yetinmek istemiyor.
Özellikle orta ve uzun vadede bu hiç işine gelmiyor. Çünkü gelişen, sokağa
inen ve militanlaşan bir sınıf ve kitle hareketini sadece copla, dipçikle,
gaz bombasıyla durdurmanın imkansız olduğunu onlar da çok iyi biliyor.
Bu nedenle de başka araçları devreye sokabilmek için sürekli bir çaba
gösteriliyor. Ordu ve dinsel gericilik İşte MGK toplantısında şeriatla mücadele başlığı altında
yapılan tartışmayı bu amaçla bağlantılı ele almak gerekir. Toplantıya
İrtica ile mücadele stratejisi başlığı ile sunulan raporun
en dikkat çeken paragrafında şunlar söylenmektedir: Tarikat ve mezheplerin önde gelenleri ile kurulan diyaloglar ve
bu çerçevede sürdürülen çalışmalar sonucu, bu grupların devlet ve hukuk
sisteminin içerisine çekilmesi ve devletin yanında yer almaları noktalarında
önemli mesafeler alındı. Burada söylenenlere, MGK Genel Sekreteri Orgeneral Cumhur Asparukun
Mayıs ayında Türkiyenin Kopenhag Konsolosluğunda Milli Görüş
Teşkilatları Başkanı Zeki Koçerle görüşmesi, kapatılan FPnin
yenilikçi kanadından temsilcilerin Genelkurmayla sıklaşan
diyalogları türünden gelişmeleri de eklediğimizde, tablo biraz daha belirginleşmektedir. Bu tablonun anlattığı iki önemli nokta var. Bunlardan birincisi, düzenin
ve ordunun laiklik savunusunun ve şeriata karşı mücadelesinin
ikiyüzlü bir oyun, büyük bir yalan olduğunun ortaya çıkmış olmasıdır.
Ayrıca ele alınması gereken bu gerçeği sadece vurgulamakla yetiniyoruz.
Bu tablonun anlattığı bir diğer önemli gerçek ise, sermayenin din silahını
bir kez daha işçi ve emekçi yığınlara karşı kullanma hesapları içine girmiş
olmasıdır. Genelkurmay daha düne kadar tarikatlara karşı amansız bir mücadele yürüttüğü
görüntüsü yaratmak için çabalıyordu. Fakat şimdi tarikat liderleriyle
oturup konuştuğunu, onlarla beraber çalışmalar yürüttüğünü açıklıyor.
Onların devlet ve hukuk sınırları içine çekilmesinde önemli
mesafeler alındığını söylüyor. Tarikatlara, demek oluyor ki dinsel gericiliğe
karşı açık bir söylem değişikliğidir bu. Ehlileştirilmiş gericilik sahneye hazırlanıyor Böylelikle ordu ile dinsel gericilik arasında bir düşmanlık olmadığı,
şeriatçı da olsalar onların da bu vatanın evlatları oldukları,
devlete ve hukuka karşı gelmemeleri kaydıyla istediklerini yapabilecekleri
türünden bir mesaj verilmek istenmektedir. Mesaj hem parti kurup siyaset
yaparak düzene bu cepheden hizmet edecek gericilere, hem de işçi ve emekçi
yığınlara dönüktür. Buna düzenin neden ihtiyaç duyduğu ise açıktır. Çünkü son yıllarda düzen
partilerinin işçi ve emekçi yığınlar gözünde hiçbir inandırıcılıkları
kalmamıştır. Parayla yaptırılan düzmece anketlerde bile, düzen partilerinin
hiçbirinin olası bir seçimde yüzde 10 barajını aşamayacakları görülmektedir.
Ve düzen siyaseti yığınların güvenini bir süreliğine de olsa kazanacak,
onları düzene yedekleyecek, biriken öfke ve tepkinin sosyal patlamaya
dönüşmesini engelleyecek yeni alternatifler yaratmakta zorlanmaktadır.
Bu bakımdan tam anlamıyla tıkanmıştır. CHPnin düzene soldan
nefes aldırmayı kısa vadede başaramayacağı ise bilinmektedir. Bu gerçek
son CHP Kurultayında bir kez daha ortaya çıkmıştır. Böylelikle düzenin
elinde sağdan seçenekleri değerledirmek ve yakın vadede piyasaya
sürmek dışında pek imkan kalmamıştır. Refah Partisi geçmişte sermayenin saldırılarının hayata geçirilmesi konusunda
canla başla çalışmış bir partidir. Emperyalizme sadakatta da diğer partilerden
hiç aşağı kalmamıştır. Örneğin ABD-İsrail-Türkiye askeri işbirliği anlaşmasının
altında onların imzası vardır. Bu bakımdan ehlileşmiş, düzene hizmete hazır hale gelmiş dinsel gericiliğe
MGK tarafından yeni bir fırsat verilmesi ihtimali yabana atılmamalıdır.
Gericilerin işçi ve emekçileri dinsel duyguların sömürüsü ve sosyal demagoji
aracılığıyla düzene bağlama konusunda deneyimli olmaları, bu ihtimali
daha da güçlendirmektedir. Düzenin bu yeni manevrasını boşa çıkaracak olan ise yükseltilecek birleşik
militan mücadelenin kendisidir. Saldırılara karşı mücadelenin yükselmesi,
inanç sömürüsü ve sosyal demagoji yoluyla işçi ve emekçiler nezdinde güç
olmaya çalışacak gericilerin maskelerini parçalayacak, gerçek yüzlerini
ortaya çıkaracaktır. Yeter ki işçi ve emekçiler laik-şeriatçı, Alevi-Sünni gibi burjuvazinin
bilinçli bir tarzda körüklediği ayrımlara takılmadan elele verebilsinler.
Sermayenin yıkım ve sömürü saldırılarına karşı birlikte duruşu örgütleyebilsinler.
Dinsel gericiliğin kullanılması
Sermayenin, onun temsilcisi olarak devlet ve ordunun, dini ve dinsel
akımları emekçilere karşı ilk kez kullanmadığını biliyoruz. Bunu görmek
için çok gerilere gitmeye gerek yoktur. 12 Eylül faşist cuntasının ilk
işi sınıf ve kitle hareketini şiddetle ezip sindirmek olmuştu. Şiddet
politikasını ise kitleleri devrimci düşüncelerden uzaklaştırarak apolitikleştirecek,
edilgen ve kaderci bir ruhhali içine itecek, bireysel kaygılara yöneltecek
daha farklı politikalar takip etmişti. Bunların en önemlilerinden biri,
dinsel gericiliğin önünün sistematik bir şekilde açılmasıydı. Faşist cuntanın devreye soktuğu bu politika sivil hükümetler
işbaşına geldikten sonra da uzun bir dönem etkin bir şekilde kullanıldı.
Dinsel gericiliğin düzen tarafından bu şekilde kullanılması belli bakımlardan
istenen sonuçları da verdi. Sonuç olarak, hem sınıf ve kitle hareketine
karşı, hem de Kürt ulusal mücadelesine karşı düzen din ve dinsel akımlardan
fazlasıyla yararlanmış oldu. Fakat bu arada da dinsel gericilikten beslenen gerici siyasal akımlar
düzeni yer yer sıkıntıya sokacak bir etkinlik elde etmişti. Dinsel gericiliğin
temsilcisi Refah Partisi, devrimci alternatiflerin iyiden iyiye zayıflayıp
güçten düştüğü koşullarda, bir taraftan topluma pompalanan dinsel inançların
sömürüsüne, bir taraftan da adil düzen üzerinden yapılan sosyal
demagojiye yaslanarak önemli bir toplumsal desteğe ulaşmıştı. Öyle ki,
RP 1995 seçimlerinden en yüksek oyu alarak çıkmış ve hükümet ortağı durumuna
gelmişti. Kürt hareketine karşı kullanılan Hizbullah da PKKnin yaşadığı
teslimiyet sürecinin ardından işlevsizleşmiş ve düzen açısından bir ayakbağına
dönüşmüştü. Düzen belli bir aşamadan sonra dinsel gericiliğe karşı başını ordunun
çektiği bir ehlileştirme hareketine girişti. Refah Partisi bir sivil
darbe aracılığıyla iktidardan uzaklaştırıldı. RP bir süre sonra
da tümüyle kapatıldı. Bu arada dinsel gericiliği düzen için sıkıntı yaratmayacak
sınırlara çekmeyi amaçlayan 28 Şubat süreci başlatıldı. Dinsel gericilik
üzerinde belli bir baskı kuruldu. Bizzat devletin kurduğu, fakat PKKnin
teslimiyet sürecine girmesiyle gereksizleşen Hizbullah ise şeriata
karşı mücadele propagandası eşliğinde hedefe konarak belli ölçülerde
tasfiye edildi. Son MGK toplantısı düzenin şeriata karşı mücadele çığırtkanlığının
eski içeriğiyle devam etmeyeceğini göstermektedir. Buna 28 Şubat süreci
belli bakımlardan sonuçlandırılmıştır da diyebiliriz. Son olarak Fazilet
Partisinin kapatılmasıyla işin bu kısmı kapanmıştır. Faziletin
kapatılmasıyla hem bu çizgiye son vuruş yapılmış, hem de dinsel gericiliğe
dayalı yeni siyasal oluşumların önü açılmıştır. Bu cephede ortaya çıkacak
yeni siyasal oluşumlar RP-FP çizgisine göre daha ılımlı, ehlileşmiş, düzen
için sıkıntı kaynağı olmayacak bir çizgiye itilecek ve bu çizgiye oturduğu
ölçüde düzen tarafından sistemli bir şekilde önü açılacaktır.
MGKdan sosyal patlama
uyarısı
MGKnın Haziran ayı olağan toplantısından olağanüstü
kararlar çıktı. Emniyet ve MİT raporlarını değerlendiren MGKnın,
uygulanan kriz programının toplumu bir sosyal patlamaya hazırladığı, buna
yönelik önlemlerin şimdiden alınması gerektiği kararına vardığı açıklandı.
Kriz yönetme programının, 4 ay gibi bir süreçte toplumu bir sosyal patlamanın
eşiğine getirdiğinin, devletin en tepesinden bu şekilde ikrarı, baştan
sona bu istikrarsızlık programının propagandisti olarak çalışan burjuva
medyada da rüzgarları adeta tersine çevirdi. Birden bu 4 ayda başarılan
yoksullaştırmanın düzeyi sergilenmeye başlandı. Başlandı ama, o kadar.
Medya MGK raporunun giriş cümlesine takılıp kalıyor. Sosyal patlama uyarısını
tamamlayan asıl can alıcı bölümü es geçiyor. Yani önlemler
kısmını. Oysa patlama unsuru işçi-emekçi kitleler açısından asıl haber
değeri taşıyan budur. Patlamak üzere olan kendileri olduğuna göre, bunun
bir de MGK tarafından dillendirilmesi onları çok fazla ilgilendirmiyor.
Fakat, alınması kararlaştırılan önlemler kısmı böyle değil.
Bu tümüyle yeni ve ciddi bir haber. İşçi ve emekçi kitleleri doğrudan
ilgilendiriyor. Bir sosyal patlama uyarısı önlem alınmalı önerisiyle tamamlandığında
ne beklersiniz? Patlamayı hazırladığı iddia edilen sosyal adaletsizliğe
el atılmasını mı? Çığ gibi büyüyen işsizliğe, açlığa, sefalete, zamlara
bir nebze dizgin vurulmasını mı? İşin mantığı bunları gerektirir kuşkusuz.
Ancak, MGK kararlarına bakılırsa, devletin tepesinin önlemden anladığı
patlamayı önlemek değil, patladıktan sonra yapılacaklardır. Sosyal patlamanın
nasıl bastırılacağına kafa yoruyor, buna yönelik hazırlık yapıyorlar.
Orduya, savaş hali yetkileri tanınması kararlaştırılıyor MGKda.
Sistem, önce İMF-TÜSİAD programıyla kitleleri yıkıma sürüklüyor. Sonra
da, yıkıma sürüklediği bu milyonlarca işçi ve emekçinin, bir yerde artık
dayanamayıp ayaklanması ihtimalini gözönüne alıp, iç savaşa hazırlanıyor. MGKnin Haziran raporu, bu nedenle tarihi bir öneme sahiptir ve
önemine layık bir ilgiyi haketmektedir. Üstelik, orduyu savaş hali yetkileriyle
donatmak, işin sadece görünen kısmıdır. Çok iyi bilinmelidir ki, eğer
sistem bir iç savaşa hazırlanıyorsa resmi-legal önlemlerle yetinmeyecek/yetinemeyecek,
mutlaka CİA talimnamelerine başvuracaktır. Toplumda yarattığı büyük infiale
rağmen Susurluk suçlularının korunması, aklanması, saklanması, hatta kahraman
ilan edilmesi boşuna değildir. Bu kanlı mekanizmaya pek de uzun olmayan
bir süreçte tekrar ihtiyaç duyacaklarını bildikleri için dokundurmadılar.
Tam tersine, geçen zaman içinde daha da tahkim ettiler. Ancak sistem, bu kanlı-kirli hazırlıkla yetinemez. Patlamanın şiddetini
olabildiğince azaltmanın da yollarını arayacaktır. Nitekim, MGK raporunu
sivil inisiyatif çetesinin tekrar faaliyete geçmesi takip
etti. Türk-İş, Hak-İş, DİSK başkanları, TİSK patronu Baydurla kolkola
ve Çalışma Bakanının rehberliğinde hükümeti ziyaret ettiler. Çıkışta
hepsi adına konuşan hükümet temsilcisi Okuyanın açıklaması görüşme
konusunda hiçbir açıklık sağlamıyordu. Özetle, çalışma yaşamıyla ilgili
her konu görüşülmüştü. Ancak nasıl görüşülmüştü, neler kararlaştırılmıştı,
belli değil. Muhabirlerin bu yönlü soruları yanıtsız bırakıldı. Zaten
sözde işçi liderlerinin ağızlarına adeta kilit vurulmuş durumdaydı. Toplantıda neler görüşülüp kararlaştırıldığı, daha doğrusu, bu tescilli
hainlere ayaklanmaları bastırma harekatı kapsamında nasıl
bir rol, bir görev biçildiği zamanla ortaya çıkacak elbet. Şimdi önemli
olan, düzenin hazırlığını aynı ciddiyette bir hazırlıkla karşılayabilmektir.
Sistemin saldırılarını altetmeyi hedefleyen bir mücadele, elbette iç düşmanları
da silip süpürecek güce ve bilince kavuşacaktır. Zira, sendikal ihanet
barikatını aşamayan bir sınıf hareketinin sistemin saldırılarını göğüsleyemediği
yeterince açıktır. Tüm bunlar, sınıf hareketinin yeni döneminin yeni açılımlara, yeni örgütlenmelere
olan ihtiyacına da işaret ediyor. Sistemin sosyal patlama korkusunun diğer
adı, Türkiyede devrimci dinamiklerin giderek büyüdüğüdür. Sistem için korku kaynağı olan, işçi sınıfı ve emekçiler için kurtuluşun
tek yolu, tek umut kaynağıdır. |
|||||