7 Temmuz'01
Sayı: 16


  Kızıl Bayrak'tan
  Kamu emekçileri hareketinde yeni dönem
  "Sosyal patlama"lara karşı ehlileştirilmiş dinsel gericilik
  Belgelenen devletin katliamcı kimliğidir!
  "Faşist devlet, bir gün mutlaka bunun hesabını verecektir!"
  Ölüm Orucu Direnişi 261. günüde sürüyor
  Sınıf hareketi
  Satılmış sendika ağaları hesap verecek
  Sümerbank işçileriyle dayanışmayı yükseltelim!..
  Dönemsel durum ve partinin sorumlulukları
  2 Temmuz anma etkinlikleri
  Gençlik
  Yugoslavya'yı yöneten uşak takımı Milosevic'i kredi karşılığı sattı
   Uluslararası hareket
  Direnişçilerin kaleminden
  Açıklamalardan
  Mücadele Postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Son MGK toplantısı...

“Sosyal patlama”lara karşı
ehlileştirilmiş dinsel gericilik hazırlığı

 

Milli Güvenlik Kurulu’nun (sivil üyeleri olsa da bu aslında ordu anlamına geliyor) sermaye devletinin en üst düzey karar alma organı olduğu herkes tarafından biliniyor. Emperyalizmin ve sermaye sınıfının çıkarlarını ilgilendiren her türlü konu aylık MGK toplantılarında ele alınır. Bu kurulda alınan kararlar uygulamaya geçirmesi için hükümet ve meclise iletilir.

Son MGK toplantısı 29 Haziran’da yapıldı. Burjuva medyaya bakılırsa, bu toplantıda temel olarak iki konu görüşüldü. Bunlardan birincisi “sosyal patlama” konusuydu. Diğeri ise “irtica ile mücadele”. Düzen siyasetindeki son gelişmeler de gözetildiğinde, ilk bakışta birbirinden farklı görünen bu iki konuyu MGK’nın tek bir başlık altında tartıştığından kuşku duymamak gerekir. Son MGK toplantısını önceki birçok toplantıdan çok daha önemli kılan da budur.

“Sosyal patlama” kaygı ve beklentisi

MGK’ya sunulan bir raporda, “üst üste yapılan zamların dar gelirli kesimi geçim sıkıntısı içine sürüklediği ve bunun sonucunda hırsızlık, kapkaç gibi suçlarda artış görüldüğüne” vurgu yapıldı ve bunun “önümüzdeki dönemde daha büyük sosyal patlamaları da beraberinde getirebileceği ve sokak eylemlerine dönüşebileceği” kaygısı dile getirildi. Hükümetten, bunun önüne geçilmesi için önlemler alması istendi.

Tek başına ele alındığında MGK’nın bu “tavsiye”sinde anlaşılmayacak bir şey yoktur. Sermayenin yaygınlaşıp derinleşen saldırıları işçi ve emekçileri yığınlar halinde yıkıma sürüklemektedir. Ve bunun kendisi toplumda büyük bir öfke ve tepkinin birikmesine neden olmaktadır. Bunu gören düzen bekçileri biriken mücadele potansiyelini boşa çıkartmak için kendi cephelerinden önlemler almaya yöneleceklerdir. Sermaye devletinin şimdiye kadar uygulamaya soktuğu bir dizi politika da zaten bu öfke ve tepkinin dizginlenmesine, ezilip dağıtılmasına dönüktür.

Fakat bugün artık sermaye sadece baskı ve zor aygıtlarıyla yetinmek istemiyor. Özellikle orta ve uzun vadede bu hiç işine gelmiyor. Çünkü gelişen, sokağa inen ve militanlaşan bir sınıf ve kitle hareketini sadece copla, dipçikle, gaz bombasıyla durdurmanın imkansız olduğunu onlar da çok iyi biliyor. Bu nedenle de başka araçları devreye sokabilmek için sürekli bir çaba gösteriliyor.

Ordu ve dinsel gericilik

İşte MGK toplantısında “şeriatla mücadele” başlığı altında yapılan tartışmayı bu amaçla bağlantılı ele almak gerekir. Toplantıya “İrtica ile mücadele stratejisi” başlığı ile sunulan raporun en dikkat çeken paragrafında şunlar söylenmektedir:

“Tarikat ve mezheplerin önde gelenleri ile kurulan diyaloglar ve bu çerçevede sürdürülen çalışmalar sonucu, bu grupların devlet ve hukuk sisteminin içerisine çekilmesi ve devletin yanında yer almaları noktalarında önemli mesafeler alındı.”

Burada söylenenlere, MGK Genel Sekreteri Orgeneral Cumhur Asparuk’un Mayıs ayında Türkiye’nin Kopenhag Konsolosluğu’nda Milli Görüş Teşkilatları Başkanı Zeki Koçer’le görüşmesi, kapatılan FP’nin “yenilikçi” kanadından temsilcilerin Genelkurmay’la sıklaşan diyalogları türünden gelişmeleri de eklediğimizde, tablo biraz daha belirginleşmektedir.

Bu tablonun anlattığı iki önemli nokta var. Bunlardan birincisi, düzenin ve ordunun laiklik savunusunun ve “şeriata karşı” mücadelesinin ikiyüzlü bir oyun, büyük bir yalan olduğunun ortaya çıkmış olmasıdır. Ayrıca ele alınması gereken bu gerçeği sadece vurgulamakla yetiniyoruz. Bu tablonun anlattığı bir diğer önemli gerçek ise, sermayenin din silahını bir kez daha işçi ve emekçi yığınlara karşı kullanma hesapları içine girmiş olmasıdır.

Genelkurmay daha düne kadar tarikatlara karşı amansız bir mücadele yürüttüğü görüntüsü yaratmak için çabalıyordu. Fakat şimdi tarikat liderleriyle oturup konuştuğunu, onlarla beraber çalışmalar yürüttüğünü açıklıyor. Onların “devlet ve hukuk sınırları içine çekilmesi”nde önemli mesafeler alındığını söylüyor. Tarikatlara, demek oluyor ki dinsel gericiliğe karşı açık bir söylem değişikliğidir bu.

Ehlileştirilmiş gericilik sahneye hazırlanıyor

Böylelikle ordu ile dinsel gericilik arasında bir düşmanlık olmadığı, “şeriatçı” da olsalar onların da bu vatanın evlatları oldukları, devlete ve hukuka karşı gelmemeleri kaydıyla istediklerini yapabilecekleri türünden bir mesaj verilmek istenmektedir. Mesaj hem parti kurup siyaset yaparak düzene bu cepheden hizmet edecek gericilere, hem de işçi ve emekçi yığınlara dönüktür.

Buna düzenin neden ihtiyaç duyduğu ise açıktır. Çünkü son yıllarda düzen partilerinin işçi ve emekçi yığınlar gözünde hiçbir inandırıcılıkları kalmamıştır. Parayla yaptırılan düzmece anketlerde bile, düzen partilerinin hiçbirinin olası bir seçimde yüzde 10 barajını aşamayacakları görülmektedir. Ve düzen siyaseti yığınların güvenini bir süreliğine de olsa kazanacak, onları düzene yedekleyecek, biriken öfke ve tepkinin “sosyal patlama”ya dönüşmesini engelleyecek yeni alternatifler yaratmakta zorlanmaktadır. Bu bakımdan tam anlamıyla tıkanmıştır. CHP’nin düzene “sol”dan nefes aldırmayı kısa vadede başaramayacağı ise bilinmektedir. Bu gerçek son CHP Kurultayı’nda bir kez daha ortaya çıkmıştır. Böylelikle düzenin elinde “sağ”dan seçenekleri değerledirmek ve yakın vadede piyasaya sürmek dışında pek imkan kalmamıştır.

Refah Partisi geçmişte sermayenin saldırılarının hayata geçirilmesi konusunda canla başla çalışmış bir partidir. Emperyalizme sadakatta da diğer partilerden hiç aşağı kalmamıştır. Örneğin ABD-İsrail-Türkiye askeri işbirliği anlaşmasının altında onların imzası vardır.

Bu bakımdan ehlileşmiş, düzene hizmete hazır hale gelmiş dinsel gericiliğe MGK tarafından yeni bir fırsat verilmesi ihtimali yabana atılmamalıdır. Gericilerin işçi ve emekçileri dinsel duyguların sömürüsü ve sosyal demagoji aracılığıyla düzene bağlama konusunda deneyimli olmaları, bu ihtimali daha da güçlendirmektedir.

Düzenin bu yeni manevrasını boşa çıkaracak olan ise yükseltilecek birleşik militan mücadelenin kendisidir. Saldırılara karşı mücadelenin yükselmesi, inanç sömürüsü ve sosyal demagoji yoluyla işçi ve emekçiler nezdinde güç olmaya çalışacak gericilerin maskelerini parçalayacak, gerçek yüzlerini ortaya çıkaracaktır.

Yeter ki işçi ve emekçiler laik-şeriatçı, Alevi-Sünni gibi burjuvazinin bilinçli bir tarzda körüklediği ayrımlara takılmadan elele verebilsinler. Sermayenin yıkım ve sömürü saldırılarına karşı birlikte duruşu örgütleyebilsinler.




Dinsel gericiliğin kullanılması
rejimin temel bir politikasıdır

 

Sermayenin, onun temsilcisi olarak devlet ve ordunun, dini ve dinsel akımları emekçilere karşı ilk kez kullanmadığını biliyoruz. Bunu görmek için çok gerilere gitmeye gerek yoktur. 12 Eylül faşist cuntasının ilk işi sınıf ve kitle hareketini şiddetle ezip sindirmek olmuştu. Şiddet politikasını ise kitleleri devrimci düşüncelerden uzaklaştırarak apolitikleştirecek, edilgen ve kaderci bir ruhhali içine itecek, bireysel kaygılara yöneltecek daha farklı politikalar takip etmişti. Bunların en önemlilerinden biri, dinsel gericiliğin önünün sistematik bir şekilde açılmasıydı.

Faşist cuntanın devreye soktuğu bu politika “sivil hükümetler” işbaşına geldikten sonra da uzun bir dönem etkin bir şekilde kullanıldı. Dinsel gericiliğin düzen tarafından bu şekilde kullanılması belli bakımlardan istenen sonuçları da verdi. Sonuç olarak, hem sınıf ve kitle hareketine karşı, hem de Kürt ulusal mücadelesine karşı düzen din ve dinsel akımlardan fazlasıyla yararlanmış oldu.

Fakat bu arada da dinsel gericilikten beslenen gerici siyasal akımlar düzeni yer yer sıkıntıya sokacak bir etkinlik elde etmişti. Dinsel gericiliğin temsilcisi Refah Partisi, devrimci alternatiflerin iyiden iyiye zayıflayıp güçten düştüğü koşullarda, bir taraftan topluma pompalanan dinsel inançların sömürüsüne, bir taraftan da “adil düzen” üzerinden yapılan sosyal demagojiye yaslanarak önemli bir toplumsal desteğe ulaşmıştı. Öyle ki, RP 1995 seçimlerinden en yüksek oyu alarak çıkmış ve hükümet ortağı durumuna gelmişti. Kürt hareketine karşı kullanılan Hizbullah da PKK’nin yaşadığı teslimiyet sürecinin ardından işlevsizleşmiş ve düzen açısından bir ayakbağına dönüşmüştü.

Düzen belli bir aşamadan sonra dinsel gericiliğe karşı başını ordunun çektiği bir ehlileştirme hareketine girişti. Refah Partisi bir “sivil darbe” aracılığıyla iktidardan uzaklaştırıldı. RP bir süre sonra da tümüyle kapatıldı. Bu arada dinsel gericiliği düzen için sıkıntı yaratmayacak sınırlara çekmeyi amaçlayan 28 Şubat süreci başlatıldı. Dinsel gericilik üzerinde belli bir baskı kuruldu. Bizzat devletin kurduğu, fakat PKK’nin teslimiyet sürecine girmesiyle gereksizleşen Hizbullah ise “şeriata karşı mücadele” propagandası eşliğinde hedefe konarak belli ölçülerde tasfiye edildi.

Son MGK toplantısı düzenin “şeriata karşı mücadele” çığırtkanlığının eski içeriğiyle devam etmeyeceğini göstermektedir. Buna 28 Şubat süreci belli bakımlardan sonuçlandırılmıştır da diyebiliriz. Son olarak Fazilet Partisi’nin kapatılmasıyla işin bu kısmı kapanmıştır. Fazilet’in kapatılmasıyla hem bu çizgiye son vuruş yapılmış, hem de dinsel gericiliğe dayalı yeni siyasal oluşumların önü açılmıştır. Bu cephede ortaya çıkacak yeni siyasal oluşumlar RP-FP çizgisine göre daha ılımlı, ehlileşmiş, düzen için sıkıntı kaynağı olmayacak bir çizgiye itilecek ve bu çizgiye oturduğu ölçüde düzen tarafından sistemli bir şekilde önü açılacaktır.




MGK’dan “sosyal patlama” uyarısı

 

MGK’nın Haziran ayı olağan toplantısından “olağanüstü” kararlar çıktı. Emniyet ve MİT raporlarını değerlendiren MGK’nın, uygulanan kriz programının toplumu bir sosyal patlamaya hazırladığı, buna yönelik önlemlerin şimdiden alınması gerektiği kararına vardığı açıklandı.

Kriz yönetme programının, 4 ay gibi bir süreçte toplumu bir sosyal patlamanın eşiğine getirdiğinin, devletin en tepesinden bu şekilde ikrarı, baştan sona bu istikrarsızlık programının propagandisti olarak çalışan burjuva medyada da rüzgarları adeta tersine çevirdi. Birden bu 4 ayda “başarılan” yoksullaştırmanın düzeyi sergilenmeye başlandı. Başlandı ama, o kadar. Medya MGK raporunun giriş cümlesine takılıp kalıyor. Sosyal patlama uyarısını tamamlayan asıl can alıcı bölümü es geçiyor. Yani “önlemler” kısmını. Oysa patlama unsuru işçi-emekçi kitleler açısından asıl haber değeri taşıyan budur. Patlamak üzere olan kendileri olduğuna göre, bunun bir de MGK tarafından dillendirilmesi onları çok fazla ilgilendirmiyor. Fakat, alınması kararlaştırılan “önlemler” kısmı böyle değil. Bu tümüyle yeni ve ciddi bir haber. İşçi ve emekçi kitleleri doğrudan ilgilendiriyor.

Bir sosyal patlama uyarısı “önlem alınmalı” önerisiyle tamamlandığında ne beklersiniz? Patlamayı hazırladığı iddia edilen sosyal adaletsizliğe el atılmasını mı? Çığ gibi büyüyen işsizliğe, açlığa, sefalete, zamlara bir nebze dizgin vurulmasını mı? İşin mantığı bunları gerektirir kuşkusuz. Ancak, MGK kararlarına bakılırsa, devletin tepesinin önlemden anladığı patlamayı önlemek değil, patladıktan sonra yapılacaklardır. Sosyal patlamanın nasıl bastırılacağına kafa yoruyor, buna yönelik hazırlık yapıyorlar. Orduya, savaş hali yetkileri tanınması kararlaştırılıyor MGK’da. Sistem, önce İMF-TÜSİAD programıyla kitleleri yıkıma sürüklüyor. Sonra da, yıkıma sürüklediği bu milyonlarca işçi ve emekçinin, bir yerde artık dayanamayıp ayaklanması ihtimalini gözönüne alıp, iç savaşa hazırlanıyor.

MGK’nin Haziran raporu, bu nedenle tarihi bir öneme sahiptir ve önemine layık bir ilgiyi haketmektedir. Üstelik, orduyu savaş hali yetkileriyle donatmak, işin sadece görünen kısmıdır. Çok iyi bilinmelidir ki, eğer sistem bir iç savaşa hazırlanıyorsa resmi-legal önlemlerle yetinmeyecek/yetinemeyecek, mutlaka CİA talimnamelerine başvuracaktır. Toplumda yarattığı büyük infiale rağmen Susurluk suçlularının korunması, aklanması, saklanması, hatta kahraman ilan edilmesi boşuna değildir. Bu kanlı mekanizmaya pek de uzun olmayan bir süreçte tekrar ihtiyaç duyacaklarını bildikleri için dokundurmadılar. Tam tersine, geçen zaman içinde daha da tahkim ettiler.

Ancak sistem, bu kanlı-kirli hazırlıkla yetinemez. Patlamanın şiddetini olabildiğince azaltmanın da yollarını arayacaktır. Nitekim, MGK raporunu “sivil inisiyatif” çetesinin tekrar faaliyete geçmesi takip etti. Türk-İş, Hak-İş, DİSK başkanları, TİSK patronu Baydur’la kolkola ve Çalışma Bakanı’nın rehberliğinde hükümeti ziyaret ettiler. Çıkışta hepsi adına konuşan hükümet temsilcisi Okuyan’ın açıklaması görüşme konusunda hiçbir açıklık sağlamıyordu. Özetle, çalışma yaşamıyla ilgili her konu görüşülmüştü. Ancak nasıl görüşülmüştü, neler kararlaştırılmıştı, belli değil. Muhabirlerin bu yönlü soruları yanıtsız bırakıldı. Zaten sözde işçi liderlerinin ağızlarına adeta kilit vurulmuş durumdaydı.

Toplantıda neler görüşülüp kararlaştırıldığı, daha doğrusu, bu tescilli hainlere “ayaklanmaları bastırma harekatı” kapsamında nasıl bir rol, bir görev biçildiği zamanla ortaya çıkacak elbet. Şimdi önemli olan, düzenin hazırlığını aynı ciddiyette bir hazırlıkla karşılayabilmektir. Sistemin saldırılarını altetmeyi hedefleyen bir mücadele, elbette iç düşmanları da silip süpürecek güce ve bilince kavuşacaktır. Zira, sendikal ihanet barikatını aşamayan bir sınıf hareketinin sistemin saldırılarını göğüsleyemediği yeterince açıktır.

Tüm bunlar, sınıf hareketinin yeni döneminin yeni açılımlara, yeni örgütlenmelere olan ihtiyacına da işaret ediyor. Sistemin sosyal patlama korkusunun diğer adı, Türkiye’de devrimci dinamiklerin giderek büyüdüğüdür.

Sistem için korku kaynağı olan, işçi sınıfı ve emekçiler için kurtuluşun tek yolu, tek umut kaynağıdır.