30 Haziran'01
Sayı: 15


  Kızıl Bayrak'tan
  Konya Tatbikatı aynasından yansıyanlar
  ABD-İsrail-Türkiye ittifakı...
  Ek vergiler krizin yeni taksididir..
  Fazilet Partisi kapatıldı
  Sivasın katili sermaye devletidir
  Kamu emekçileri hareketi
  Sınıf hareketi
  Ölüm Orucu ile dayanışma etkinlikleri
  Kriz ve devrimci sınıf çizgisi/9
  PKK-DÇS: Teslimiyet ve tasfiye süreci derinleştiriliyor
  Otadoğu
  Kapitalizmin kadın sağlığına genel etkileri
   Uluslararası hareket
  Ölüm Orucu direnişçilerinden mektup
  Müzik ve politik mücadele
  Politik çıkmaza doğru sürüklenen ÖDP
  Mücadele Postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 
Müzik ve politik mücadele

Burjuvazi her alanda olduğu gibi kültürel alanda da emekçilere bir dizi saldırı yöneltmekte, kitlelerin uyuşturulması, beyinlerinin yıkanması için sanatı afyon gibi kullanmaktadır. Buna karşı işçi sınıfı, sanatı da bir silah olarak kullanmak ve onu burjuvaziye yöneltmek zorundadır.

Burjuva sanatçılar ve bazı liberal aydınlar, ilerici devrimci sanatı etkisizleştirmek için, sanatın siyasetten bağımsız olduğunu/olması gerektiğini, güzel olanın bu olduğunu söylemektedirler. Bayatlamış bir burjuva görüşü olan “sanat sanat içindir” anlayışını “sanat toplum içindir” anlayışının yerine geçirmeye çalışmaktadırlar.

Peki sanat sanat için mi olmalıdır? Bu görüş doğru mudur? Elbette hayır! Tarihe baktığımızda, örneğin kendini evrensel düzeyde kanıtlamış en büyük müzisyenlerin esasında hiç de politikadan bağımsız olmadığını görürüz. Eğer tarih sınıf savaşımlarının tarihi ise ve müzisyen de toplumun bir parçası ise, bu durum ve tutum son derece doğal sonuçtur.

Müzik ve politika hiçbir zaman
ayrı durmamamıştır

Tarihin gelmiş geçmiş en büyük bestecilerinden sayılan Mozart, katolik kilisesine ve ruhban sınıfa karşı tavır almış, aldığı bu tavırdan dolayı açlık ve yoksulluk içinde genç yaşta ölmüştür. Beethoven ise coşkulu bir cumhuriyet taraftarıdır. Napolyon imparatorluğunu ilan ettiğinde, ona öfkesini kusmaktan geri durmamıştır. Verdi’nin adı ise İtalya’da feodal sınıfa karşı verilen demokrasi mücadelesi ile bütünleşmiştir. Wagner anarşist yapısı, yahudi karşıtı düşünceleri ile ün salmıştır; Bakunin ile dostluğu da bilinmektedir.

Hitler Almanyası da, Nasyonel Sosyalist düşüncenin propagandasının yapılması için birçok besteciyi görevlendirmiş, bu amaçla Reich Müzik Odası’nı kurmuştur. Aynı zamanda muhalif müzisyenleri de yok etmeye çalışmıştır. Komünist Manifesto’yu kantat yapan Erwin Schulhoff, Nazi Almanya’sı tarafından esir edildikten sonra Wülzberg kampında öldürülmüştür.

Tüm bu örnekler, müziğin politikadan bağımsız olmadığını ve sınıfların bu alanda da mücadele içerisinde olduklarını göstermektedir.

Partili sanatın önemi

Lenin, kültür sorunu üzerine makalelerinde, partili olmayan sanatı mahkum etmiştir. Müzik de devrimci ideolojinin kitlelere anlatılmasına ve benimsetilmesine aracı olabilmelidir. Sanat, burjuvazinin güdümünden ve burjuva bireyciliğinin ekseninden çıkarılmalıdır. Sanat bağımsızdır nutuklarını mahkum etmek, bunu savunanların işin aslında burjuvazinin hizmetinde olduğunu bilmek ve proletaryanın sanatını yaratmak zorundayız. Bu da elbette proletaryanın devrimci önderliğinin somutlaşmış ifadesi olan partili mücadelede gerçek anlamını ve işlevini bulur.

Her sınıf kendi sanatını yaratır ve isteklerini bu şekilde topluma anlatır. Burjuvazi içi boş sözlerle dolu şarkılar yaratarak kitleleri uyuşturmaya çalışır. Muhalif müzik de belli bir sınıfa aittir. Mesela Grup Yorum, küçük-burjuvazinin devrimci taleplerini en net ve en güzel ifade eden bir müzik grubudur. Bugün birçok öğrenci ve varoş gençliği, bu müziği dinleyerek etkilenebilmekte ve belli bir ideolojiye sempati duyabilmektedir. Ama proletaryanın devrimci özlemlerini ve devrimci sosyalist hedeflerini ifade eden bir müzik denilince, büyük bir boşluğun var olduğunu görmemiz gerekiyor.

Saldırmanın vakti gelmiştir

Bu boşluğu tabii ki komünistler doldurmak zorundadır. Etkinliklerde, grev çadırlarında, sokak eylemlerinde sazıyla sözüyle ortama renk katacak, coşturacak, politik mesajını taşıyacak bir müziği yaratma zorunluluğu vardır. Burjuva sanat anlayışına işçi sınıfının bağrından köklü bir darbe indirmek zorunludur.

Yaşanan deneyimlerin ışığında, müziğin politik faaliyete getirdiği canlılık, kitlelere seslenmede taşıdığı kolaylıklar göz önüne alınmak zorundadır. Bir etkinlikte yapılan konuşmalardan sonra, o konuşmaların içeriği doğrultusunda üretilmiş bir şarkı, mesajın çok daha rahat anlaşılmasını sağlamaktadır. Grup Yorum, konserlerinde ölüm orucu ile ilgili konuşmalar yaptıktan sonra, konuya dair söylediği bir şarkıyla tüm kitleyi yumruklar havada şarkıya katılır bir hale getirebilmektedir. Bu ciddi bir etkidir, müziğin rolünü kavramamıza yardımcı olmalıdır. Veya bir piknikte yalnızca düzene muhalif yönü bilinen insanlara, müzik grubu aracılığıyla, hem devrim ve sosyalizm mesajını, hem de ölüm orucu direnişine sahip çıkılması gerektiği mesajının verilebildiğini görüyoruz. Buna benzer örneklerin yaygın biçmde yaşandığı ve yaşanacağı açıktır. Yeter ki bu konuda bir bilinç açıklığına sahip olabilelim.

Üretim zorunludur!

Partili müzikten bahsediyorsak, bu alanda büyük bir emek harcamak gerektiği açıktır. Mevcut müzik çalışmalarımız güçlendirilmeli, bu alandaki imkanlar zorlanmalı, bir üretim faaliyeti örgütlenebilmelidir. Bu üretim partimizin temel perspektiflerini yansıtan bir tarzda olmak zorundadır. İnsanlara yabancı bir müzik tarzında üretim yapmayı tercih etmemeliyiz. Ayrıca kullandığımız müzik aletleri de mümkün mertebe insanların kolayca edinip çalabileceği tarzda olmalıdır. Mesela bir yan flütün sesi çok güzeldir, ama çok pahalı bir alettir. Onun yerine kavalı tercih etmek, üretimi o yönde yapmak gerekir. Bu şekilde insanların kolayca öğrenip kolayca çalıp söyleyebileceği, daha rahat benimseyeceği bir üretim tarzına girmiş oluruz.

M. Theodorakis, müziğe başladığında, eğitim görmüş bir komünist müzisyen olarak halkın varolan müziğini incelediğini, onun kullandığı enstrümanlarla beraber söz ve müzik olarak daha kaliteli şarkılar üretmeye çalıştığını, bu şekilde halkın müzik beğenisini geliştirerek burjuvazinin onlara vermeye çalıştığı bayağı estetik anlayışını kırmak istediğini anlatıyor. Bizim hedefimiz de bu olmalıdır.

Ayrıca sınıf çalışmasının yürütüldüğü bölgelerde, müzik deneyimlerimizi emekçi kitlelerle paylaşmak açısından işçi koroları kurabilmeliyiz. Bu tür bir faaliyetin örgütlenme anlamında da çok büyük yararları olduğu açıktır.

Hiçbir alanda boşluğa tahammülümüz olamaz, olmamalıdır. Müzik alanında da bizim dolduramadığımız boşluğu düzen dolduracaktır, bunu asla unutmamalıyız. Öyleyse partili sanata omuz vermeli, onu daha ileri düzeylere taşımanın her türlü olanağını kullanmalıyız.

Yaşasın Partili sanat!
Yaşasın devrim ve sosyalizm!

H. Akar





Bir film ve emperyalist kültür saldırısı

Emperyalizmin yeni sömürgecilik yöntemleri, az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeleri kültürel egemenlik altına almayı gerektirmektedir. Emperyalistler maddi güçleriyle kaleleri fethederken, manevi değerlerini de pompalama çabasındadır. İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana yoğun bir kültür emperyalizmi uygulanmaktadır.

Türkiye’deki emekçiler de, Rambolar, Rockyler, çizgi filmler vb. ile, tarihin çarpıtılmasından oluşan, toplumsallıktan ve paylaşımcılıktan uzak, bireysel kahramanlığı ve bencilliği öne çıkaran emperyalist kültürün yıllardır bombardımanı altındadır.

Burada değinmek istediğim konu sinema. Geçtiğimiz aylarda gösterilen “Kapıdaki Düşman” filmi, emperyalist kültür bombardımanının çarpıcı bir örneği. Filmde açıkça yansıtılan nefret, sosyalizmden duyulan korkuyu ortaya koyuyor.

Film, güya İkinci Dünya Savaşı’nda Alman faşistlerinin Stalingrad’a dayanması karşısında dünyada eşine az rastlanır bir direniş örneği olarak insanlık tarihine geçen Stalingrad savunmasını anlatıyor fakat baştan sona, tarihin çarpıtılmasının, tersyüz edilmesinin bayağı bir örneği sergileniyor. Bu savunmada şehit düşen milyonlarca insan yok sayılarak, sonuç iki keskin nişancının savaşına dökülüyor.

Filmde Kızıl Ordu askerlerinin savaştan kaçmak için çeşitli yollar denediği, kaçanların ise kendi yoldaşları tarafından vurulduğu anlatılıyor. Sanki insanlığı faşizmin barbarlığından kurtaranlar, bu uğurda en büyük bedelleri ödeyenler onlar değillermiş gibi. Komutanların farklı bir yaşam sürdürdüğü, askerler açlıktan ölürken onların her gece yiyip-içip eğlendikleri vurgulanıyor. Kısacası, baştan sona sosyalizme nefret kusan bir film.

Kapitalist barbarlığın sahipleri giderek daha fazla yalan, çarpıtma ve demagojiye ihtiyaç duyuyorlar. Son yıllarda sosyalizmi karalayan birçok kitabın çıkarılması boşuna değil. Emperyalist kapitalizm içinde debelendiği krizin faturasını işçi ve emekçilere yüklemek için kapsamlı bir saldırı yürütüyor. Bu saldırılar karşısında sosyalizm işçi ve emekçiler işin yeniden bir umut ve özlem haline geliyor.

Bu nedenle onlar, sonunun yaklaştığını hisseden akrepler gibi, etrafa saldırıyorlar. Ama, bu saldırıların sonuç vermediğini gördükleri zaman, akrep kadar asil davranıp kendilerini imha etme fırsatını onlara vermeyeceğiz. Onları kendi ellerimizle tarihin çöplüğüne göndereceğiz.

Yaşasın sosyalizm!

T. Yıldız