14 Nisan'01
Sayı: 04


  Kızıl Bayrak'tan
  Sınıf ve kitle hareketini boğmaya dönük kirli planları boşa çıkaralım!
  Devrimciler ölmez, devrim davası yenilmez!
  Zafer et ve tırnakla sökülüp alınacaktır!
  Geçmiş deneyimlerin ışığında 1 Mayıs'a hazırlık...
  İşçi sınıfının ögütlü-birleşik mücadelesi tayin edicidir
  Ya mücadele ya yozlaşma
  Kitle eylemine etkin müdahale nasıl ele alınmalıdır?
  Taban inisiyatifinde yeni adım: "Anadolu Yakası İşçi-Emekçi Platformu Girişimi"
  Düzenin krizi'ne liberal sol reçeteler/3
  Kriz ve devrimci sınıf çizgisi/1
  Gençlik
  Esnaf eylemleri...
  İşçi sağlığı ve iş güvenliği
  Yurtdışında Ölüm Orucu Direnişi ile dayanışma etkinlikleri
  Ölüm Orucu Direnişi 25. haftasında!
  Mücadele Postası


Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Kriz ve devrimci sınıf çizgisi/2

H. Fırat
(24 Mart ‘01 tarihli bir konferansın kayıtlarıdır...)

Papazca temennilere dayalı sözde
alternatif programlar

Tekelci burjuvazinin ve onun adına ülkeyi yönetenlerin sosyal yıkım politikalarının ne anlama geldiğini ve hangi sonuçları ürettiğini, daha da üreteceğini çok iyi bildiklerini; bu nedenledir ki, ekonomik ve sosyal işlerde “küçülen devlet” isterlerken, tersinden de, siyasal-militarist bir baskı aygıtı olarak sürekli “büyüyen devlet” peşinde olduklarını söylemiştim. Bunu bilmeyen ya da bilmezlikten gelenler, alternatif “ulusal programlar” adı altında ve safça bir temenni eşliğinde burjuvaziye “sosyal devlet”i tavsiye edenlerdir.

Bu noktayı gözönünde bulundurmak büyük bir önem taşıyor. Çünkü son kriz patlak vereli beri bir taraftan reformist sol partiler, öte taraftan sendika bürokrasisi sözde “alternatif program”lar hazırlayıp öneriyorlar. Ama alternatif programlar ancak alternatif toplumsal güçlere dayanılarak ve bu sayede bugünkünden farklı koşullara ulaşarak hayata geçirilebilir. Bu ülkenin bir egemen sınıfı var, bu egemen sınıfın emperyalist sistem içerisinde bir yeri ve buna dayalı temel tercihleri var. Her alternatif program iddiası bu temel gerçeği saptayarak ve hesaba katarak işe başlamak zorunda.

Mevcut sınıfı altetme sorununu, yani toplumsal devrimi, stratejik ve dolayısıyla uzun vadeli bir hedef olarak bir yana koyalım. En acil, en yakıcı istemlerin gerçekleştirilmesi bile, hiç de öyle makul ve gerçek ülke çıkarlarıyla bağdaşan sözde “ulusal program”larla değil, fakat ancak zorlu bir sınıf mücadelesiyle burjuvaziden koparılıp alınabilir. Siz işçi sınıfı ve emekçilerin birleşik direnci ve seferberliği sayesinde emperyalizmin ve burjuvazinin güncel saldırılarını püskürtemediğiniz sürece; örneğin zamların geri alınması, ücretlerin artırılması, sosyal harcamaların çoğaltılması, işgüvencesi, dolaylı vergilerin kaldırılması vb. acil istemleri kitlelerin mücadele gücüyle egemen sınıfa dayatamadığınız, sınıflar mücadelesiyle onu geriletemediğiniz sürece, burjuvazinin politik tercihleri de gündemde kalacak, uyguacak, popüler deyimle fatura her zamanki gibi emekçilere ödetilecektir.

Bugün “ulusal alternatif” reçetesi sunmaya hazırlanan sendika bürokratları sorunu hiç de sınıf mücadelesi bakışaçısıyla ele almıyorlar. Diyorlar ki; bu politika yanlış, bu politika ülkeyi batağa götürüyor, kriz üstüne kriz yaratıyor, dolayısıyla bu çıkmaz yoldan çıkılmalı, bu kısır döngü terkedilmeli, ülke için hayırlı olan politika şu şu unsurlardan oluşuyor, hükümetler aklını başına toplamalı, vakit varken bu politikaları uygulama yoluna gitmelidir. Bunlar fazlasıyla saf ve papazca temennilerdir, fakat sorunu böyle ortaya koymak, iyiniyetli temennilerle ortaya çıkmak hiç de saflıktan gelmiyor. Tersine, burada büyük bir ikiyüzlülük ve emekçileri aldatıp oyalama hesabı var.

Bu ülkede ve hiçbir ülkede egemen sınıf, onun adına ülkeyi yönetenler, politik tercihlerini hiç de hangi politikanın ülke için daha hayırlı olacağı üzerinden yapmıyorlar. Egemen sınıfın çıkar ve ihtiyaçları neyi gerektiriyorsa, sonuçta tercihler de ona göre yapılıyor. Mevcut politikalarla burjuvazi işleri götürüyor. Bu reçetelerin uygulanmasıyla Türk burjuvazisinin en güçlü, en gelişmiş kesimleri büyük vurgunlar vuruyor, kârlarını döne döne katlıyorlar. Bu arada zayıf olanlar iflasa sürükleniyor ve eleniyor. Kapitalizmin işleyiş mantığı içinde bu hep böyledir; güçlüler her zaman zayıfları ezer, eler ya da kendi bünyesine katarak basbayağı yutar. Sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesinin temel mekanizmalarından biri tam da budur.

Batanların bağırıp çağırmaya hakları da yok, kapitalizm zemininde bu işler böyle olur, bunu da en iyi kendileri bilir. Piyasa ekonomisi üzerine kulakları sağır eden bir propagandaya tam destek verip de aynı piyasanın kurbanı olunca bağırıp çağırmak, burjuva ikiyüzlülüğünün bir biçimi sayılmalıdır. TOBB bünyesindeki yakınmaların bundan başka bir anlamı yok. Ayrıca batanın varlığı, fabrikası, işletmesi hiç de kaybolmaz ya da çöpe gitmez. Sanayici kredisini ödeyemeyince ne olur? Kredisini ödemeyen sanayicinin fabrikasına alacaklı bankalar elkoyar, ya da başka birileri bu varlığa biraz da kelepir fiyatla el koyar, sonuçta bir merkezileşme, üretim araçlarının daha sınırlı ellerde toplanması süreci yaşanır. Yineliyorum, kapitalizmde bu hep de böyle olur; sermaye birikiminin bir yolu da budur, güçlülerin zayıfları ezip yutmasıydevasa boyutlarda tekelleşmeler gerçekleşir. Birileri batmamak ya da rakipler karşısında üstünlük sağlamak için kendi aralarında birleşir, ya da kendinden güçlü olan birine eklemlenir. Bu da sermaye yoğunlaşması ve merkezileşmesinin bir yoludur.

“İthal ikameci”liğinin faturası

“İthal ikameci” sanayileşmeden arada sözetmiştim. Bu bir sermeye birikimi modelidir; 1929 büyük bunalımı sonrasında ve bunalımın yolaçtığı zorlayıcı ortamda, birçok bağımlı ülkede, özellikle de bazı Latin Amerika ülkelerinde ve bu arada Türkiye’de devlet eliyle uygulanmış, bu ülke burjuvazilerinin palazlanmasında temel önemde bir rol oynamıştı.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında ise, aynı “ithal ikameci model”, bu kez bizzat emperyalizmin teşviki ve yönlendirmesiyle, birçok bağımlı ülkede ve bu arada Türkiye’de bir “büyüme ve sanayileşme modeli” olarak gündeme getirildi. Bu modelde, emperyalist tekeller düne kadar size dışarıdan sattıkları birçok malı artık içerdeki işbirlikçi firmalarla ortaklık halinde ülkenizde üretip, yüksek gümrük duvarlarıyla korunmuş rakipsiz iç pazarınıza yüksek fiyatlarla sürmek yoluna gidiyorlar. Böylece modelin özünü, esasını da ifade etmiş oldum.

Bazı araştırmacılarımızın bu modeli “içe dönük dışa bağımlı” olarak tanımlamaları bu açıdan son derece isabetlidir. Düne kadar dışarıdan, emperyalist metropollerden mamul halde ithal edilen bir dizi malın artık içeride üretilmesi anlamına geliyor. Ama düne kadar ithal edilen bir malı üretecek altyapıya, bilgi ve teknoloji düzeyine sahip olunmadığı için, işin aslında makinaların yanısıra temel ve ara girdilerinin yine dışarıdan alınması, içeride bir tür montajının yapılması olarak gerçekleşiyor bu “ikame” işlemi. Dolayısıyla ithalini artık güya “ikame” ettiğiniz malın üretimi için gerekli temel ve ara mal girdilerinde dışarıya bağımlı kalmaya devam ediyorsunuz. Ya da ancak zaman içerisinde bu girdilerin bir kısmını ülkede üretebilir hale gelebiliyorsunuz. Ama bu gelişme hiç de bağımlılık ilişkisinde bir zayıflama anlamına gelor, tam tersine, kural olarak bu bağımlılık ilişkisi zaman içinde hep güçlenip pekişiyor.

Türkiye’nin savaş sonrası tarihi, ki bu modelin uygulanmasına geçişi işaretler, buna örnektir. Bugünün Türkiye’si emperyalizme iktisadi ve mali açıdan ‘50’lerle kıyaslanamayacak ölçüde bağımlıdır, sanayi altyapısı o dönemle kıyaslanamaz ölçüde geliştiği halde bu böyledir. Zira aynı bağımlılık ilişkisi bu sefer kendini başka biçimlerde, başka alanlarda daha güçlü bir biçimde döne döne yeniden ve daha da pekişerek üretiyor. Ekonominiz ve mali yapınız binbir bağla emperyalist dünya ekonomilerine bağlandıktan sonra, artık onun işleyişinin, onun çarkının bir parçası haline geliyor ve bu ilişki zaman içerisinde daha da güçleniyor. Güney Kore’nin ‘60 sonrasında yaşadığı hızlı sanayileşme bir ara “Kore mucizesi” olarak tanımlanıyordu ve bir “model” olarak suuyordu. Oysa aynı Güney Kore’nin bugün dev emperyalist tekeller ve finans kuruluşları tarafından neredeyse satın alındığını görüyoruz.

1950’lerden ‘80’lere kadarki 30 yıllık dönemde, Bayar-Menderes hükümetleri döneminden 12 Eylül darbesine kadarki süreçte demek oluyor bu, “ithal ikameci sanayileşme”yi uyguladılar. Malı içeride üretmek diyorum, ama yineliyorum, malı üreten gerçekte siz olmuyorsunuz. Siz gümrük duvarlarını yükseltiyor, böylece korunan, yüksek tekel kârlarına elverişli bir iç pazar yaratıyorsunuz. Örneğin Philips firması (bu örneği Vehbi Koç’un ilk sanayi yatırımı ortaklığı olduğu için kasten veriyorum) Türkiye’den bulduğu bir işbirlikçi firma ile gelip içeride elektrik ampülü üretmek üzere yatırım yapıyor. Böylece hem bu üretimin girdilerini tüketeceği bir alan buluyor, hem bunun mamul mal olarak iç pazar için üretilmesi sürecinde artı-değer s&oul;mürüsü gerçekleştiriyor, hem de bunları gümrük duvarlarıyla korunan rakipsiz iç pazarda yüksek tekel kârlarıyla satışa sunuyor. Bu son nokta özellikle önemli. Zira böylece, gümrük duvarlarınız yüksekliği ve dolayısıyla iç pazarınızın sözde dışa karşı korunması, yatırımcı emperyalist tekeller ve yerli işbirlikçileri için bir aşırı kâr olanağına dönüşüyor.

Bütün bunlara, yabancı sermayeyi ve yatırımı teşvik kanunları çerçevesinde devletten sağlanan ayrıcalıkları, elde edilen yatırım kolaylıklarını, çeşitli türden muafiyetleri ve elbette elverişli koşullarda dışarıya kâr transferini ekleyiniz, ithalatı sözde ikame eden büyüme modelinin ülkeye maliyeti çıkar ortaya. Ya da tersinden, bunun iç pazara yatırım yapan emperyalist tekeller ile işbirlikçi ortakları için ne türden bir sömürü ve vurgun olanağı olduğu anlaşılır.

“İçe dönük dışa bağımlı” bu sermaye birikimi modeli, sürekli büyüyen ithalat ihtiyacı nedeniyle Türkiye’nin dış ticaret açığını yıldan yıla büyüttü. Turizm ve ‘60 sonrasından itibaren de işçi dövizi gelirleri, bu açığın yarattığı döviz ihtiyacını ancak kısmen hafifletebildi. Dış ticaret açığının döviz kıtlığına yolaçması, bunun dış borçlarla karşılanması ise, borçların yıldan yıla katlanmasını getirdi. Bununla işleri yaklaşık bir 30 yıl götürdüler. Ve bu 30 yıl Türkiye’de ağır bir sosyal çatışma dönemi oldu. Bu 30 yılın içerisinde üç askeri darbe oldu ve bunların son ikisi doğrudan ekonomik ve sosyal nedenlere bağlı olarak gerçekleştirildi. Bu aynı 30 yılın içerisinde, bu faşist askeri darbelerle bastırılabilen iki büyük halk hareketlesi, iki görkemli devrimci yükseliş yaşandı. Bu, “ithal ikameci” sermaye birikim modelinin ne pahasına hayata geçirildiğinin, bu aynı sürecin sosyal ve siyasal maliyetinin de bir ifadesidir.

“Dışa açık büyüme” ya da borç batağı

Zaman içerisinde borçlar şiştikçe şişti, dış ticaret açıkları yıldan yıla hep büyüdü, döviz kıtlığı iç üretimi sık sık zaafa uğrattı. Sonuçta bu işe mevcut yapı/model içerisinde bir çözüm bulabilmek bir yana, ‘70’lerin sonu modelin tıkanması ve iflasını işaretledi. “24 Ocak Kararları” ve onu siyasal olarak tamamlayan 12 Eylül saldırısı, yeni bir modele, dışa açık ya da ihracata dayalı büyüme dedikleri sermaye birikim modeline geçişi başlattı.

Devam etmeden temel önemde bir noktaya daha işaret etmek durumundayım. “İthal ikameci” sanayileşmenin gerçekte bağımlılığı pekiştirdiğini söylemiştim. Modelin kendisi başlıbaşına bir bağımlılık mekanizması üzerine oturuyor. Ama bununla sıkı sıkıya bağlantılı olarak bir de dış borçlanmanın getirdiği sonuçlar var. Bu model dış ticaret açığınızı büyüttüğü ve siz de bunu dış borçlanma ile gidermek yoluna gittiğiniz ölçüde, bir dış borç sarmalının tuzağına kendiliğinden düşüyorsunuz. Sürekli büyüyen ve sizi vadesi gelmiş borçları bile ancak yeni borçlanmalar yoluyla ödemek zorunda bırakan bu kısır döngü, ülkenizin emperyalizme bağımlılığını perçinleyen bir başka temel halka oluyor.

‘80’li yıllarda 24 Ocak Kararları gündeme getirildiğinde, bu ekonomide köklü bir yeniden yapılandırmanın gereği olarak sunuldu. Türkiye ekonomi dünya piyasalarını hedefleyen bir üretim yapmadıkça, buna uygun bir yapıya kavuşmadıkça bugünkü yükü artık taşıyamaz, denildi. Bu değerlendirmeyi yapan, aklı veren, süreci bizzat teşvik edip yönlendiren, her zamanki gibi yine emperyalist odaklar, İMF ve Dünya Bankası türünden emperyalist finans kuruluşlarıydı. İhracata dayalı sanayileşme yolunu tutarsanız, ürettiğiniz mallar dış pazarlarda satılacağı için bol döviz geliriniz olacak, döviz açığınız da bu sayede giderilmiş olacak, mevcut yük de hafifleyecek ve zamanla ortadan kalkacak, deniliyordu. Pek de makul ve cazip bir sunuluştu bu. Ama bunun nasıl bir aldatmaca olduğunu son 20 yıl göstermiş bulunuyor. Türkiye 12 Eylül?e rdiğinde, dış borçları 15 milyar dolardı. Dışa açıldığımız ve güya ihracatımızı geliştirdiğimiz ilk on senenin sonunda bu borç üç kattan fazla artmış, 50 milyar doları bulmuştu. 20 yılın sonunda 110 milyar dolardı ve bugün, yani 21 yıl sonra artık 120 milyar doları bulmuş durumda.

Bu borç son yirmibir yılda 120 milyar dolara çıkmış. Demek oluyor ki, “ihracata dayalı büyüme” adı altında gündeme getirilen politikalar, dış kaynak ihtiyacını azaltmamış, tersine muazzam ölçülerde çoğaltmış. Bugün öyle bir noktaya gelinmiş ki, İMF 3 milyar dolar vermese ya da borsada oynayan dış kaynaklı spekülatif sermayeden birkaç milyar dolar dışarı kaçsa, tüm dengeler tepe takla oluyor ve ekonominin bir anda soluğu kesiliyor.

Borsa spekülasyonları ve krizin yapaylığı iddiası

Artı bir nokta daha var. Bugün “ulusal program” alternatifi sunan liberal reformist çevreler ve sendika bürokratları diyorlar ki; bu kriz yapaydı, aslında Türkiye ekonomisinin kriz yaşaması için bir neden yoktu; ama emperyalistler Türkiye’ye bir şeyler dayatmak istedikleri için bu krizi emperyalist merkezlerde planlıyor ve ani bir yapay kriz olarak tetikliyorlar.

Bu iddia elbette belli bir doğruluk payı taşıyor. Eğer büyük borsa spekülatörleri sizin mali piyasanızda oynayabiliyorlarsa, gerektiğinde emperyalist merkezlerin planları ve yönlendirmesi çerçevesinde istedikleri zaman size karşı bu türden oyunları da oynarlar, size krizi yapay olarak da dayatırlar. Ama bunun kendisi zaten ekonomik yapınızın ve işleyişinizin bir parçası, ekonomik-mali köleliğinizin yarattığı bir durumla karşı karşıya kalıyorsunuz burada. “Sıcak para girişi”ne bu denli bağlanmış bir ekonomi, bu aynı paranın kaprisli ya da kasıtlı kaçışı karşısında da aşırı duyarlı ve kırılgan olur, kendi deyimleriyle. Demek ki ekonominiz emperyalist merkezlerin, vurguncu mali spekülatörlerin sizinle oynanabileceği bir yapıya ve zemine sahip. Bu durumda ortaya çıkan bu türden sonuçlar yapay olduğu kadar bir bakıma olağandır da.

Düzenin egemenleri olarak buna artık bir son verelim de diyemiyorsunuz, bu mümkün olamıyor. Siz “24 Ocak Kararları”yla birlikte dış ticaret liberalizasyonu/serbestleşmesi denilen uygulamaya geçmişsiniz. Türk Parasını Koruma Kanunu’nu kaldırmışsınız, gümrüklerde değişiklikler yapmışsınız. Bu arada Gümrük Birliği’ne girerek Avrupa için kapıları sonuna kadar açmışsınız. Ekonominizi dış etkilere karşı yapısal olarak serbestleştirmişsiniz. O “sıcak para” her an gelebiliyor ve her an kaçabiliyor. Ekonomik serbestlik bu zemini yaratmış, bu imkanı tanımış. Bu ekonomik serbestleşmede asıl kritik kararların alındığı tarih 1989 yılı, bundan oniki yıl öncesidir; ama toplamında bu, 12 Eylül’le başlayan ve Özal’la süren, yirmi yıllık bir liberalizasyon sürecidir. Ekonomi tümüyle buna göre şekillenmiş bulunuyor. Şimdi yasak koymaya kalkarsanız eğer, bml;tün kredileri keserler ve mevcut borçlarınızı size karşı ezici biçimde kullanırlar. Borcu ancak yeni borçla ödeyebilecek bir batağın içinde debelendiğiniz için de bunu göze alamazsınız. Siz ancak devrim yaparak ödeyecek tek kuruş borcum yoktur diyebilirsiniz, ki bu zaten tümüyle bambaşka bir şey. Mevcut egemen sistem ve sınıf bunu yapamayacağına göre, çarkını döndürmek istiyorsa, sistemin efendilrnn belirlediği ve acımasızca dayattığı kurallara uymak zorundadır.

Bakınız, Şubat krizinin ardından, 21 Mart’ta devletin 3 küsur milyar dolar kısa vadeli borç ödemesi gerekiyordu. Bunu nasıl ödedi biliyor musunuz? Üç aylık iç borçlanma senetleri çıkardı ve %198’lik birleşik faizle piyasaya sürdü. Buna talep çok oldu gerçekten, çok iyi bir tefeci yatırımı alanıydı, devlet borç senedi verdi, karşılığında 3 katrilyon aldı. Ne yaptı o parayı? 21 Mart’ta vadesi gelmiş borçları ödedi. Yani muhtemelen bu yeni borç kağıtlarını da alan o aynı rantiyelere gerisin geri ödedi.

Müflis tüccar davranışı

Bu mekanizma işte böyle dönüyor, böyle dönmek zorunda. Ödemiyorum dediğinizde bütün bir sistem çöküyor. Bugün tartışılan en ileri alternatif konsolidasyon, yani borçların ertelenmesi ve uzun vadeli bir ödeme planına bağlanması. Bunu da sistemin adamları değil, güya ona sol, hatta sosyalizm adına muhalefet eden bazı reformist sol çevreler ile sendika bürokrasisi öneriyor.

Bu arada şunu da belirtmek gerekir. Binbir türlü yalanla gündeme getirilen özelleştirmeler de gerçekte borçların zamanında ödenmesi için bir mali kaynak yaratma yoludur devlet için. Devletin cumhuriyetle birlikte, bir taraftan halkın vergilerini kullanarak, öte taraftan orada çalıştırdığı işçileri sömürerek yarattığı KİT kuruluşları beş-on yıldır özelleştirme adı altında haraç mezat satılıyor. Telekom’u satarsak şu kadar para girecek kasaya diyorlar. Diyelim 10 milyar dolar alacaksınız. Ne için? Vadesi gelmiş ya da gelecek olan borcunuzu ödemek için. Bu, örneğin bir küçük esnafın vadesi gelmiş borçlarını ödeyebilmesi için evini ya da arabasını satmasına benziyor. Ama evi bir kere satarsınız, ikinci kere satılacak ev yoktur. Bu devletin KİT kuruluşları için de böyledir. Onları satarak 5-10 milyar dolar bulursunuz, bu senedesi gelmiş borçları ödersiniz. Peki daha sonraki yıllarda ne yapacaksınız?

Bu gerçekten tam bir müflis tüccar davranışı. Özelleştirmeleri size dayatanlar, tam da sizden parasal alacakları olan o aynı emperyalist odaklar. Kim dayatıyor bunu? Size borç verenlerin uluslararası mali tahsildarı, yani İMF. İMF hem size verilen borcun tahsilatını güvenceye alıyor borç verenler payına, hem de borcunuzu ödemeniz için size mallarınızı sattırıyor, o malları da gene emperyalist tekeller ucuza kapatıyor. Böylece daha bir kârlı bir sömürü ve soygun olanağı kazanıyor. Bunlar eğer iletişim ya da enerji gibi en kritik sektörlerdeki işletmelerse eğer, böylece bir de bu açıdan emperyalizmin vesayeti altına girmiş oluyorsunuz.

Halihazırda düzenin içinden, daha çok da reformist sol çevrelerden gelen en radikal tedbir önerisi, konsolidasyon dedikleri borç ertelemesi. Bu zaten iflası kabul etmek anlamına gelir. Moratoryum da deniliyor buna. Ben iflas ettim, tamam borcum borç, ama şu an ödeyemiyorum, bana orta ya da uzun vadede nefes aldırırsanız zamanla parça parça öderim demek, aslında bir kez daha celladınızın insafına teslim olmak demektir.

Üç-beş yıl önce bunu Meksika yaptı. Oturdular masaya, ABD Meksika ekonomisine 50 milyar doları verdi, ama parayı ben veriyorum, bu paranın akıbetini de ben kontrol edeceğim, dolayısıyla maliyeyi de ben yöneteceğim, dedi. Böylece Meksika ekonomisinin ve maliyesinin yönetimini bir bakıma devralıyorlar resmen. Moratoryum ilan etmek, ödeyemiyorum demek sorunu çözmüyor, sadece boynunuzdaki ip daha da sıkılaşmış oluyor. Sizin ekonominize bir anda 30-40 milyar dolar akıtıyorlar, ama karşılığında da ekonominize elkoyuyorlar. Aynı şeyi bir-iki yıl önce Güney Kore yaşadı, 100 milyar dolar civarında bir kredi verdiler, ama karşılığında ekonominin yönetimini devraldılar denebilir. Şu günlerde bu ülkenin en büyük tekelini, yıllık 50 milyar doları aşkın cirolu Daewoo’yu, emperyalist ABD tekelleri kendi mülkiyetine geçiriyor.

Kaldı ki, emperyalistlerin Türkiye’ye değil 100 ya da 50 milyar dolar vermek, 10 milyar dolar bile vereceği yok. Meksika’da Amerikan tekellerinin çok geniş yatırımları var. Ekonominin çökmesi, o yatırımların da çökmesi anlamına gelirdi. ABD’nin o kadar büyük bir meblağı vermesinin gerisinde tam da bu var. Türkiye’de ise Amerikan tekellerinin sanıldığı kadar doğrudan yatırımı yok, Avrupalı emperyalistlerin yatırımları çok daha fazla. Türkiye’nin Amerikan bağımlılığı Amerikan tekellerinin Türkiye’ye çok yatırım yapmasından gelmiyor. Devlet olarak bağımlıyız, askeri olarak bağımlıyız, 120 milyar doları bulan dış borcun büyük bölümü üzerinden bağımlıyız. Ve bunun içindir ki herşeyimizi fiilen yönetiyorlar. İMF ve Dünya Bankası resmi planda uluslarüstü kuruluşlar, ama gerçekte, sce mekanlarıyla değil işleyişleriyle de Amerikan devletinin ve mali sermayesinin tam denetimindeki kuruluşlar bunlar. ABD’ye iliklerine kadar bağımlılığı tüm bunlar üzerinden düşüneceksiniz. Ama bu yine de ABD’nin size kredi olarak kesenin ağzını açmasına yetmiyor. Bunun için Meksika’ya benzer türden zorlayıcı ekonomik nedenler yok. Siyasi nedenlerle bu krediler açılabilir ama, karşılığında ekonominize tüme l koymakla kalmazlar, daha size bir de iç ve dış politikada çok ağır koşulları dayatırlar, ki bunun üzerinde daha önce de durmuştum.

(Devam edecek...)