Kriz ve devrimci sınıf çizgisi/2 H. Fırat Papazca temennilere dayalı sözde Tekelci burjuvazinin ve onun adına ülkeyi yönetenlerin sosyal yıkım
politikalarının ne anlama geldiğini ve hangi sonuçları ürettiğini, daha
da üreteceğini çok iyi bildiklerini; bu nedenledir ki, ekonomik ve sosyal
işlerde küçülen devlet isterlerken, tersinden de, siyasal-militarist
bir baskı aygıtı olarak sürekli büyüyen devlet peşinde olduklarını
söylemiştim. Bunu bilmeyen ya da bilmezlikten gelenler, alternatif ulusal
programlar adı altında ve safça bir temenni eşliğinde burjuvaziye
sosyal devleti tavsiye edenlerdir. Bu noktayı gözönünde bulundurmak büyük bir önem taşıyor. Çünkü son
kriz patlak vereli beri bir taraftan reformist sol partiler, öte taraftan
sendika bürokrasisi sözde alternatif programlar hazırlayıp
öneriyorlar. Ama alternatif programlar ancak alternatif toplumsal güçlere
dayanılarak ve bu sayede bugünkünden farklı koşullara ulaşarak hayata
geçirilebilir. Bu ülkenin bir egemen sınıfı var, bu egemen sınıfın emperyalist
sistem içerisinde bir yeri ve buna dayalı temel tercihleri var. Her
alternatif program iddiası bu temel gerçeği saptayarak ve hesaba katarak
işe başlamak zorunda. Mevcut sınıfı altetme sorununu, yani toplumsal devrimi, stratejik ve
dolayısıyla uzun vadeli bir hedef olarak bir yana koyalım. En acil,
en yakıcı istemlerin gerçekleştirilmesi bile, hiç de öyle makul ve gerçek
ülke çıkarlarıyla bağdaşan sözde ulusal programlarla değil,
fakat ancak zorlu bir sınıf mücadelesiyle burjuvaziden koparılıp alınabilir.
Siz işçi sınıfı ve emekçilerin birleşik direnci ve seferberliği sayesinde
emperyalizmin ve burjuvazinin güncel saldırılarını püskürtemediğiniz
sürece; örneğin zamların geri alınması, ücretlerin artırılması, sosyal
harcamaların çoğaltılması, işgüvencesi, dolaylı vergilerin kaldırılması
vb. acil istemleri kitlelerin mücadele gücüyle egemen sınıfa dayatamadığınız,
sınıflar mücadelesiyle onu geriletemediğiniz sürece, burjuvazinin politik
tercihleri de gündemde kalacak, uyguacak, popüler deyimle fatura her
zamanki gibi emekçilere ödetilecektir. Bugün ulusal alternatif reçetesi sunmaya hazırlanan sendika
bürokratları sorunu hiç de sınıf mücadelesi bakışaçısıyla ele almıyorlar.
Diyorlar ki; bu politika yanlış, bu politika ülkeyi batağa götürüyor,
kriz üstüne kriz yaratıyor, dolayısıyla bu çıkmaz yoldan çıkılmalı,
bu kısır döngü terkedilmeli, ülke için hayırlı olan politika şu şu unsurlardan
oluşuyor, hükümetler aklını başına toplamalı, vakit varken bu politikaları
uygulama yoluna gitmelidir. Bunlar fazlasıyla saf ve papazca temennilerdir,
fakat sorunu böyle ortaya koymak, iyiniyetli temennilerle ortaya çıkmak
hiç de saflıktan gelmiyor. Tersine, burada büyük bir ikiyüzlülük ve
emekçileri aldatıp oyalama hesabı var. Bu ülkede ve hiçbir ülkede egemen sınıf, onun adına ülkeyi yönetenler,
politik tercihlerini hiç de hangi politikanın ülke için daha hayırlı
olacağı üzerinden yapmıyorlar. Egemen sınıfın çıkar ve ihtiyaçları neyi
gerektiriyorsa, sonuçta tercihler de ona göre yapılıyor. Mevcut politikalarla
burjuvazi işleri götürüyor. Bu reçetelerin uygulanmasıyla Türk burjuvazisinin
en güçlü, en gelişmiş kesimleri büyük vurgunlar vuruyor, kârlarını döne
döne katlıyorlar. Bu arada zayıf olanlar iflasa sürükleniyor ve eleniyor.
Kapitalizmin işleyiş mantığı içinde bu hep böyledir; güçlüler her zaman
zayıfları ezer, eler ya da kendi bünyesine katarak basbayağı yutar.
Sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesinin temel mekanizmalarından
biri tam da budur. Batanların bağırıp çağırmaya hakları da yok, kapitalizm zemininde bu
işler böyle olur, bunu da en iyi kendileri bilir. Piyasa ekonomisi üzerine
kulakları sağır eden bir propagandaya tam destek verip de aynı piyasanın
kurbanı olunca bağırıp çağırmak, burjuva ikiyüzlülüğünün bir biçimi
sayılmalıdır. TOBB bünyesindeki yakınmaların bundan başka bir anlamı
yok. Ayrıca batanın varlığı, fabrikası, işletmesi hiç de kaybolmaz ya
da çöpe gitmez. Sanayici kredisini ödeyemeyince ne olur? Kredisini ödemeyen
sanayicinin fabrikasına alacaklı bankalar elkoyar, ya da başka birileri
bu varlığa biraz da kelepir fiyatla el koyar, sonuçta bir merkezileşme,
üretim araçlarının daha sınırlı ellerde toplanması süreci yaşanır. Yineliyorum,
kapitalizmde bu hep de böyle olur; sermaye birikiminin bir yolu da budur,
güçlülerin zayıfları ezip yutmasıydevasa boyutlarda tekelleşmeler gerçekleşir.
Birileri batmamak ya da rakipler karşısında üstünlük sağlamak için kendi
aralarında birleşir, ya da kendinden güçlü olan birine eklemlenir. Bu
da sermaye yoğunlaşması ve merkezileşmesinin bir yoludur. İthal ikameciliğinin faturası İthal ikameci sanayileşmeden arada sözetmiştim. Bu bir
sermeye birikimi modelidir; 1929 büyük bunalımı sonrasında ve bunalımın
yolaçtığı zorlayıcı ortamda, birçok bağımlı ülkede, özellikle de bazı
Latin Amerika ülkelerinde ve bu arada Türkiyede devlet eliyle
uygulanmış, bu ülke burjuvazilerinin palazlanmasında temel önemde bir
rol oynamıştı. İkinci Dünya Savaşı sonrasında ise, aynı ithal ikameci model,
bu kez bizzat emperyalizmin teşviki ve yönlendirmesiyle, birçok bağımlı
ülkede ve bu arada Türkiyede bir büyüme ve sanayileşme modeli
olarak gündeme getirildi. Bu modelde, emperyalist tekeller düne kadar
size dışarıdan sattıkları birçok malı artık içerdeki işbirlikçi firmalarla
ortaklık halinde ülkenizde üretip, yüksek gümrük duvarlarıyla korunmuş
rakipsiz iç pazarınıza yüksek fiyatlarla sürmek yoluna gidiyorlar. Böylece
modelin özünü, esasını da ifade etmiş oldum. Bazı araştırmacılarımızın bu modeli içe dönük dışa bağımlı
olarak tanımlamaları bu açıdan son derece isabetlidir. Düne kadar dışarıdan,
emperyalist metropollerden mamul halde ithal edilen bir dizi malın artık
içeride üretilmesi anlamına geliyor. Ama düne kadar ithal edilen bir
malı üretecek altyapıya, bilgi ve teknoloji düzeyine sahip olunmadığı
için, işin aslında makinaların yanısıra temel ve ara girdilerinin yine
dışarıdan alınması, içeride bir tür montajının yapılması olarak gerçekleşiyor
bu ikame işlemi. Dolayısıyla ithalini artık güya ikame
ettiğiniz malın üretimi için gerekli temel ve ara mal girdilerinde dışarıya
bağımlı kalmaya devam ediyorsunuz. Ya da ancak zaman içerisinde bu girdilerin
bir kısmını ülkede üretebilir hale gelebiliyorsunuz. Ama bu gelişme
hiç de bağımlılık ilişkisinde bir zayıflama anlamına gelor, tam tersine,
kural olarak bu bağımlılık ilişkisi zaman içinde hep güçlenip pekişiyor. Türkiyenin savaş sonrası tarihi, ki bu modelin uygulanmasına
geçişi işaretler, buna örnektir. Bugünün Türkiyesi emperyalizme
iktisadi ve mali açıdan 50lerle kıyaslanamayacak ölçüde
bağımlıdır, sanayi altyapısı o dönemle kıyaslanamaz ölçüde geliştiği
halde bu böyledir. Zira aynı bağımlılık ilişkisi bu sefer kendini başka
biçimlerde, başka alanlarda daha güçlü bir biçimde döne döne yeniden
ve daha da pekişerek üretiyor. Ekonominiz ve mali yapınız binbir bağla
emperyalist dünya ekonomilerine bağlandıktan sonra, artık onun işleyişinin,
onun çarkının bir parçası haline geliyor ve bu ilişki zaman içerisinde
daha da güçleniyor. Güney Korenin 60 sonrasında yaşadığı
hızlı sanayileşme bir ara Kore mucizesi olarak tanımlanıyordu
ve bir model olarak suuyordu. Oysa aynı Güney Korenin
bugün dev emperyalist tekeller ve finans kuruluşları tarafından neredeyse
satın alındığını görüyoruz. 1950lerden 80lere kadarki 30 yıllık dönemde, Bayar-Menderes
hükümetleri döneminden 12 Eylül darbesine kadarki süreçte demek oluyor
bu, ithal ikameci sanayileşmeyi uyguladılar. Malı içeride
üretmek diyorum, ama yineliyorum, malı üreten gerçekte siz olmuyorsunuz.
Siz gümrük duvarlarını yükseltiyor, böylece korunan, yüksek tekel kârlarına
elverişli bir iç pazar yaratıyorsunuz. Örneğin Philips firması (bu örneği
Vehbi Koçun ilk sanayi yatırımı ortaklığı olduğu için kasten veriyorum)
Türkiyeden bulduğu bir işbirlikçi firma ile gelip içeride elektrik
ampülü üretmek üzere yatırım yapıyor. Böylece hem bu üretimin girdilerini
tüketeceği bir alan buluyor, hem bunun mamul mal olarak iç pazar için
üretilmesi sürecinde artı-değer s&oul;mürüsü gerçekleştiriyor, hem de
bunları gümrük duvarlarıyla korunan rakipsiz iç pazarda yüksek tekel
kârlarıyla satışa sunuyor. Bu son nokta özellikle önemli. Zira böylece,
gümrük duvarlarınız yüksekliği ve dolayısıyla iç pazarınızın sözde dışa
karşı korunması, yatırımcı emperyalist tekeller ve yerli işbirlikçileri
için bir aşırı kâr olanağına dönüşüyor. Bütün bunlara, yabancı sermayeyi ve yatırımı teşvik kanunları çerçevesinde
devletten sağlanan ayrıcalıkları, elde edilen yatırım kolaylıklarını,
çeşitli türden muafiyetleri ve elbette elverişli koşullarda dışarıya
kâr transferini ekleyiniz, ithalatı sözde ikame eden büyüme modelinin
ülkeye maliyeti çıkar ortaya. Ya da tersinden, bunun iç pazara yatırım
yapan emperyalist tekeller ile işbirlikçi ortakları için ne türden bir
sömürü ve vurgun olanağı olduğu anlaşılır. İçe dönük dışa bağımlı bu sermaye birikimi modeli, sürekli
büyüyen ithalat ihtiyacı nedeniyle Türkiyenin dış ticaret açığını
yıldan yıla büyüttü. Turizm ve 60 sonrasından itibaren de işçi
dövizi gelirleri, bu açığın yarattığı döviz ihtiyacını ancak kısmen
hafifletebildi. Dış ticaret açığının döviz kıtlığına yolaçması, bunun
dış borçlarla karşılanması ise, borçların yıldan yıla katlanmasını getirdi.
Bununla işleri yaklaşık bir 30 yıl götürdüler. Ve bu 30 yıl Türkiyede
ağır bir sosyal çatışma dönemi oldu. Bu 30 yılın içerisinde üç askeri
darbe oldu ve bunların son ikisi doğrudan ekonomik ve sosyal nedenlere
bağlı olarak gerçekleştirildi. Bu aynı 30 yılın içerisinde, bu faşist
askeri darbelerle bastırılabilen iki büyük halk hareketlesi, iki görkemli
devrimci yükseliş yaşandı. Bu, ithal ikameci sermaye birikim
modelinin ne pahasına hayata geçirildiğinin, bu aynı sürecin sosyal
ve siyasal maliyetinin de bir ifadesidir. Dışa açık büyüme ya da borç batağı Zaman içerisinde borçlar şiştikçe şişti, dış ticaret açıkları yıldan
yıla hep büyüdü, döviz kıtlığı iç üretimi sık sık zaafa uğrattı. Sonuçta
bu işe mevcut yapı/model içerisinde bir çözüm bulabilmek bir yana, 70lerin
sonu modelin tıkanması ve iflasını işaretledi. 24 Ocak Kararları
ve onu siyasal olarak tamamlayan 12 Eylül saldırısı, yeni bir modele,
dışa açık ya da ihracata dayalı büyüme dedikleri sermaye birikim modeline
geçişi başlattı. Devam etmeden temel önemde bir noktaya daha işaret etmek durumundayım.
İthal ikameci sanayileşmenin gerçekte bağımlılığı pekiştirdiğini
söylemiştim. Modelin kendisi başlıbaşına bir bağımlılık mekanizması
üzerine oturuyor. Ama bununla sıkı sıkıya bağlantılı olarak bir de dış
borçlanmanın getirdiği sonuçlar var. Bu model dış ticaret açığınızı
büyüttüğü ve siz de bunu dış borçlanma ile gidermek yoluna gittiğiniz
ölçüde, bir dış borç sarmalının tuzağına kendiliğinden düşüyorsunuz.
Sürekli büyüyen ve sizi vadesi gelmiş borçları bile ancak yeni borçlanmalar
yoluyla ödemek zorunda bırakan bu kısır döngü, ülkenizin emperyalizme
bağımlılığını perçinleyen bir başka temel halka oluyor. 80li yıllarda 24 Ocak Kararları gündeme getirildiğinde,
bu ekonomide köklü bir yeniden yapılandırmanın gereği olarak sunuldu.
Türkiye ekonomi dünya piyasalarını hedefleyen bir üretim yapmadıkça,
buna uygun bir yapıya kavuşmadıkça bugünkü yükü artık taşıyamaz, denildi.
Bu değerlendirmeyi yapan, aklı veren, süreci bizzat teşvik edip yönlendiren,
her zamanki gibi yine emperyalist odaklar, İMF ve Dünya Bankası türünden
emperyalist finans kuruluşlarıydı. İhracata dayalı sanayileşme yolunu
tutarsanız, ürettiğiniz mallar dış pazarlarda satılacağı için bol döviz
geliriniz olacak, döviz açığınız da bu sayede giderilmiş olacak, mevcut
yük de hafifleyecek ve zamanla ortadan kalkacak, deniliyordu. Pek de
makul ve cazip bir sunuluştu bu. Ama bunun nasıl bir aldatmaca olduğunu
son 20 yıl göstermiş bulunuyor. Türkiye 12 Eylül?e rdiğinde, dış borçları
15 milyar dolardı. Dışa açıldığımız ve güya ihracatımızı geliştirdiğimiz
ilk on senenin sonunda bu borç üç kattan fazla artmış, 50 milyar doları
bulmuştu. 20 yılın sonunda 110 milyar dolardı ve bugün, yani 21 yıl
sonra artık 120 milyar doları bulmuş durumda. Bu borç son yirmibir yılda 120 milyar dolara çıkmış. Demek oluyor ki,
ihracata dayalı büyüme adı altında gündeme getirilen politikalar,
dış kaynak ihtiyacını azaltmamış, tersine muazzam ölçülerde çoğaltmış.
Bugün öyle bir noktaya gelinmiş ki, İMF 3 milyar dolar vermese ya da
borsada oynayan dış kaynaklı spekülatif sermayeden birkaç milyar dolar
dışarı kaçsa, tüm dengeler tepe takla oluyor ve ekonominin bir anda
soluğu kesiliyor. Borsa spekülasyonları ve krizin yapaylığı iddiası Artı bir nokta daha var. Bugün ulusal program alternatifi
sunan liberal reformist çevreler ve sendika bürokratları diyorlar ki;
bu kriz yapaydı, aslında Türkiye ekonomisinin kriz yaşaması için bir
neden yoktu; ama emperyalistler Türkiyeye bir şeyler dayatmak
istedikleri için bu krizi emperyalist merkezlerde planlıyor ve ani bir
yapay kriz olarak tetikliyorlar. Bu iddia elbette belli bir doğruluk payı taşıyor. Eğer büyük borsa
spekülatörleri sizin mali piyasanızda oynayabiliyorlarsa, gerektiğinde
emperyalist merkezlerin planları ve yönlendirmesi çerçevesinde istedikleri
zaman size karşı bu türden oyunları da oynarlar, size krizi yapay olarak
da dayatırlar. Ama bunun kendisi zaten ekonomik yapınızın ve işleyişinizin
bir parçası, ekonomik-mali köleliğinizin yarattığı bir durumla karşı
karşıya kalıyorsunuz burada. Sıcak para girişine bu denli
bağlanmış bir ekonomi, bu aynı paranın kaprisli ya da kasıtlı kaçışı
karşısında da aşırı duyarlı ve kırılgan olur, kendi deyimleriyle. Demek
ki ekonominiz emperyalist merkezlerin, vurguncu mali spekülatörlerin
sizinle oynanabileceği bir yapıya ve zemine sahip. Bu durumda ortaya
çıkan bu türden sonuçlar yapay olduğu kadar bir bakıma olağandır da. Düzenin egemenleri olarak buna artık bir son verelim de diyemiyorsunuz,
bu mümkün olamıyor. Siz 24 Ocak Kararlarıyla birlikte dış
ticaret liberalizasyonu/serbestleşmesi denilen uygulamaya geçmişsiniz.
Türk Parasını Koruma Kanununu kaldırmışsınız, gümrüklerde değişiklikler
yapmışsınız. Bu arada Gümrük Birliğine girerek Avrupa için kapıları
sonuna kadar açmışsınız. Ekonominizi dış etkilere karşı yapısal olarak
serbestleştirmişsiniz. O sıcak para her an gelebiliyor ve
her an kaçabiliyor. Ekonomik serbestlik bu zemini yaratmış, bu imkanı
tanımış. Bu ekonomik serbestleşmede asıl kritik kararların alındığı
tarih 1989 yılı, bundan oniki yıl öncesidir; ama toplamında bu, 12 Eylülle
başlayan ve Özalla süren, yirmi yıllık bir liberalizasyon sürecidir.
Ekonomi tümüyle buna göre şekillenmiş bulunuyor. Şimdi yasak koymaya
kalkarsanız eğer, bml;tün kredileri keserler ve mevcut borçlarınızı
size karşı ezici biçimde kullanırlar. Borcu ancak yeni borçla ödeyebilecek
bir batağın içinde debelendiğiniz için de bunu göze alamazsınız. Siz
ancak devrim yaparak ödeyecek tek kuruş borcum yoktur diyebilirsiniz,
ki bu zaten tümüyle bambaşka bir şey. Mevcut egemen sistem ve sınıf
bunu yapamayacağına göre, çarkını döndürmek istiyorsa, sistemin efendilrnn
belirlediği ve acımasızca dayattığı kurallara uymak zorundadır. Bakınız, Şubat krizinin ardından, 21 Martta devletin 3 küsur
milyar dolar kısa vadeli borç ödemesi gerekiyordu. Bunu nasıl ödedi
biliyor musunuz? Üç aylık iç borçlanma senetleri çıkardı ve %198lik
birleşik faizle piyasaya sürdü. Buna talep çok oldu gerçekten, çok iyi
bir tefeci yatırımı alanıydı, devlet borç senedi verdi, karşılığında
3 katrilyon aldı. Ne yaptı o parayı? 21 Martta vadesi gelmiş borçları
ödedi. Yani muhtemelen bu yeni borç kağıtlarını da alan o aynı rantiyelere
gerisin geri ödedi. Müflis tüccar davranışı Bu mekanizma işte böyle dönüyor, böyle dönmek zorunda. Ödemiyorum dediğinizde
bütün bir sistem çöküyor. Bugün tartışılan en ileri alternatif konsolidasyon,
yani borçların ertelenmesi ve uzun vadeli bir ödeme planına bağlanması.
Bunu da sistemin adamları değil, güya ona sol, hatta sosyalizm adına
muhalefet eden bazı reformist sol çevreler ile sendika bürokrasisi öneriyor. Bu arada şunu da belirtmek gerekir. Binbir türlü yalanla gündeme getirilen
özelleştirmeler de gerçekte borçların zamanında ödenmesi için bir mali
kaynak yaratma yoludur devlet için. Devletin cumhuriyetle birlikte,
bir taraftan halkın vergilerini kullanarak, öte taraftan orada çalıştırdığı
işçileri sömürerek yarattığı KİT kuruluşları beş-on yıldır özelleştirme
adı altında haraç mezat satılıyor. Telekomu satarsak şu kadar
para girecek kasaya diyorlar. Diyelim 10 milyar dolar alacaksınız. Ne
için? Vadesi gelmiş ya da gelecek olan borcunuzu ödemek için. Bu, örneğin
bir küçük esnafın vadesi gelmiş borçlarını ödeyebilmesi için evini ya
da arabasını satmasına benziyor. Ama evi bir kere satarsınız, ikinci
kere satılacak ev yoktur. Bu devletin KİT kuruluşları için de böyledir.
Onları satarak 5-10 milyar dolar bulursunuz, bu senedesi gelmiş borçları
ödersiniz. Peki daha sonraki yıllarda ne yapacaksınız? Bu gerçekten tam bir müflis tüccar davranışı. Özelleştirmeleri size
dayatanlar, tam da sizden parasal alacakları olan o aynı emperyalist
odaklar. Kim dayatıyor bunu? Size borç verenlerin uluslararası mali
tahsildarı, yani İMF. İMF hem size verilen borcun tahsilatını güvenceye
alıyor borç verenler payına, hem de borcunuzu ödemeniz için size mallarınızı
sattırıyor, o malları da gene emperyalist tekeller ucuza kapatıyor.
Böylece daha bir kârlı bir sömürü ve soygun olanağı kazanıyor. Bunlar
eğer iletişim ya da enerji gibi en kritik sektörlerdeki işletmelerse
eğer, böylece bir de bu açıdan emperyalizmin vesayeti altına girmiş
oluyorsunuz. Halihazırda düzenin içinden, daha çok da reformist sol çevrelerden
gelen en radikal tedbir önerisi, konsolidasyon dedikleri borç ertelemesi.
Bu zaten iflası kabul etmek anlamına gelir. Moratoryum da deniliyor
buna. Ben iflas ettim, tamam borcum borç, ama şu an ödeyemiyorum, bana
orta ya da uzun vadede nefes aldırırsanız zamanla parça parça öderim
demek, aslında bir kez daha celladınızın insafına teslim olmak demektir. Üç-beş yıl önce bunu Meksika yaptı. Oturdular masaya, ABD Meksika ekonomisine
50 milyar doları verdi, ama parayı ben veriyorum, bu paranın akıbetini
de ben kontrol edeceğim, dolayısıyla maliyeyi de ben yöneteceğim, dedi.
Böylece Meksika ekonomisinin ve maliyesinin yönetimini bir bakıma devralıyorlar
resmen. Moratoryum ilan etmek, ödeyemiyorum demek sorunu çözmüyor, sadece
boynunuzdaki ip daha da sıkılaşmış oluyor. Sizin ekonominize bir anda
30-40 milyar dolar akıtıyorlar, ama karşılığında da ekonominize elkoyuyorlar.
Aynı şeyi bir-iki yıl önce Güney Kore yaşadı, 100 milyar dolar civarında
bir kredi verdiler, ama karşılığında ekonominin yönetimini devraldılar
denebilir. Şu günlerde bu ülkenin en büyük tekelini, yıllık 50 milyar
doları aşkın cirolu Daewooyu, emperyalist ABD tekelleri kendi
mülkiyetine geçiriyor. Kaldı ki, emperyalistlerin Türkiyeye değil 100 ya da 50 milyar
dolar vermek, 10 milyar dolar bile vereceği yok. Meksikada Amerikan
tekellerinin çok geniş yatırımları var. Ekonominin çökmesi, o yatırımların
da çökmesi anlamına gelirdi. ABDnin o kadar büyük bir meblağı
vermesinin gerisinde tam da bu var. Türkiyede ise Amerikan tekellerinin
sanıldığı kadar doğrudan yatırımı yok, Avrupalı emperyalistlerin yatırımları
çok daha fazla. Türkiyenin Amerikan bağımlılığı Amerikan tekellerinin
Türkiyeye çok yatırım yapmasından gelmiyor. Devlet olarak bağımlıyız,
askeri olarak bağımlıyız, 120 milyar doları bulan dış borcun büyük bölümü
üzerinden bağımlıyız. Ve bunun içindir ki herşeyimizi fiilen yönetiyorlar.
İMF ve Dünya Bankası resmi planda uluslarüstü kuruluşlar, ama gerçekte,
sce mekanlarıyla değil işleyişleriyle de Amerikan devletinin ve mali
sermayesinin tam denetimindeki kuruluşlar bunlar. ABDye iliklerine
kadar bağımlılığı tüm bunlar üzerinden düşüneceksiniz. Ama bu yine de
ABDnin size kredi olarak kesenin ağzını açmasına yetmiyor. Bunun
için Meksikaya benzer türden zorlayıcı ekonomik nedenler yok.
Siyasi nedenlerle bu krediler açılabilir ama, karşılığında ekonominize
tüme l koymakla kalmazlar, daha size bir de iç ve dış politikada çok
ağır koşulları dayatırlar, ki bunun üzerinde daha önce de durmuştum. (Devam edecek...) |
|||||