Düzenin krizine liberal sol reçeteler/1
Her kriz dönemi o güne kadar uygulan politikaların sorgulandığı, alternatif
çözüm politikalarının sunulduğu bir dönem olur genellikle. Krizin kendisi
uygulanmakta olan politikaların iflası anlamına geldiği için, bu iflasın
anlamı ve nedenleri ile bundan çıkış yolu üzerine tartışmalar alır başını
gider. Buna her sınıf, parti ya da siyasal güç elbette kendi cephesinden,
kendi konumu ve bakışaçısıyla katılır, temsil ettiği sınıf ya da kesimin
gerçek çıkarları üzerinden yapar bu tartışmayı. Kapitalist düzende her kriz, işçi sınıfı ve emekçilere ağır bir fatura
anlamına gelir. Bu ise onlarda yaygın bir hoşnutsuzluğa ve öfkeli protestolara
yolaçar. Çeşitli gerici düzen partileri, bundan da öte bizzat egemen
sınıfın kendisi, emekçiler üzerindeki etkilerini korumak, krizin emekçilerde
yarattığı tepkiyi yatıştırmak, dahası bu tepkiyi krize karşı sözde yeni
çözümlerine bir siyasal destek olarak kullanmak için bu türden tartışmaları
özellikle yaparlar. Şu günlerde Türkiyede bunun nasıl yaşandığını
somut olarak da izliyoruz. Fakat dikkate değer bir olgudur; solcu geçineninden en gericisine kadar
hiçbir düzen partisi, bir kriz ve iflas ortamında bile alternatif bir
program sunmuyor emekçilere. Kuşkusuz hükümet dışı olanlar demagojik
bir biçimde hükümete yüklenip duruyorlar; onu beceriksizlikle, bunun
bir sonucu olarak krize yolaçmakla suçluyorlar. Yer yer İMFye
körü körüne uymakla eleştiriyorlar. Ama bunu İMFnin kendisini
mahkum etmeye, İMF ile ilişkilerin derhal kesilmesine, onun dayattığı
programların reddine hiçbir biçimde vardırmıyorlar. Tersine, bundan
özenle ve büyük bir dikkatle geri duruyorlar. İMF ile pazarlık gücünüzü
iyi kullanmıyorsunuz ve İMFye ülke gerçeklerini iyi anlatamıyorsunuz
sınırlarını aşmayan bir eleştiri ya da suçlama olarak kalıyor bu. Salt
demagojik bir ihtiyaca yanıt veriyor ve hükümet dışı olmanın avantaj
burada hükümet partilerine karşı kullanılıyor. Hepsi bu, söylenip edilen
bundan ibaret. Mevcut düzen partileri yönünden bunun ötesine geçen ve
alternatif politika önerisine varan hiçbir durum ya da çaba yok ortada. Bunun elbette bir anlamı var. Demek ki mevcut politika, bugünkü sınıf
ilişkileri içinde ve egemen sınıf olarak işbirlikçi burjuvazinin bugünkü
öncelikli ihtiyaçları çerçevesinde uygulanması gereken biricik olanaklı
politika. Biz, düzenin derin açmazları ve burjuvazinin sınıf çıkarları
temelinde bütün düzen partileri tek bir programda tekleşmiştir; aralarında
temel iktisadi, sosyal ve siyasal sorunlar konusunda esasa ilişkin herhangi
bir ayrım kalmamıştır derken de, yıllardır bu gerçeği anlatmış oluyoruz
zaten. Bu olgu son krizle birlikte bir kez daha açıkça ortaya çıkmış bulunmaktadır.
Bunu burada hiç de düzen partileri birbirinden farksızdır demek için
hatırlatmış olmuyoruz. Bu kadarını sokaktaki insan da dahil herkes iyi-kötü
zaten biliyor. Burada asıl vurgulamak istediğimiz şudur; bu düzenin
kendi içinde başka türden ciddi bir alternatif politika imkanı olsaydı
ve bu burjuvazinin şu ya da bu katmanının çıkarlarına uygun düşseydi,
muhakkak ki bunu dile getiren ve savunan burjuva partiler de olurdu.
Yoksa bile çok geçmeden ortaya çıkardı. Ama bugün resmi siyeset sahnesinde
böyle partiler yok, yeni oluşumlar olarak ortaya çıkacağı da yok. Sonuç olarak, bugünün burjuva siyaset sahnesinde sağdan sola, MHPden
CHPye, bir sıra burjuva düzen partisi var. Ama düzenin kendi içinden
gelen bir alternatif çözüm iddiası ya da girişimi yok. Bunun ise elbette bir anlamı var. Demek ki, kendi içindeki çıkar çelişkileri
ve buna dayalı didişmeleri ne olursa olsun, İMF reçeteleri olarak uygulanan
sosyal yıkım programları, bunun ifadesi olan emek düşmanı saldırı politikaları,
genel planda bir sınıf olarak burjuvazinin çıkarlarına uygun düşüyor.
Demek ki, bütün kesimleriyle burjuvazi, üzerinde yükseldiği ekonomik
düzenin işleyişini sürdürebilmesi, sömürü çarkını döndürebilmesi için
bundan başka bir çıkar yol göremiyor bugünün ortamında. İç alternatiften,
dahası iç alternatif arayışından yoksunluk bu anlama geliyor. Tekelci büyük burjuvazinin tüm öteki burjuva katmanları kendisine binbir
bağla organik olarak bağlaması gerçeğinin yanısıra, çözümsüz sorunların
ve sonu gelmez krizlerin düzen siyasetini mahkum ettiği bir alternatifsizlik
durumudur bu. Yineliyoruz, bunda bir yenilik de yok, neredeyse son yirmi
yıldır bu böyle. Düzeni düze çıkarmak iddiasının soldaki temsilcileri Burjuvazi kendi içinden alternatif çıkaramıyor ama, dışından buna hevesli
olanlar var. Kriz patlak vereli beri, emekçileri temsil etmek iddiasındaki
liberal sol çevreler, düzenin krizine, üstelik temel sınıf ilişkilerine
ve bu ilişkilerin dayandığı siyasal kurumlara hiçbir biçimde dokunmaksızın
güya çözüm bulmak yarışındalar. Perinçekçi İP ile onun utangaç izleyicisi
olarak EMEP, bu liberal iddianın günümüzün iki öne çıkan temsilcisi
durumunda. Her iki partinin de ortaya koydukları görüşler ve önerdikleri çözümler,
Türkiyeyi düze çıkarmak iddiasına oturmaktadır. Bugünün
Türkiyesi boşlukta durmadığına, tersine bir toplumsal sınıf düzenine
dayandığına, sırtında bir sınıf egemenliği sistemi taşıdığına göre,
Türkiyeyi düze çıkarmak iddiası kurulu düzeni düze
çıkarmakla aynı anlama gelir. Bunun böyle olduğunu, bütün açıklığı ile
bu anlama geldiğini somut biçimde ve ayrıntılı olarak daha yakından
göreceğiz. Her iki parti de kendince alternatif birer çözüm programına dayanmaktadır.
Perinçekçi parti Mart ayı ortalarında kamuoyuna açıkladığı bu programı
Ulusal Direnme Programı olarak isimlendiriyor ve bunu halkçı-devletçi
ekonomi seçeneği olarak sunuyor. EMEP ise son kriz öncesinde, bazı acil sosyal ve demokratik istemlerden
oluşan bir Emek Programı iddisıyla ortaya çıkmıştı. Kriz
sağlı-sollu İMF karşıtı bir ulusal duyarlılığa yol açınca, Ulusal
bir iktisat politikası adı altında bir yayın kampanyası açma yolunu
seçti bu kez. Aslında burada bütün yaptığı, günlük gazetesinin sayfalarını
dizi röportajlar üzerinden bir kısım ilerici iktisatçıya açmaktan öte
bir şey değildi. Ulusal bir iktisat politikası bu iktisatçıların
bir arayışı ve seçeneği idi, EMEPinki bunu benimsemek ve propaganda
etmekten ibaret bir çabaydı. Şimdilerde yeniden Emek Programına
döndü; ama kendi eski programı üzerinden değil, fakat kamuoyuna şu günlerde
açıklanan Emek Platformunun Emek Programı üzerinden.
Her iki partinin alternatif sorununa yaklaşımını şu son günlerden iki
dikkate değer örnek üzerinden görelim. Çıkış yolunun temsilcisi sanayicimiz ve tüccarımız 27 Martta düzenlenen mitingi vesile ederek Burdur Ticaret Odası
Başkanına bir destek mesajı gönderen İP Genel Başkanı Perinçek,
Elli yıl önce, Türkiyeyi Küçük Amerika yapacağız
diye hükümet olan çizgi, Mustafa Kemalin ülkesini adeta sömürge
yapmışlardır dedikten sonra şöyle sürdürüyor sözlerini: Türkiye bunlara layık, mecbur ve mahkûm değildir. Türkiyenin
çıkış yolu vardır. Türkiye için biricik çıkış yolu, bugüne kadar serbest
piyasa ekonomisi adı altında uygulanan emperyalizme teslimiyet
politikalarını terk ederek, halkçı-devletçi bir ekonomik program uygulamaktır.
Ulusal sanayi, tarım ve ticaret emperyalist tekellere karşı korunmalıdır.
Son günlerde Türkiyenin dört bir yanında meydanlara
çıkan, esnaf, tüccar, ulusal sanayici bu biricik çıkış yolunu temsil
etmekte; yıllardan beri meydanlarda Kahrolsun IMF! diye
haykıran işçi sınıfımız, kamu emekçileri ve tarım emekçilerimizle birleşmektedir.
Bağımsız bir ulusal ekonomi için ulusal birlik mücadele alanlarında
gerçekleşmektedir. Perinçek ve partisine göre, Türkiyeyi bugünkü yıkıma yanlış
hükümetlerin yanlış politikaları getirmiştir. Bu durumda sorunun çözümü
de doğru bir hükümetin (ki bu şu günlerde ulusal hükümet
olarak formüle edilmiş bulunuyor) uygulayacağı doğru (ulusal) politikalardır.
Yani sorun basitçe, mevcut politikaların terkedilerek yeni politikaların
benimsenmesi ve bunları uygulama kararlılığına sahip yeni bir hükümetin
kurulmasıdır. 50 yıl öncesini önceleyen Halkçı-devletçi ekonomi
seçeneği, tutulması gereken politikanın çerçevesini zaten kendiliğinden
vermektedir. Bütün sorun bunu uygulama kararlılığına sahip yeni bir
ulusal hükümetin kurulmasıdır. Şu dönem tüm dikkatler ve çabalar buna
yoğunlaştırılmalı, kitle hareketinin şaşmaz istemi ve hedefi buolmalıdır. Sınıf ilişkileri ve egemenliği sistemi, bunun dayandığı temel kurumlar,
burada tümüyle tartışma dışıdır. Bu bir rastlantı da değildir. İPin
seçeneği; emperyalist yıkım tehditi altındaki ulusal ekonomiyi,
ulusal devleti ve ulusal orduyu savunma ve güçlendirme
seçeneğidir ve ihanet politikalarında ısrar eden bazı gafiller dışında
tekmil milleti temsil etmektedir. Perinçek kurulu düzeni ve onun dayandığı devleti cepheden savunduğu
içindir ki, ileri sürdüğü programın burjuva sınıf karakteri ve dayanağı
konusunda da açık konuşmaktadır. Emperyalist yıkıma karşı Türkiyenin
çıkış yolunu tanımlarken, esnaf, tüccar, ulusal sanayiciyi
bu biricik çıkış yolununun temsilcisi ilan etmekte bir sakınca
görmemektedir. İşçi sınıfı ve emekçiler ise, bağımsız bir ulusal
ekonomi için ulusal birlik ihtiyacı çerçevesinde, elbetteki biricik
çıkış yolunu temsil eden ulusal sanayi ve ticaret burjuvazinin
yedekleri/eklentileri olacaklardır. Perinçek bunu da gizlemiyor. Şu
farkla ki, o ulusal sanayi ve ticaret burjuvazinden değil, fakat sanayicimizden
ve tüccarımızdan sözetmeyi tercih etmektedir. Bunu aşan bir söylemin
tekmil milletin birli&currn;ini zedeleyip zora sokabileceği
konusunda kendince gerçekçi bir politikacıdır. Sözkonusu mesaj şu sözlerle bitiyor: İşçi Partisi olarak esnafımızın,
sanayicimizin ve tüccarımızın ulusal ekonomiye sahip çıkmak amacıyla
yürüttüğü mücadeleyi sonuna kadar destekliyoruz. Bu Perinçekçi programın da bir bakıma son sözüdür. Gerici ve ütopik
karakteri ayrı bir sorun; sözkonusu olan, yalnızca hareket noktaları
ve araçları (düzen ordusunun bu mücadelede temel dayanak
noktası olarak ele alındığını biliyoruz) yönünden değil, fakat açıkça
tanımlanmış amaçları ve hedefleri bakımından da tümüyle burjuvaziye
bağlanmış, ona hizmete adanmış milliyetçi liberal bir burjuva programdır.
Sendika bürokrasisi damgalı tarihi seçenek EMEP çizgisindeki Evrensel gazetesi ise, 28 Mart tarihli nüshasında
yeralan Emek Programıyla daha ileriye! başlıklı başyazısına
şu sözlerle başlıyor: Emek Platformunun Emek Programını açıklamasıyla
birlikte emekçiler, seçeneksizlikten kurtuldu. Artık; Türkiyenin,
işçileri, emekçileri Dervişli IMF programına mahkûm değil. Çünkü; artık,
Türkiyenin sorunlarını çözecek, onu düzlüğe çıkaracak yolu gösteren
bir Emek Programı var. Evrensel gazetesi şu günlerde Emek Platformu hakkında ölçüsüz hayaller
yaymakta sınır tanımıyor. Yazarları emek programı şahsında
atılan tarihi adımı vurgulamakta birbirleri ile yarışıyorlar.
İçlerinden bazıları Ankaradaki tarihi sempozyumun
ardından kaleme aldıkları makalelerde, gerçekleşen ilkleri
maddeler halinde sıralıyorlar. Öyle anlaşılıyor ki, kuyrukçu liberalizmin
temsilcisi bu partinin ayakları bir kez daha tümüyle yerden kesilmiş
bulunmaktadır. EMEP, Perinçekçi İPten farklı olarak, çıkış yolu seçeneğini emekçiler
adına ileri sürmektedir. Ne de olsa emeğin partisi! Liberal
ya da milliyetçi her esinti bunu her seferinde hemen unuturuyor olsa
bile. Bununla birlikte emekçilere kendi bağımsız seçeneğini değil, fakat
kendi dışındaki bir seçeneği, Emek Platformunun Emek Programını
bir çıkış yolu olarak sunmaktadır. Yine Perinçekçi İPten farklı,
fakat kendi bildik kuyrukçu kimliğine tümüyle uygun olarak... Emekçileri seçeneksizlikten kurtarmakla kalmayan, Türkiyenin
de sorunlarını çözerek onu düze çıkaracak olan bu bol övgülü program,
ağırlıklı bir bölümü uzun yıllardır emeğe ihanet içindeki tescilli hainlerden
oluşan sendika bürokrasisinin resmi damgasını taşıyor. Bu, bir siyasal
parti olan, dolayısıyla kendi çapında bir siyasal önderlik iddiası taşıyan,
taşıması gereken bir partinin, somutta EMEPin hemen herşeyini
Emek Platformuna ipotek etmesi anlamına gelir. Böyle bir davranış
ise sözkonusu parti için siyasal iflasın ta kendisidir. Bir defa aldatırsan ayıp sana, iki defa aldatırsan ayıp bana Emek Platformu üzerinde ayrıca durmak gerekecek. Fakat 99 yazı
çok uzak bir tarih değil, daha dün gibi duruyor önümüzde. Mezarda emeklik
ve tahkim saldırısına karşı kendiliğinden gelişen işçi-emekçi dalgasının
önüne büyük iddialarla ama hain niyetlerle düşen, ardından depremi de
bahane ederek hareketi ve iddialarını yüzüstü bırakan oluşum, tam da
bu aynı Emek Platformuydu. Bunun daha yakın örneği, 4 ay önce,
yani Kasım krizini izleyen günlerde, büyük iddialarla gündeme getirilen,
fakat her zamanki türden bir hava boşaltma eylemi olarak kalan 1 Aralık
eylemidir. Eylemin arkasını getirmek bir yana, eylemin kendisine fiilen
destek vermeyen ve bu eylemden dolayı soruşturma ve sürgünlere maruz
kalan binlerce kamu emekçisini ise ortada bırakan da bu aynı Emek Platformuydu.
14 ay boyunca İMFnin iflas eden programı karşısında eli-kolu bacurren;lı
duran, dahası bünyesindeki en büyük kuruluşların bir kısmı ESK içinde
yer alan da bu aynı Emek Platformudur. Bugün içinde ilerici konumda bulunan ve dürüst niyetlerle hareket eden
birkaç demokratik kitle kuruluşunun bulunmasından hareketle, yılların
tescilli hainlerinin artık başka türlü davranacağını kim neye göre düşünebilir?
Kazançlarıyla, yaşam tarzlarıyla ve tüm yaşam ayrıcalıklarıyla olduğu
kadar, ideolojik-politik kimlikleriyle de gerici burjuvazinin bir parçası
olan tescilli sendika bürokratlarına bunca yılın deneyimlerine rağmen
umut bağlamak, budalalıktan da öte bir şey olmalı. Bu bürokratların
her yeni manevrasına büyük bir umut ve coşku ile sarılmak, ardından
hayal kırıklıkları yaşamak ve bunu samimiyetsiz sövüp saymalar olarak
ortaya koymak, EMEPli liberal takımı için neredeyse bir davranış
çizgisi haline gelmiş sayılır. Kamu-Sen, Memur-Sen türünden niteliği
belli yapılar bir yana, sendika konfederasyonlarının tepesine çöeklenmiş
hainler takımının bu sözde tarihi seçeneği üç günde kağıt
üzerinde bırakacakları şimdiden gün gibi açık değil mi? Bütün bunları; krizin kapitalist ekonomiye özgü nedenleri ve sınıfsal
kaynağı konusunda tek kelime olsun etmeyen, ağırlıklı olarak ulusal
liberal nitelikte reform önlemlerinden öteye geçmeyen ve bir parça olsun
sonuç vermesi ancak kararlı bir devrimci sınıf mücadelesi çizgisine
bağlı olan Emek Programının gerçekte ne ifade ettiğinden
bağımsız olarak söylüyoruz. Bu program üzerinde ayrıca duracağımız için
burada bunu yalnızca hatırlatmakla yetiniyoruz. Emek Platformunun emek programı övgüsü içinde kendinden
geçen Evrensel gazetesi, konuya ilişkin dizi yazısında, bu programı
ortaya çıkaran sempozyumda kullanılan bir kızılderili atasözünü aktarıyor:
Bir defa aldatırsan ayıp sana, iki defa aldatırsan ayıp bana.
EMEPli liberallerin Emek Platformu karşısındaki durumunu hiçbir
şey bu atasözünden daha iyi bir biçimde özetleyemezdi. Şu farkla ki,
atasözü gerçeği görmek için bir kez aldanmayı yeterli sayıyor. EMEPin
sendika bürokrasisiyle ilişkilerinde ise bunun haddi hesabı yok. Perinçekçi İPin halkçı-devletçi ekonomi seçeneği
Perinçekçi İP halkçı-devletçi ekonomi seçeneği olarak sunduğu
Ulusal direnme programının giriş ve gerekçe
bölümünde şunları söylemektedir: Ulusal devlet ve ulusal ordu direnir. Bu, çağımızın tunç yasasıdır.
Türkiye, bu liberal denen ve gittikçe daha vahim ölçülerde
dünya kapitalizminin merkezlerine bağlanan ekonomisiyle direnemeyeceği
için, kaçınılmaz olarak yeniden halkçı-devletçi bir ekonomik rotaya
girecektir. Ulusal devleti ve Türkiyenin toprak bütünlüğünü korumanın,
ulusal orduyu güçlü kılmanın başka bir yolu yoktur. Bu nedenle bugün
yaşanan ekonomik kriz, bu yönüyle de Türkiyeyi yeniden halkçı-devletçi
ekonomiye yönelmeye zorluyor. Dışa bağımlı liberalizmin iflası, toplum
çıkarını esas alan kamu sektörünün yönlendirdiği karma ekonomiyi gündeme
getirmektedir. Bu paragraftaki hemen her cümle, gerek düşünsel içerik gerekse niyet
yönünden tepeden tırnağa gericilik yüklüdür. Bir yandan bu ülkenin 50
yıllık emperyalist kölelik ilişkileri içinde bulunduğundan, Türkiyeyi
küçük Amerika yapma çizgisinin Türkiyeyi neredeyse
sömürge haline getirdiğinden sözedeceksiziniz. Sonra da ulusal direncin
temsilcisi ve dinamiği olacak bir ulusal devlet ve ulusal orduyu
çağımızın tunç yasası gereği sayacaksınız. Bu tutarsızlıktan
da öte, tam bir düzenbazlıktır. Türkiyenin egemen iktisadi düzeninin sınıf karakterini yoksaymak
için, Türkiye kapitalizmi yerine Türkiye ekonomisi, ülkemiz
ekonomisi, ulusal ekonomi nitelemelerini tercih edenler,
bu iktisadi temel üzerinde hüküm süren sınıf egemenliği sistemini yok
saymak için de ulusal devlet ve ulusal ordu
söylemlerine başvuruyorlar. Böylece 50 yıllık bir sürecin ardından küçük
Amerika haline getirilen, dahası adeta sömürgeleştirilen
bir Türkiyede, buna rağmen temel ilişkiler ve kurumlar ulusal
nitelikte kalacak. Böyle söylüyor Perinçekçi söylem ve propaganda. Bu ulusal ilişkiler ve kurumlar tablosunda halihazırda
eksik olan tek halka bir ulusal hükümetten ibarettir. Bundan
dolayıdır ki, Perinçekçi ekibin bütün bir gürültülü propagandası ve
ulaşılacak somut politik hedefi, ulusal bir hükümetin kurulması
üzerinedir. Bu yıllardan beridir böyledir ve son krizle birlikte tüm
yüklenme noktası haline gelmiştir. Perinçekçi propagandaya göre herşey,
tüm koşullar hazırdır; eksik olan tek şey, kararlı bir ulusal
iradenin temsilcisi ve taşıyıcısı olacak bir ulusal hükümetten
başka bir şey değildir. Nitekim bu istemi ileri sürmek ve bunu orduya
bağlılık bildirimiyle birleştirmek, Perinçekçi propaganda nazarında
dönemin kitle hareketi için meşruluğun ve kabul edilebilirliğin zorunlu
koşuludur. İktisadi temelin ve ona bekçilik eden siyasal üstyapının sınıf karakterini
yoksaymak, bu tutumun bir devamı ve mantıksal uzantısı olarak, Türkiyede
sınıfları da yoksayan ve tekmil milletin birliğini savunan
bir çizgiye varıyor. Devlet ve ordu sorununa sınıfsal bakmak diye bir
sorunu olmayanlar, işi artık Türkiyedeki sınıflar gerçeğini de
yoksayar bir noktaya vardırmışlardır. Perinçekçi İPin dilinde
artık sınıflar değil, fakat özenle kullanılan ulusal sanayicimiz, ulusal
tüccarımız, esnafımız, çiftçimiz, işçimiz vb. söylemler var. Bu nitelemelerle
da elbette sosyal sınıflar değil, fakat ulusal ekonomide kendine göre
zorunlu ve yararlı işlevler yerine getiren meslek grupları anlatılmış
olur. Bu ara Kurtuluş Savaşı yıllarının terminolojisine gönderme yapmak
amacıyla olur olmaz kullanılan tekmil millet kavramı tüm
bunları tamamlamakta ve öetlemektedir. Tekmil millet, bir
avuç hain dışında bütün bir ulusun birliği anlamına gelmektedir.
1930ların gerçeklerini tepe taklak ederek kendilerine tarihsel
referans olarak kullananlar, böylece işi adım adım o dönemin korparatist
söylemine doğru götürmektedirler. Halihazırda bir tek imtiyazsız
sınıfsız kaynaşmış bir kitleyiz demedikleri kalmış durumda. Çağımızın tunç yasası liberal masalı Ulusal devlet ve ulusal ordu direnir. Bu, çağımızın tunç yasasıdır.
diyor Perinçekçi liberaller. Bunların ulusal devlet ve ulusal
ordu kavramları bugünün dünyasının şekli devlet bağımsızlığına
sahip bütün bir bağımlı ya da yeni-sömürge ülkelerini kapsamaktadır.
Bu iflah olmaz üç dünyacı bakışaçısıdır ki, komünistlere
karşı tarihin en kanlı kıyımlarından birinin ardından ülkeyi 35 yıl
boyunca Amerikan emperyalizminin çiftliği haline getirmiş olan Endonezyanın
faşist devletini ve ordusunu bile ulusal sayıp savunabilmektedir.
Bu sicili bozuk çetenin geçmişinde Pinocheyi bile savunmak olduğuna
göre, bugünkü bu davranış çok da şaşırtıcı değildir. Türkiyenin
generalleri ile Suhartonun generallerini aynı çizgi üzerinden
savunmak, bu adamların nasıl bir batağa battıklarını görmeye ve göstermeye
fazlasıyla yeter. Emperyalist efendiler ile işbirlikçileri arasındaki her gerici çelişkiye
ilerici-ulusal bir anlam atfetmek, Perinçekçi liberallerin temel bir
davranış çizgisidir. Türkiye savaş sonrası dönemden beri iktisadi, mali,
siyasi, askeri, diplomatik, kültürel, özetle hemen her alanda Amerikan
emperyalizminin rahatça at oynattığı bir çiftlik haline getirilmiş.
Perinçekin kendi deyimiyle, Türkiye bugün bir küçük Amerika
olmuş, adeta bir sömürge konumuna düşürülmüş. Ve elbette
bütün bunlar, egemen sınıfın çıkarlarına ve buna dayalı tercihlerine
uygun yönelimlerin sonucu olarak gerçekleşmiş. Ve en kritik nokta: Ulusal
devlet ve ulusal ordu buna direnmek bir yana, buna karşı direnen
emekçileri ve onun ilerici-devrimci öncülerini ağır baskıların ve kanlı
kıyımların değişmez hedefihaline getirmiş. Bunun bir parçası olarak,
bizzat ABDnin teşvikiyle bu aynı ulusal devlet ve ulusal
ordu, bu ülkenin son otuz yılında iki faşist askeri darbe ile
devrimci anti-emperyalist güçlerin temsil ettiği bütün bir ulusal direnci
bizzat kırmış, böylece de ülkeyi bugünkü yıkıma ve emperyalizme tam
teslimeyet çizgisine sürükleyen gelişmelerin önünü açmış, vb., vb... Türkiyenin son 50 yıllık bu temel tarihi gerçekleri orta yerdeyken,
Perinçekçi İP, Ulusal devlet ve ulusal ordu direnir. Bu, çağımızın
tunç yasasıdır. masalıyla arsız bir karşı-devrimci misyona
soyunuyor. Son 35 yıl boyunca ordunun bizzat kendisi tarafından devrime
karşı bir dalgakıran olarak önü açılmış, ama bu arada denetim dışına
da çıkmış dinsel gericiliği terbiye etmeye ve yeniden denetim altına
almaya yönelik bir operasyona (28 Şubat) olmadık anlamlar ve misyonlar
yükleyerek, alıp tüm bu gericiliğin dayanağı olarak kullanıyor. Bunun
üzerine koca bir teori ve strateji (ordunun yeniden Cumhuriyet
Devrimi çizgisine girmesi!) kurulduğu için bunu ayrıca tartışmak
gerekecek, burada yalnızca hatırlatmış oluyoruz. Halkçı-devletçi ekonomik rotanın zorunluluklar zinciri Ulusal direnme programının giriş ve gerekçe
bölümünden aktardığımız pasaja dönelim biz yeniden. Ulusal devlet
ve ulusal orduya peşinen bir direnme misyonu yüklendikten sonra,
ardından bunun vahim ölçülerde dünya kapitalizminin merkezlerine
bağlanan bir ekonomiyle mümkün olamayacağı tespiti geliyor
ve bundan otomatikman bir sonuç çıkıyor. Bu nedenledir ki, Türkiye,
kaçınılmaz olarak yeniden halkçı-devletçi bir ekonomik rotaya
girecektir, deniliyor. Böylece Tunç yasası, bütün
sonuçlarını neredeyse mantıksal bir zorunluluk ve dolayısıyla kendiliğinden
üretiyor. Türkiyenin yeniden halkçı-devletçi bir ekonomik rotaya
gireceğinden sözedebilmek için, zamanında zaten bu rotada bulunduğunu
kabul etmek gerekir. Nitekim izleyen paragraf olduğu gibi bu kabule
ayrılmış, ki bunu ayrıca göreceğiz. İzleyen cümlede, Türkiyenin kaçınılmaz olarak yeniden
halkçı-devletçi bir ekonomik rotaya girecek olması bir de
zorunlu bir ihtiyaca bağlanıyor: Ulusal devleti ve Türkiyenin
toprak bütünlüğünü korumanın, ulusal orduyu güçlü kılmanın başka bir
yolu yoktur. Bu, ulusal direnme programının bütün
bir amacını ve hedefini de veriyor. Gerici-milliyetçi önyargıları okşamak
ve orduya dalkavukluğu programatik düzeyde belgelemek için piyasaya
sürülen bir program tabii ki temel hedeflerini böyle saptayacaktır. Devleti ve orduyu güçlendirmeye dayalı bir ekonomik program alternatifi
ile ortaya çıkmak, amacı ve hedefi böyle saptamak, tepeden tırnağa bir
gericiliktir. Bunu emekçiler adına ileri sürmek ise, söylemek zorundayız,
tamı tamına bir sahtekarlıktır. Bu sahtekarlık 1930lara verilen
tarihsel referans üzerinden kendini ayrıca en kaba biçimde ortaya koyuyor.
1930ların kendine özgü koşullarında gündeme gelmiş bulunan, zerre
kadar halkçı bir nitelik taşımayan, tam tersine, devletçi ekonomik girişimlerini
tam da halkı perişan ederek gerçekleştiren ve tümüyle egemen sınıfın
çıkarlarına ve ihtiyaçlarına yanıt veren bir ekonomik uygulama, bugün
piyasaya halkçı etiketle sürülebiliyor. Burada bilgisizlik
değil tamı tamına bilinçli bir çarpıtma, tarihi gerçekleri bilerek tersyüz
etme çabası var. Bunun üzerinde ayrıca duracağımızı söylemiş bulunuyoruz. 30ların
devletçiliğinin gerçek anlamı, sınırları ve işlevinin ortaya konulması,
Perinçekçi İPin bugünkü çizgisinin özel bir vurguyla kendine dayanak
olarak kullandığı bütün bir tarihsel temelin de çökertilmesi demektir.
Bu konu üzerinde ayrıca ve genişçe durmak bundan dolayı da özel bir
önem taşımaktadır. Bu nedenle bugün yaşanan ekonomik kriz, bu yönüyle de Türkiyeyi
yeniden halkçı-devletçi ekonomiye yönelmeye zorluyor. Kaçınılmazlıklar
ve zorunlu ihtiyaçlar zinciri böylece adeta kendiliğinden bir biçimde
Türkiyeyi Perinçekçi seçeneğe doğru götürmüş oluyor. Ortada uzlaşmaz
sınıflar yok, çatışan sınıf çıkarları yok, buna dayalı ezen-ezilen,
sömüren-sömürülen ilişkisi yok. Ya ne var? Tekmil milletten
oluşan bir Türkiye ve direneceği kesin olan bir ulusal devlet
ve ulusal ordu var. Sınıflar yok, sınıflar mücadelesi yok, fakat
olayların kendiliğinden zorlaması ve bu zorlama altında Türkiyenin
adım adım yeniden halkçı-devletçi ekonomiye yönelmesi var.
Yıkılış sonrasının umutsuzluğu ve karamsarlığı içerisinde bunalan bir
kısım aydının ciddi ciddi yakınlık duyduğu Perinçekçi safsata bunu aynen
böyle söylüyor. Subjektivizmin dipsiz çukurudur bu. Ekonomik olarak küçültülen devletin
bir baskı ve terör aygıtı olarak paralel biçimde neden devasa boyutlarda
tahkim edildiğinin bir açıklaması yok burada. Ordu, polis, istihbarat
örgütleri, DGM, F tipi hücreler türünden baskı kurumlarının ve onları
her düzeyde tamamlayan ve yönlendiren kont-gerilla örgütlenmesinin neden
aralıksız güçlendirildiğinin, bu kurumsal aygıtlar yoluyla olduğu kadar
yasal düzenlemeler yoluyla da işçi sınıfına ve emekçilere neden nefes
aldırtılmadığının bir açıklaması da yok burada. Bütün bunların Türk
burjuvazisinin sınıf çıkarları ve ihtiyaçları, bundan ayrı düşünülemeyecek
olan küresel yönelimleri ile organik bağının bir açıklaması
da yok, doğal olarak. Bütün bunların, birbirini bütünleyen Genelkurmay ve MGK karargahlarında
inceden inceye tasarlanıp planlandığını, kotarılıp uygulamaya sokulduğunu,
yasal dayanaklara kavuşturulmak üzere parlamentoya dayatıldığını, bu
ülkede herkes ve doğal olarak herkes kadar Perinçekçi İP de biliyor.
Ama bütün bunların Perinçekçi çete tarafından orduya atfedilen sözde
misyonlarla nasıl bağdaştığının bir açıklaması da yok orta yerde. İliklerine kadar devletçi ve militarizm savunucusu olan, bunu zindanlardaki
faşist toplu katliamların alkışlanmasına ve mazur gösterilmesine kadar
vardıran bu çeteye ulusal liberal demek, liberal
kavramının yarattığı yanlış çağrışımlardan dolayı ilk bakışta belki
yadırganabilir. Fakat sol liberal kimlik, herşeyden önce bir sınıf işbirliği
çizgisini anlatır. Perinçekçi İP ise bunu gerici-milliyetçi bir çizgi
üzerinden yapmaktadır. Onlara milliyetçi liberaller denmesi,
bundan dolayı durumlarına uygun düşen bir tanımlama sayılmalıdır. İstediği kadar Türkiye hızla bu seçeneğe sürükleniyor söylemi üzerinden
gürültü koparsın. Gerçekte bu ulusal liberal programın herhangi bir
gerçekleşme şansı da yoktur. Bu nedenle bu çizgi, gericiliği ölçüsünde
ütopiktir de. Türk burjuvazisi adına bugünün Türkiyesinde halkçı-devletçi
bir ekonomi seçeneğinden sözetmek bile bu gerici ütopyaya işaret etmek
için kendi başına yeterlidir. Toplum çıkarını esas alan kamu sektörüne dayalı karma
ekonomi Dışa bağımlı liberalizmin iflası, toplum çıkarını esas alan
kamu sektörünün yönlendirdiği karma ekonomiyi gündeme getirmektedir.
Ele aldığımız paragrafta birbirini izleyen zorunluluklar zincirinin
son halkasını oluşturuyor bu cümle. Kapitalist ilişkiler içerisinde
toplum çıkarını esas alan (bir) kamu sektöründen sözedebilmek
için gerici bir liberal olmak gerekir. 30ların devletçiliğini
halkçı etiketiyle sunma düzenbazlığının bir uzantısıdır
bu iddia. Toplumun genel çıkarlarını ve ihtiyaçlarını esas alan bir ekonomi,
doğası gereği ancak sosyalist bir ekonomi olabilir. Kapitalist bir ülkedeki
devletçi her uygulama, hiç de genel toplum çıkarı ilkesi ve kaygısına
değil, fakat bir kural olarak egemen burjuva sınıfının genel çıkarlarına
ve ihtiyaçlarına dayanır, buna yanıt verir. Buna kamu hizmeti denilen
ve tüm toplum bireylerinin şu veya bu düzeyde yararlanabildiği hizmetler
de dahildir. Bu hizmetlerin egemen sınıfın topluma hükmedebilmesinin,
toplumu yönetme meşruiyetini koruyabilmesinin gereklerinden olması bir
yana, bunların bir ölçüde sağlanmasının ancak zorlu sınıf mücadelelerinin
bir sonucu olduğu da herkesin bildiği bir gerçektir. Nitekim Doğru Avrupadaki
yıkılışa ve sınıf mücadelesindeki genel gerilemeye bağlı olarak, düne
kadar sosyal devletin gereği saılan bu kazanımlar bugün
dünya ölçüsünde genel bir neo-liberal saldırının hedefi haline getirilerek
sürekli budanmakta, kapitalist piyasanın kâra dayalı vurgununa açılmaktadır...
Düne kadar sosyal devlet olmanın bir gereği olarak yerine
getirilen bu hizmetlerin gerektirdiği kaynakların, doğrudan sömürüden
her çeşit vergiye kadar, yine bizzat emekçilerin sırtından elde edilmesi
ise ayrı bir soun. Çoğu durumda ve özellik resmi burjuva söylemde, Cumhuriyetin
80 öncesi bütün bir dönemine egemen ekonomiden kamu sektörünün
yönlendirdiği karma ekonomi diye sözedildiği için, Perinçekçi
İPin toplum çıkarını esas alan kamu sektörüne dayalı
karma ekonomi yutturmacasına dikkat çekmek özellikle gereklidir. İlkel
demagojik söylemleriyle tanınan Tansu Çillerin özelleştirme saldırısını
savunmak için Türkiyeden dünyanın son sosyalist devleti
diye sözetmesine Perinçekçi Aydınlıkın hararetle sarılması,
bu açıdan boşuna değildir. Aydınlık, bu ilkel demagojiyi alıp
onu Türkiyedeki biçimiyle karma ekonominin toplumun
genel çıkarlarına hizmet ettiği tezine dayanak yapmaktan yarar
umabilmiştir. (Devam edecek...) |
|||||