ARSIVANA SAYFA
 
23 Eylül '00
SAYI: 35
İçindekiler
Kızıl Bayrak'tan
Birinci yıldönümünde Ulucanlar direnişinden öğrenmek
Ulucanlar katliamının hesabını soralım!
Hücre saldırısına karşı asıl barikatı dışarıda örelim!
Tutsak aileleri katliamı lanetlemeye hazırlanıyor
Düzenin yargı cephesinde oynanan oyunlar
Enerji Yapı Yol Sen’in üç günlük iş bırakma eylemi
Çukobirlik işçileri direnişlerini sürdürüyor
“Güneydoğu Eylem Planı” ile ne hedefleniyor?
Grev yasağı ve belediye işçilerinin sorumlulukları
Barış üzerine notlar
Belgelerle planlı faşist katliam
Karadeniz: Bir halklar mozaiği/1
Habip ve Ümit’e dair
Hücre karşıtı muhalefet güçleniyor
Hücre karşıtı muhalefet ve zindan cephesi
Yargı terörü, TMY ve DGM’ler
Bir abladan bir anaya... Kazanan biz olacağız!
Ümit ve Habip şahsında ON’lara
Buca katliamı 5. yılında
Irkçılığa geçit yok!
Mücadele Postası
 



 
 
Düzenin yargı cephesinde oynanan oyunlar


İşçi ve emekçiler dışında, toplumun çeşitli kesimleri nezdinde bir tartışma yaratan Sami Selçuk’un ‘99 Adli Çalışma Yılı açılış konuşması bu yıl beklenen ilgiyi görmedi. O zaman tartışmanın bir şekilde aktif tarafı olanlar, bu yıl içeriği aşağı yukarı aynı olan konuşmayı birkaç cümlelik değerlendirmeyle geçiştirdiler. Bunda, medyanın tartışmalara taraf olarak katılan eğilimleri kamplaştırma rol ve konumundan, sermaye devletinin bu yılki ihtiyaçları çerçevesinde bir parça geriye çekilmesinin de payı var. Buna bağlı olsa gerek, tekelci medya, konuşmanın içeriğinden çok açılış etkinliklerinin magazin boyutunu öne çıkarmayı tercih etti.

Fakat asıl olarak iki neden üzerinde durulabilir. Birincisi, burjuva siyasal gündemin yeterince şişkin olması, yanısıra tartışma konularının artık bir yenilik taşımaması ve bir yılı aşkın bir süreden beri siyasal gelişmelerin bir parçası olarak gündeme yedirilmiş olmasıdır. AB’ye üyelik çerçevesinde uyulması gereken hukuki norm ve yasalar, 2000 yılının başından itibaren “demokratikleşme” ve “uyum” kavramları etrafında burjuva siyasal gündemin temel konuları olarak işleniyor. Bu açıdan Sami Selçuk, bu yıl farklı bir açılım sunmadı. Yalnızca geçen yılki konuşmasının kapsamını genişletti ve daha açık gerekçelerle sistem adına olması gerekenleri peşpeşe sıraladı.

İkincisi, içinden geçilen kritik evrede sermaye iktidarının görüntüye yansıyan “uyumlu hükümet”i ve “siyasal istikrar”ı zedeleyecek bir kamplaşmadan bilinçli olarak uzak durmayı tercih etmesidir. Bu nedenle olsa gerek, devlet erkanı, yeni adli çalışma yılı etkinliklerine, en azından geçen yılki kadar ilgi göstermedi. Başbakan Ecevit açılış toplantısına bir mazeret uydurarak katılmadı. Adalet Bakanı, yapılan konuşma ve eleştirilere “zaten bizim de bakanlık ve hükümet olarak bildiğimiz, üzerinde durduğumuz, değindiğimiz konulardır” demekle yetindi, vb.

Oysa, düzenin yargı kurumunu doğrudan kesen “KHK” ve devletin içine yuvalanmış (birilerinin iddiasına göre yargı kurumlarının tepesine kadar çıkmış!) “irtica” ile mücadele gibi uygulamalara -bizzat MGK direktifiyle- geçilmesinin tartışıldığı bir aşamada daha sert tartışmaların olması beklenirdi. Bundan bilinçli olarak kaçınıldı. Sami Selçuk ve diğer konuşmacılar (TTB Başkanı Eralp Özgen ve Anayasa Başkanı Mustafa Bumin) hassaslaşan bu dengeleri gözeten bir üslupla konuşmaya özen gösterdiler. Örneğin 312. maddenin kaldırılması tartışmalarına Selçuk bir çözüm olarak Avrupa’daki uygulanma biçimlerini örnek verdi. “Uluslararası alanda bizi zor durumda bırakmamalı” diyerek, 312. maddenin aşırı uçlarından arındırılarak yeniden düzenlenmesinin gerekli olduğunu vurguladı. KHK’nın karşısına cepheden çıkmamayı tercih etti, vb.

Emperyalizme daha iyi hizmet için reform


Çeşitli başlıklar altında Sami Selçuk, devletin aksaklık ve eksikliklerinin giderilmesini sağlayacak bir yargı reformunun ve anayasal değişikliğin sistem için ne kadar acil, ne kadar ön açıcı olacağı ve bunun mutlaka Avrupa ile bütünleşme referans alınarak yapılması gerektiği üzerinde durdu. Özet olarak, her türlü reformun AB standartında olması gerektiği, içe kapanan Türkiye’nin geleceğinin bu adımı atmasına bağlı olduğu fikrini işledi. Kendi sözleriyle “Türkiye AB’ye girdiği taktirde birlik, demokrasi cephesinde çok önemli bir siper ve egemen tepe kazanacak ve bu stratejik siper ve tepeden müslüman ülkelere, Asya Türklerine kapısını açacaktır.” Tabii bunun doğal sonucu, hukuk-yargı alanındakiler de dahil, her türlü reformun emperyalizmin ihtiyaç ve isteklerine göre yapılması, hukukun da globalleşmeye uygun hale getirilmesidir.

Daha açık bir ifade ile Sami Selçuk, emperyalist egemenliğin her alanda perçinlendiği bir durumda hukuk-yargı alanının da bundan bağımsız kalamayacağı görüşünü, sözde bir “ulusal” bağlılık gösterisine başvurmaya gerek duymaksızın dillendirdi. Sermaye devletini bu çerçevede açılım yapmaya çağırdı. İşkenceden idama, aftan düşünce özgürlüğüne, 312. maddenin yumuşatılmasından KHK’ya kadar bütün meselelerin çözümünü, eski katı devletçi yaklaşımın terkedilerek Avrupa standartlarında “özgürlükçü ve katılımcı” bir anayasal değişikliğe ve bunun siyasal karşılığı olan “demokratik cumhuriyet”e bir an önce geçilmesine bağladı.

Öte yandan, bu yapılmazsa, halk kendi anayasasını kendi bildiği tarzda yapar uyarısında bulundu. Zira ona göre “halk kendi anayasasını istemektedir ve bu doğrultudaki arayışları yoğunlaşmıştır.” Bu yapılmazsa ne olur? Selçuk’un sözleriyle, “tartışma rejim içinde kalmayacak, hem rejim üzerine olacaktır” İşte asıl tehlike budur ve bu nedenle, başta anayasa olmak üzere eskiyen kurumları elden geçirmek gerekmektedir. Öyleyse, rejimin niteliğini tartışma konusu olmaktan çıkaracak bir hukuksal düzenleme yapılmalıdır.

Sonuç olarak Sami Selçuk, 115 sayfa tutan bu yılki konuşmasını, “yoğunlaşan arayışlar”ın ve süren “tartışma”ların sermaye devletini ve rejimin uzun vadeli çıkarları için, niçin ve nasıl karşılanması gerektiğine ayırdı. Önerdiği çözüm ise, halk ile devlet arasında büyüyen uçurumu gözlerden saklayacak, sermaye düzeninin yol açtığı toplumsal çürümenin üstünü örtecek, halkın düzen kurumlarına olan güvensizliğini bir parça telafi edecek burjuva reformlardır; emperyalist tahakkümün hukuksal formunu (o, buna “ulus üstülük” diyor) “demokratikleşme”nin, “çağdaşlaşma”nın gereği olarak uygulamada, MAİ, MİGA benzeri yeni anlaşmaların altına imza atmada, ekonomide olduğu gibi hukuk alanında da “ince ayar” yapmada tereddüt etmemektir, vb.

İki yıldır bir bardak suda fırtına koparılmaya çalışılan bu ve benzeri tartışmalarda bilinçli olarak bir bulanıklık yaratılmakta, emekçiler yaratılmaya çalışılan sahte kamplardan birine yedeklenmeye çalışılmaktadır. Öncelikli olarak bunun görülmesi gerekiyor. Bu düzen içinde birileri hak, hukuk ve demokrasiden yana, diğerleri de buna karşı bir politikaya sahip değildir. Bu sahte bir bölünmedir. Düzen içindeki tüm eğilimler, nihayetinde işçi ve emekçilere yönelik sosyal yıkım programı altında birleşmektedirler. Sami Selçuk vb. çizdiği sınırlarda kalacak bir burjuva reformu nedeniyle ortaya çıkan tırnak içini doldurmayan farklı eğilimleri “çatışma” diye sunmak, olsa olsa kirli bir burjuva ayak oyunudur.

Sami Selçuk ve sermaye devletinin hangi kesimi temsil ettiği sahte bir soru ve sahte bir tartışmadır. (İlle de yanıt vermek gerekirse, o işbirlikçi tekelci sermayenin en rafine temsilcilerinden biridir. İP’in onu irtica yanlısı, ordu karşıtı kesimlerin sözcüsü, ulusal bağımsızlık düşmanı ve mevcut sisteme aykırı bir kişilik olarak hedef tahtasına oturtmaya ve bu yolla orduya yaranarak prim yapmaya çalışması boş bir çabadır.) Sahtedir, zira bu düzenin hiçbir kurumu ve temsilcisi kendisine biçilen rol ve görevin sınırlarını aşarak varlığını sürdüremez. Tarih, bu sınırı zorlayanları nasıl bir akıbet beklediğinin örnekleriyle doludur. Yargıtay gibi, cumhurbaşkanlığı gibi, düzen içinde tuttuğu yerin önemsendiği kurumlar ve kurumların temsilcileri için bu tartışmasız bir gerçekliktir. Buna devlet bürokrasisi içinde alttan küçük fakat güncel bir örnek, Savunma Sanayi Müsteşarlığı’ndaki tek sivil müsteşarın, yalnızca emekli bir generalin kurum içinde görevlendirilmesine ilişkin istem yazısını işleme koymakta geciktirmesi gerekçe gösterilerek görevden el çektirilmesidir.

İkinci olarak, sermaye devleti bu sınırlardaki bir reform girişimi için bile kendisine güvenmemektedir. Dahası böyle bir gerçek niyeti yoktur. Bugüne kadar ‘82 anayasası lehine konuşan tek bir burjuva temsilci bulamazsınız. Ama yine de kıyısına köşesine yapılan yamalarla daha da ağırlaştırılan bu faşist anayasa yıllardır yürürlüktedir. Zira sözde eleştirenler bile onu değiştirmek istemezler.

Üçüncüsü, bu ve benzeri çıkışlar, arayışlar, tartışmalar sınıf ve kitle hareketini, gerçek demokratik muhalefeti yedeklemeye ve kötürümleştirmeye dönük demagojiye dayalı burjuva politikasının olağan biçimleridirler. Birilerinin iyi niyetli ya da bireysel aykırı çıkışları olarak görülemezler. Bugün işçi sınıfının, emekçi katmanların hak ve özgürlük mücadelesi çok zayıf olduğu için, birilerinin reform, demokratikleşme ve hukuk üzerine söylemleri, mücadele etmeden kazanım sağlanabileceğine inananların kulağına pek hoş gelmektedir.

Son olarak, pek çok burjuva temsilcinin diline doladığı demokratikleşme ve reform önerilerinin işçi ve emekçilerin çıkarlarının, özlem ve taleplerinin yetersiz-güdük de olsa bir ifadesi olarak görülmesi ise, daha büyük ve daha vahim bir aldanmadır. Politik varlığını ve taktik açılımlarını düzenden beklentiler üzerine oturtanları bekleyen son ise, yanı başımızda örnekleri görüldüğü üzere, çeşitli kılıklara bürünmüş düzen savunuculuğuna ve düzen batağına sürüklenmektir.

O halde, bu günlerde grevleri yasaklanan, ücret bordroları İMF tarafından doldurulmak istenen işçi sınıfı ve emekçiler için fazla bir seçenek yok. Onlar demokratik hak ve özgürlüklerini savaşarak kazanacaklardır.