Sistem kendisini sorgulanmasını engellemek için bireyler için yaşam alanları yaratır. Buralarda küçük mutluluklar ya da sahte başarılar vardır. Düşünmemiz istenilen konular da belirlidir. Okur-yazar modern insanlar olarak sınırlarımız çizilidir. Farklı kıstasları da olsa; yaş, cinsiyet, eğitim durumu, aile yapısı, kariyer... Ama hepsinde ortak olan bir duygu vardır: Kendini beğenme! Kendini sevmiyorsa insan, asla kendisi dışında bir konuya yoğunlaşamaz. Bencillik bir kapitalizm hastalığıdır.
Yabancılaşma kaynaklı sahte depresyonlara girer insanlar. Ah bir gidebilsem şöyle uzaklara cümlelerini söyler akşam olunca. Sistemden kurtulma çabasıdır bu cümle. Henüz başkaldırı içermez, ama fark etmeye başlamıştır. O sırada televizyon açılır. Televizyonun afyonunun kokusu başını alır insanın. Bir anda yavaş yavaş söner içindeki arzular. Kendini gidemeyecek kadar yorgun hisseder belki. Gecenin ilerleyen saatlerinde özdeşleşmeler başlar. Sonra seyredilen filmin ya da dizinin baş karakteri için dökülen göz yaşları... Son postada öykünülen mankenler ve cinsiyet ayrımı yapılmaksızın dayatılan ideal ölçüler...
Televizyon kapanır ve yatmadan önce yine karar alınır. Yarın çayımı yine şekersiz içeceğim = REJİM!..
Bu olayların tekrarlandığı bir gecenin gündüzünde, biz çayımızı içerken, Mardinde bir kadının çığlıkları duyulur. Kafası, gözü, yüzü, karnındaki bebeğini emzireceği memeleri kan revan içindedir = RECM!..
Sistemin bize ayırdığı küçük yaşam alanımızı o kadar büyük zannederiz ki, bazen bir kadının Mardinin Yalımköy Beldesinde yaşadığı olay bize masal gibi gelir. Yahut Nijeryada olanlar... Ya da komşumuza, okulda sıra arkadaşımıza olanlar. Duyunca tüylerimizi ürpertir sadece. Yabancılaşmış toplumların doğal yaşamıdır bu artık. Üzülmek dışında elden bir şey gelmeyeceği inancı yerleştirilmiş herkesin beynine.
Şemse Allak Mardinde yaşıyordu. 35 yaşında bekar bir kadındı. İtaat etmek üzerine kurulu yaşantısı oldukça sıradandı. Şemse Türkiyede ve dünyada birçok kadının karşı karşıya kaldığı bir saldırıya maruz kalmıştı: TECAVÜZ! Onu sevmeyen ve önemsemeyen, belki güzel bile bulmayan, yaşlı, bencil ve ilkel bir erkek tarafından ırzına geçilmişti. Bu olay karşısında hiçbir tepki veremedi Şemse. Sustu. Bizlerin ayna karşısında süslendiğimiz ya da bir barda kafa çektiğimiz esnada, Şemse kendini öldürmeyi düşünüyordu belki de. Günah diye yapamadı. Ya da annelik içgüdüsüyle karnındaki bebeğe acıdı. Nasıl yapacağını bilemedi belki de. Daha da acısı belki de o, ne düşünecek kadar yalnız kaldı, ne de uygulayacak kadar. Hane halkının nüfusu soluk aldırmayacak kadar kalabalıktı. Şemse o evde hizmet zincirinde ayrılmaz bir parçaydı. Böyece Şemse tecavüzün ardından ne yapacağını bilemeden o kalabalıkta yapayalnız kalakaldı.
Tecavüz elbette sadece eğitim düzeyi geri kadınları yönelik bir tehlike değil. Ama bu toplumda, eğitimli olsun olmasın, tecavüz mağdurlarından tecavüze uğradıklarını dile getirebilenlerin sayısı oldukça az. Toplum baskısı tecavüz suçunun bedelini faile değil mağdura ödetiyor. Birçok eğitimli kadının tecavüze uğradıklarını dile getirmeye çekindiklerini düşünürsek, Şemsenin, hem de gün içinde üç beş cümleden fazla söz hakkı yokken, tecavüze uğradığını dile getirmesi gerçekten güç.
Şemse sustu ama karnındaki can gün geçtikçe büyüyordu. Onu saklayabileceğini sanacak kadar saf ve cahildi Şemse. Ve kaçmayı göze alamayacak kadar ürkek.
Hamile olduğu öğrenildi sonunda. Birçoğumuz günün en yoğun saatlerini yaşıyorduk. Şemse ise dayak yiyordu. Tecavüze uğradığını söyledi, durdurmaya çalıştı. Dinlemediler. Konuştukça daha da fazla dayak yiyordu.
Tecavüzün faili Halil Açıl ise o sırada evinde rahat bir biçimde dinleniyordu. Karısı hizmet ediyordu ona. Kadın sessiz, 40 yıldır yaptığı gibi, yapıyordu işini.
Alacaksın dediler Halile Şemseyi. Al, temizle ailenin namusunu. Halilin karısı gidip aldı Şemseyi baba evinden, kendi evine getirdi. Kimse Şemseye sormadı, ona saldıran adamla yaşamayı ister miydi? Şemse yabancısı olduğu, istenmediği ve istemediği evde iki günden fazla bir eşya gibi durdu. Sonra Halil geldi yanına ve git dedi boşadım seni. Evine döndü. Babasına, anasına. Kirlenmiş bir kadındı artık o. Git kocana ve orada bekle! dediler ona. Artık yeri yurdu yoktu Şemsenin. Halilin evine gitti ve hakkında kesilecek hükmü beklemeye başladı.
Hüküm telefonla bildirildi kendilerine. Kirleten ve kirlenen cezalandırılacaktı. Karar: RECMdi. Halil, Şemse ve Halilin oğlu Erdal yola koyuldular. Kaçma vaktiydi. Ölüm peşlerine düşmüştü. Ama töre o topraklara fazlasıyla hakimdi, kaçamadılar. Katledildiler, herşey Erdalın gözünün önünde olmuştu. Yerde kanlar içinde iki beden yatıyordu, birbirine sevgi bile duymayan. Birinin kalp atışları durmuştu. Diğerininkisi çift atıyordu. Karnında bir can daha Şemse ile beraber can çekişiyordu. Töre törenle kana bulamıştı toprağı.
Tam o sırada biz neden rejime girdiğimizden bahsediyorduk, özenle hazırladığımız salatamızı ve en çok hangi mankeni beğendiğimi anlatıyorduk soluk soluğa. Erdal dehşet içinde koşuyordu soluk soluğa ve Şemse yaşamaya çalışıyordu soluk soluğa...
Şemseyi hastahaneye kaldırdılar. Akrabaları arasıra gelip kontrol ediyorlardı ölüp ölmediğini. Hala ölmedi mi? Yaşadığı her günden utanç duyuyorlardı. Bebeği öldü önce Şemsenin, sanki direnci kırıldı bir parça. Ve maalesef sonunda, Kasım 2002de girdiği komadan çıkamadı, 7 Mayıs 2003de hayata gözlerini kapadı.
Şemsenin ve Halilin aileleri bir yemekte buluştular. Halilin ölümü kazaymış, asıl hedef Şemseymiş. Barıştılar. Yani Şemse tecavüze uğramaktan suçlu bulunmuştu. Yargısız infazın şeriat hükümlerindeki karşılığı olan cezalardan birine çarptırılmıştı.
Yabancılaşan toplumlarda katliamlar da meşrulaşıyor. Gerek töre cinayeti olsun, gerek devlet terörü... Tepkisiz kalındıkça arkası geliyor. Modern toplumun hikayeleri bunlar. İletişim araçlarının gelişmesiyle artması gereken dayanışma, her geçen gün çürüyen kapitalist toplumda duyarsızlaşmaya yeniliyor.