Polis geçtiğimiz ay Diyarbakırın Hani ilçesinde gözaltına aldığı iki Kürt gencini yüzlerine dışkı sürerek şehir merkezinde gezdirdi. Söz konusu olay ve polislerin serbest bırakılmaları, AB uyum yasaları ve demokratikleşme yalanlarını ortaya koymaktadır. Bu olay münferit bir hak ihlali gibi gözükse de, özünde sömürgeci sermaye iktidarının yıllardır ezdiği ve yok saydığı Kürt ulusunun kimliğine yönelik bir saldırıdır.
Kürdistanda yıllardır en acımasız bir işgal-imha sürmektedir. Köy basmalar, toplu katliamlar, işkenceler, insan kaybetmeler ve Kürt halkının ulusal kimliğine yönelik psikolojik savaş (medya, eğitim kurumları vb.) TCnin kuruluşundan bu yana yaşanmaktadır. Düzen Kürt gençliğini de özel olarak hedeflemektedir. Gençler eğitim ve öğretim için gittikleri kurumlarda her sabah Türkün niçin övünmesi, çalışması ve güvenmesi gerektiğini öğreniyor, Türküm, doğruyum, çalışkanım! diye avaz avaz bağırtılıyor. Türk olmanın ne mutluluk verici bir şey olduğu anlatılırken, bunun dışındakiler yok sayılıp küçümseniyor. Öyle ya, mutlu olması ve övünmesi gereken Türktür, Kürt utanmalıdır. Orta Asyadan gelen cengaver ataların hikayeleri ile oluşturulan usal kimlik dışında hiçbir kimlik ve geçmiş tanınmıyor, bu ırkçı kimlik herkesi kapsayıcı bir gerçekmiş gibi sunuluyor. Bu asimilasyon politikalarının yetersiz kaldığı yerde, tarihteki son Türk devletinin şanlı ordusu ve erdemli polisi (eskiden OHALi de vardı) çıkıyor insanların karşısına.
Geçtiğimiz ay yaşanan olay, iki genç insan üzerinden bütün Kürt halkını ve temel olarak ulusal kimliklerini hedefleyen barbarca bir saldırıdır. Bu saldırılara Kürt halkı daha önce de maruz kalmıştı. 1989 yılında Şırnakın Cizre ilçesine bağlı Yeşilyurt köyünde bir binbaşı ve üç asker dört köylüye dışkı yedirmiş, köylüler mahkemeye başvurmuştu. Mahkeme Türk askerinin böylesine ağır bir zulüm uygulayamayacağı yaklaşımıyla mağdurların yalnız dayak yediklerini kabul etmişti. Yine 1996da Hakkarinin Bayé köyüne gerilla kılığına bürünerek gelen Özel Harekat Timi, iki köylüden ekmek almış, bunun üstüne ertesi gün köy askerlerce basılmış, meydana toplanan köylüler dayaktan geçirilmiş, 50ye yakın köylü gözaltına alınmış, bu kez 60 yaşındaki bir köüye dışkı yedirilmişti. Bunlar sadece yargıya intikal eden ve medyaya yansıyanlar...
Pisliğe bulamak, yedirmek gibi işkenceler düzenin yok saydığı ulusal kimliğe utanılacak bir sıfat atfetme amaçlıdır. Oysa Kürt halkı yıllardır ödediği bedellerle yok sayılmaya çalışılan kimliğinin ne değerli olduğunu, nasıl övünülmesi gerektiğini ortaya koymuştur. Dağda şehit düşenlerle, şehirlerde yükselen serhıldanlarla, 12 Eylül karanlığını Diyarbakır zindanlarında bedenleriyle ışıtanlarla...
Kürt halkı bedeller ödeyerek ulusal kimliğine sahip çıkmıştır. Gerçek ve kalıcı bir ulusal eşitlik ve özgürlük ise, bütün dünya halklarını tehdit eden, emekçilerin alınterinden beslenen emperyalist-kapitalist sisteme karşı yükseltilecek yeni bir dünya kurma mücadelesiyle kazanılabilecektir.
Kürt ulusuna özgürlük!
Eşitlik, özgürlük, gönüllü birlik!
İstanbul Üniversitesi Senatosu, Bütün halklar kendi kaderlerini tayin hakkına sahiptir ifadesinin bulunduğu BM sözleşmelerinin Türkiyeyi bölebileceğini savundu. Senato, Cumhurbaşkanı Sezere çağrıda bulunarak, meclisten geçen sözleşmeleri onaylamamasını istedi.
4 Haziranda TBMMde onaylanan BM Medeni Haklar ve Ekonomik Haklar sözleşmelerinin ulusal birlik ve bütünlük bakımından büyük bir tehdit içerdiği kaydedilen açıklamada şöyle deniliyor: Bu sözleşme hükümlerinin, MGKda görüşülmeden TBMMye gönderilen 6. uyum paketindeki Terörle Mücadele Yasasının 8. maddesi, merkezi yönetimi yerel yönetimler karşısında etkisizleştiren yerel yönetimler yasa taslağı, ve kamu yönetimi temel yasa tasarısı ile birlikte değerlendirilmesi zorunludur. (...) Senatomuz, devletimizi büyük bir tehlike ile karşı karşıya bırakan bu iki yasanın Türk iç hukuku bakımından bağlayıcılık kazanmasının önlenmesi konusunda Cumhurbaşkanımızın duyarlığına güvenmektedir.
Bu açıklama bir kez daha üniversite yönetiminin nasıl bir kışla mantığıyla hareket ettiğini ortaya koymaktadır. İstanbul Üniversitesi Senatosu yıllardır MGK tarafından desteklenen politikaların savunuculuğunu yaparak bilimle arasındaki ilişkiyi ortaya koymaktadır. Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkına karşı çıkması, bu senatonun nasıl bir misyon üstlendiğini, devletin faşist aygıtlarının bilim cephesinden nasıl desteklediğini ortaya koymuştur.
Biz İstanbul Üniversitesi öğrencileri olarak şunu ifade ediyoruz: BM sözleşmelerine eklenen bu karar ulusların kendi kaderini tayin hakkı değil olsa olsa burjuva bir safsata olabilir. Bugün bu kararın altına imza atmış Fransa, İspanya vb. ülkelerde ulusal hakların tanınması yolunda tek bir adım atılmamıştır. Bu açıdan emperyalist odakların hukuku veya hukuksal metinleri boş safsatalardır. Bugün Türkiye topraklarında Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkını kazanacak tek güç Kürt ve Türk emekçilerinin birleşik sosyalist devrim mücadelesidir. İstanbul Üniversitesi Senatosu ise bu kağıt üzerindeki boş sözlere dahi karşı çıkarak sadece kendi konumunu bir kez daha gözler önüne sermiştir.