13 Aralık 2007 Sayı: SİKB 2007/46 (48)

  Kızıl Bayrak'tan
   Saldırıyı püskürtmek için tabana dayalı
meşru–militan mücadele!
  İşçi ve emekçiler bir mücadele programı
etrafında harekete geçirilmelidir!
IMF–TÜSİAD patentli saldırı bütçesine karşı
mücadeleyi yükseltelim!
AKP’nin iktidar stratejisi mi, islamın planlı kuşatması mı?
Yüksel Akaya
İnsanca yaşamaya yeten ücret için mücadeleye!
Yeni bir kontra saldırının startı verildi...
  AKP’nin “Alevi açılımı”...
  Sansürle, baskıyla ve tehditle kirli cinayetlerini örtmeye çalışıyorlar...
  Güven Elektrik işçilerinin ücretli kölelik düzenine öfkesi büyüyor...
  Ekim Gençliği’nin “Yalanlarınızı da alın gidin!” kampanyası etkinliklerinden...
  2. Tersane İşçileri Kurultayı coşkulu bir atmosferde gerçekleşti!
  Tersane cehenneminde grev ateşi!
  Kitlesel ve devrimci bir gençlik mücadelesi için...
  Genç-Sen üzerine....
  Filistin İntifadası 20. yılında…
  “Yeni bir paket”...
M. Can Yüce
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Filistin İntifadası 20. yılında…

Direnen Filistin halkı kazanacak!

E. Bahri

1987 Aralık ayı ortalarında İsrail işgali altındaki Gazze Şeridi ve Batı Şeria’da patlak veren Filistin intifadasının 20. yıldönümüne az bir süre kala sergilenen Annapolis seremonisi, bu direnişçi halkın özgür yaşama kararlılığını emperyalist/siyonist politikaların bataklığında boğmayı hedefliyordu. Ancak bu çirkin gösterinin bir aldatmacadan ibaret olduğunun anlaşılması için birkaç günün geçmesi yeterli oldu. Zira Annapolis’te Filistin yönetimi başkanı Mahmut Abbas’la “samimi” pozlar veren İsrail Başbakanı Ehud Olmert, Filistin devletinin kurulmasının dertleri olmadığını, siyonist şeflerin bilinen küstahlığıyla açıklayıverdi. Bu arada Filistin topraklarını silah zoruyla çalan Yahudiler’in oluşturduğu yerleşimlerin boşaltılmayacağı da bir kez daha ilan edildi.

Filistin halkının sorunlarını Annapolis’te tartışmak, bu halka yapılan ağır bir hakarettir. Çünkü Filistin halkının trajedisinin bizzat sorumluları olan Annapolis organizatörleri, ancak bu halkın köleleştirilmesi için çaba harcayabilirler. Mahmut Abbas, ekibi ve bazı gerici Arap devletlerinin temsilcilerinin bu gösteriye katılması ise, en hafif ifadeyle utanç vericidir.

70 yıl önce başlayan direniş

Filistin sorununa çözüm tartışmalarının Annapolis’lere düşürülmesi, bu halkın direngen geleneğindeki zayıflıktan kaynaklanmıyor. Tersine, tarih, 1936 yılından beri Filistin’in bir direniş kalesi olduğuna tanıklık etmektedir. Buna rağmen eğer emperyalistler Filistin sorununu çözmekten söz etme küstahlığında bulunabiliyorsa, bu, esas olarak Filistin halkına önderlik edebilecek devrimci bir odağın henüz direniş dinamikleriyle bütünleşememiş olmasından dolayıdır.

Toprak kaybı ve baskılar, Filistin’de 1936’dan 1939’a kadar süren bir ayaklanmaya yol açtı. 7 Mayıs 1936’da düzenlenen bir konferansta vergi ödememe kararı alan Filistinliler, hemen ardından tüm Filistin’de genel greve giderek ayaklanmanın işaret fişeğini çakmıştı. İşgalci İngiliz emperyalistlerinin buna tepkisi, 30 Temmuz 1936’da sıkıyönetim ilan etmek oldu.

Yafa kentinin büyük bölümü ayaklanmayı bastıramayan işgalci İngilizler tarafından yıkıldı. İngiltere ayaklanmayı bastırmak için bölgeye çok sayıda asker gönderdi. Buna karşın 1937 sonu ile 1938 başlarında İngiliz güçleri silahlı halk ayaklanmasının kontrolünü ellerinden kaçırdılar. Himaye altına aldıkları Siyonistler’e başvuran İngilizler “Siyonist Silahlı Güç” oluşturup Filistin halkının üstüne saldılar.

Bu gücün desteği ile İngilizler’in düzenlediği saldırılarda sadece 1938’de 5 bin Filistinli tutuklandı, 2 bini uzun süreli hapis cezalarına çarptırıldı, 148’i idam edildi, 5 binin üzerinde de ev yıkıldı.

İngiliz emperyalistleri, destekleyip himaye ettikleri silahlı siyonist canileri kamufle etmek için sahte polis gücünü kurdu. Ayrıca Yahudi terör örgütleri Hagana ve İrgun’a da binlerce kişi kaydedildi. 1939’da İngilizlerle çalışan siyonist güçlerin sayısı 14 bini aşmıştı. Bu katil sürüleri, sonradan kurulacak olan işgalci İsrail ordusunun temelini oluşturdu.

Üç yıl süren ayaklanmanın işbirlikçi feodallerin de katkılarıyla yenilgiye uğratılması, emperyalist güçlerin siyonistlere tam destek vermesi, dönemin Sovyetler Birliği yönetiminin de siyonist projeye destek vermesi, Birleşmiş Milletler’in daha kuruluş aşamasından itibaren Filistin halkına ihanet etmesi ve nihayet yeni şekillenen Arap devletlerinin iradeden yoksun utanç verici tutumları… Tüm bu etkenler, Filistin halkının katledilmesini, mülteci konumuna düşürülmesini, topraklarının çalınmasını engelleme olanağını ortadan kaldırmıştır.

Önlenemeyen felaket

2 Kasım 1917’de ilan edilen Balfour Deklarasyonu’nda “Majestelerinin hükümeti, Filistin’de Yahudi halkı için bir vatan kurulmasına sıcak bakmakta ve bu amaca ulaşılmasını kolaylaştırmak için her türlü çabayı göstereceklerini belirtmektedir” ifadeleri yer alıyordu.

“Topraksız halk, halksız toprak” safsatasının ortaya atıldığı 1917’de Filistin’de 56 bin Yahudi, 644 bin Filistinli Arap yaşıyordu. Daha da geriye gidersek…1800’lü yılların başlarında Filistin’de bini aşkın köy vardı. Kudüs, Hayfa, Gazze, Yafa, Nablus, Akre, Eriha, Ramle, Hebron ve Nasıra gelişmekte olan kentlerdi. Arazi baştanbaşa sulama kanalları ile örtülüydü. Filistin’de yetişen turunçgil, zeytin ve hububatın ünü dünyayı sarmıştı. Demek ki, “halksız toprak” safsatasına siyonistler bile inanmıyordu.

İşgalci İngiliz emperyalistleri, himayelerindeki siyonistlerle çok yönlü çaba harcayarak Filistin’in demografik yapısını değiştirdiler.. 1922’de 83.794 Yahudi, 663 bin Arap vardı. 1931’de ise Yahudiler’in sayısı 174.616, Araplarınki 750 bin idi. 1947’de ise Filistin’de 630 bin Yahudi ile 1.300.000 Filistinli Arap vardı. Dolayısıyla tüm çabalara rağmen nüfusun hala sadece % 31’ini Yahudiler oluşturuyordu.

1947’de herşeye rağmen Yahudi nüfus 1/3’ün altındaydı. Oysa Birleşmiş Milletler’in 29 Kasım 1947 tarihli Filistin’i taksim etme kararında verimli alanların % 54’ünü siyonistlere veriliyordu. Elbette siyonistler bu kadarıyla yetinmeye niyetli değillerdi. Zira onların projelerinde “Araplar’dan arınmış bir Filistin” fantezisi vardır. Nitekim taksimin hemen ardından harekete geçen siyonist caniler vahşi katliamlara başladılar. Taksimden sonra İsrail işgali altına giren bölgede 950 bin Filistinli Arap vardı. Altı aydan kısa bir sürede bu sayı 138 bine indi. 1948 ile 1949 yıllarında 400 köy ile kasaba haritadan silindi.

Katliam köylerin birbiri ardından haritadan silinmesi biçiminde ve sürekliydi. Amaç insanları can korkusuyla kaçırmaktı. 9 Nisan 1948’de siyonist teröristlerin saldırısına uğrayan Dair Yasin köyünde erkek, kadın, çocuk 254 kişi katledilmişti. Katliamlar, siyonistlerin vazgeçilmez yöntemleri oldu.

Zulmün olduğu yerde isyan kaçınılmazdır!

Daha İsrail devletinin kurulmasından önce harekete geçen Yahudi terör örgütleri (ki, son yıllara kadar İsrail devletini yönetenler bu katiller yuvasında yetişmiştir) İrgun ve Hagana arazinin dörtte üçünü ele geçirmiş ve 780 bin Filistinli’yi zorla ülkeden çıkarmıştı. Dolayısıyla İsrail devleti kurulduğunda, Doğu Kudüs, Batı Şeria ve Gazze Şeridi dışında kalan Filistin’in kent, kasaba ve köyleri siyonistler tarafından gaspedilmişti.

Aslında bu kadarı, emperyalistlerin desteğine yaslanan siyonistler için kesin zafer değildi. Siyonistlere savaş açma iddiasındaki Arap devletlerine güvenen Filistinliler, bir bekleyiş içine girerken, Arap devletlerine bağlı orduların komutanları hiçbir ciddi çatışmaya katılmadılar. Böylece siyonist çapulcular, gaspettikleri Filistin toprakları üzerine ırkçı-faşist devletlerini kurabildiler.

Batı Şeria ve Doğu Kudüs’ün Ürdün, Gazze Şeridi’nin Mısır denetimine verilmesiyle sorunun biteceği, Filistin halkının silineceği var sayılıyordu. Bu hem emperyalist/siyonist güçlerin, hem de Arap devletlerinin işine gelen bir “çözüm” gibi görünüyordu. Oysa daha 1956’da, Gazze ve Batı Şeria’da biraraya gelmeye başlayan Filistinli gençler, kendiliğindenci de olsa, İsrail’e karşı silahlı eylemlere başladılar. 1964’te gerilla savaşını başlatan Filistinliler, Arap devletlerinin Haziran 1967’deki yenilgisinden sonra ise İsrail’e sızıp başarılı gerilla eylemleri gerçekleştirerek, Arap halklarının moral kaynağı olmayı başardılar.

1967’de Batı Şeria, Gazze Şeridi ve Doğu Kudüs’ün İsrail tarafından işgal edilmesine rağmen, dünyadaki konjonktürün de etkisiyle 1970’li yıllarda dev bir gelişme kaydeden Filistin gerilla hareketi, artık tüm dünyada tanınıyordu. Direnişteki militan kararlılık, haklı olarak Filistin halkını direnişin sembolü haline getirdi.

Eylül 1970’te emperyalist/siyonist güçlerin fiili desteğindeki Ürdün ordusunun Filistin halkı ve gerillasına karşı giriştiği büyük saldırıda binlerce kişi katledildi. Bu katliamla Filistin direnişi Ürdün’den Lübnan’a sürüldü. Buna karşın kısa sürede toparlanan direniş, kaybettiği mevzileri geri kazanmayı başardı.

Marksizmin etkisindeki örgütler önderliğinde gelişen Filistin direnişi, hem dünyada sınırları belli olmayan tek devlet olan İsrail’in yayılmacı emellerine set çekiyor, hem emperyalistlerin bölgeye dönük planları önünde bir engel oluşuturuyor, hem de gerici Arap rejimlerinin huzurunu kaçırıyordu. Bu gerici ittifak bileşenlerinin anlaşmasıyla bir kez daha hedefe çakılan Filistin direnişi, yine emperyalist/siyonist güçlerin saldırısına uğradı. 1982’de ağır silahlarını geride bırakarak Beyrut’u terketmek durumunda kalan Filistin gerilla hareketi, tüm görkemine rağmen gerilemeye başladı. Beyrut’tan çıkış, bir anlamda Filistin gerilla hareketi için sonun başlangıcı oldu. Doğu Avrupa ve Sovyetler Birliği’ndeki çöküş ise, bu akımları iyice zayıflattı.

Direnişin yeni adı intifada!

Gazze Şeridi, Batı Şeria ve Doğu Kudüs’ün işgali… 15 yıl sonra silahlı Filistin direnişinin emperyalist/siyonist güçlerle bölgedeki işbirlikçilerinin desteğiyle Beyrut’tan sürülmesi… Ancak İsrail’i yöneten cellât takımı yine rahat değil. Zira işgal edilen topraklarda da “baş belası Filistinliler” yaşıyordu. “Bunları da zapturapt altına almalı, ölüm korkusunu iliklerine kadar hissettirmeliyiz ki, rahat edebilelim…”

Bu saiklerden hareket eden ırkçı-siyonistler, batılı emperyalistlerin “Ortadoğu’nun tek demokrasisi” diye tanımladıkları bir yönetim kurdular. ABD ile batılı müttefiklerinin gözdesi olan bu rejimin 11 yıllık suç çetelesinin bir kısmı şöyle; 1967’den 1988’e 300 binden fazla Filistinli genç İsrail zindanlarında sistemli işkenceden geçirildi. Uluslararası Af Örgütü’nün vardığı sonuca göre dünya üzerindeki hiçbir ülkede resmi ve sürekli işkence İsrail’de olduğu kadar kurumlaşıp belgelerle sabit hale gelmemiştir…

Bu “demokrasi vahası”nda militarizm tepeden tırnağa hakimdir. Böyle olduğu içindir ki, bu vahada işgalci ordu mensuplarına tanınan yetkilere dünyanın başka yerinde rastlamak mümkün değildir.

“Acil Savunma Yönetmeliği”ne göre askeri bir komutan kendi kararıyla ve hiçbir adalet organının müdahalesi olmadan;

- İnsanları süresiz hapse atabilir;

- 1967 öncesi İsrail ile 1967’den beri işgal altında tutulan bölgelere giriş çıkışı yasaklayabilir;

- Herhangi bir kimseyi süresiz olarak sınır dışına çıkarabilir;

- Herhangi bir kimseyi oturduğu ev, mahalle, köy ya da kentte göz hapsine alabilir;

- Bir kimseyi kendi mülkünü kullanmaktan men edebilir;

- Evlerin yıkılmasını emredebilir;

- Herhangi bir kimseyi polis gözetimine sokup günde birkaç kez karakola görünmeye mecbur edebilir;

- Bütün haber kanallarına sansür koyabilir; yazıların, kitapların, bildirilerin dağıtımını yasaklayabilir;

- İnsanların evlerine zorla girebilir; kütüphanelerine el koyabilir;

- On veya daha fazla sayıda kişinin bir araya gelmesini yasaklayabilir;

Batı Şeria’daki askeri kurallar ise:

- Yazılı izin olmaksızın domates veya patlıcan ekmeyi bile yasaklıyor;

- Yazılı izin olmaksızın hiçbir meyve ağacının dikilemeyeceğini şart koşuyor.

- Bir evin veya yapının izin olmaksızın onarıma tabi tutulamayacağını düzenliyor;

- İçme veya kullanma suyu edinmek üzere kuyu açmayı yasaklıyor…

Bu akıl almaz kurallar, neredeyse her gencin işkenceden geçirilmesi, işsizlik, açlık, sefillik gibi musibetler, Filistin halkının toplu isyanını engellemeye yetmemiş, zulmü arttıranlar askeri açıdan acze batmanın yanısıra ahlaki açıdan da tam bir çöküşe sürüklenmiştir.

Öfke ve nefretten gözleri dönmüş binlerce genç, üzerlerine yağan ateşe aldırmaksızın, İsrailli işgalcileri taş yağmuruna tutuyordu. Bu toplumsal huzursuzluğun ötesinde bir şeydi... Bu, basbayağı bir halk ayaklanmasının başlangıcıydı.”

İsrail’de yayınlanan sağ-siyonist Jarusalem Post gazetesinin muhabiri Hirsh Goodman, 1987 Aralık ayı ortalarında Batı Şeria ile Gazze’deki Filistinli gençlerin ayaklanmasını böyle anlatıyordu.

Yılları bulan Filistin intifadası, ölümün çocuklar nezdinde bile hükmünü yitirdiği o iklimde, cinayet makinelerine dönüştürülmüş askerlerden oluşan İsrail ordusunun bile yapabileceği fazla bir şey olmadığını göstermiştir.

Dönemin İsrail savunma bakanı İzak Rabin, silahsız halka karşı tank, zırhlı ve otomatik silahlar kullanılmasını emretmişti. Rabin ellerinde yirmi ikilik tüfekleri ile Filistinli gençleri rasgele avlayan keskin nişancılar için “ayaklanmanın elebaşlarını temizlemek için ateş açabilirler” diyordu.

Cellat Rabin, öncelikle genç erkeklerin, sonra kuşkulu herkesin toplanması için evlerin tek tek aranması emrini verdi. Kısa sürece İsrail hapishaneleri dolup taştı. Taş atmasınlar diye çocukların kolları İsrail askerleri tarafından taşlarla kırılmaya başlandı.

Ancak nafile!..

Siyonist zulüm arttıkça intifada da şiddetlendi. İsrail hükümeti ile savunma bakanı cellat Rabin bu sefer “toplu cezalandırma” uygulamasına geçtiler. Gazze ve Batı Şeria’daki Filistin mülteci kamplarına yiyecek, su ve ilaç ulaşımı engellendi. BM Ortadoğu’daki Filistinlilere, İnsani Yardım Servisi (UNRWA) personelinin verdikleri habere göre BM depolarından süttozu çalmaya çalışan çocuklar sopayla dövüldü veya üzerlerine ateş açıldı.

İntifada topyekün bir halk direnişiydi. Kendi içinde bir iktidar alternatifi de örgütlemiş, işgalci İsrail devletini fiilen işlevsizleştirmişti. İsrail’in yapabildiği tek şey, yakıp yıkmak ve cinayet işlemekten ibaret kalmaya başladı. İntifada tüm dünyada sempatiyle karşılanırken, siyonist cellâtlar kana batmış çirkin suratlarıyla ortalığa serildiler.

Yıllarca süren intifadayı tasfiye eden İsrail savaş makinesi değil, “Oslo barışı” diye adlandırılan uğursuz süreçti. Arafat liderliğindeki FKÖ, İsrail devletini tanımayı kabul ediyor, bunun karşılığında ABD emperyalizminin bahşedeceği “bağımsız Filistin devleti” hayali kuruyordu. Oysa yıllarca sürünen görüşmelerden üstü açık iki cezaevi, Batı Şeria ve Gazze Şeridi’ndeki Filistin Özerk Yönetimi çıktı.

Filistin halkı alçakça aldatılmıştı. Bu sahtekârlığı fark ettiğinde ise, hem siyonist işgale, hem de yozlaşmış El Fetih yönetimine karşı Eylül 2000’de birkez daha başkaldırdı.

Kazanmak için kritik halka: Devrimci önderlik !

Eylül 2000’de başlayan El Aksa İntifadası’ndan bugüne, Filistin’de direniş devam ediyor. Kimi dönem farklı boyutlar alan, kimi zaman kesintiye uğrayan, son aylarda ise El Fetih-Hamas çatışmasıyla güç kaybeden direniş; iç sorunlara, emperyalist/siyonist kuşatmaya, gerici Arap devletlerinin ihanetine rağmen devam ediyor. Zira direnişe yol açan çelişkiler, tüm şiddetiyle yerinde durmaktadır. Dahası bu çelişkiler Hamas hükümetinin kurulmasından sonra başlayan ambargodan dolayı daha da sertleşmiştir. Artık zulmün/cinayetlerin yanısıra sefillik ve açlık da vardı. Elbette bu duruma düşürülen bir halkın cellâtlarıyla uzlaşması söz konusu bile olamaz.

Filistin’in son 70 yıllık tarihi, bir direniş tarihidir. Bu yiğit halk özgürlük yolunda büyük bedeller ödedi, bu süre boyunca pek çok kere, köleliğe boyun eğmek yerine en seçkin evlatlarını feda etmeyi tercih etti. Ancak tüm bu direniş ve fedakârlığa rağmen ne emperyalist kuşatmayı yarabildi ne siyonist barbarları alt etmeyi başardı.

Elbette hiçbir direniş boşa gitmiş değildir. Nitekim Filistin halkının, dünya halkları nezdinde onurlu yerini tam da bu direnişler sayesinde koruyabilmiştir. Ancak her direnişin nihai amacı özgürlüğe ulaşmaktır. Ortadoğu gibi bir coğrafyada bulunan Filistin’de özgürlüğe giden yolu açmanın ilk adımı, direnişin birkez daha devrimci önderliğe, ama yenilgi ve başarısızlıklardan dersler çıkararak kendini yenilemiş bir devrimci önderliğe kavuşmasıyla atılacaktır.


ABD istihbarat örgütlerinin raporu savaş kundakçılarını yalanladı:

“İran nükleer silah programını 2003’te durdurdu”

Kısa süre önce basın önünde uğursuz konuşmalarından birini yapan ABD Başkanı Bush, bir üçüncü dünya savaşından kaçınmak isteyen herkesin, nükleer silahın nasıl yapılacağını öğrenmekten İran’ı alıkoyması gerektiğini söylemişti. “Bütün seçenekler masada” nakaratını yineleyen Bush, İran’ı durdurmak için gerekirse nükleer başlıklı silahlar kullanabilecekleri tehditini de savurmuştu.

Bu küstahça tehditlerle İran’ı dize getirme hevesini dışavuran savaş kundakçılarının yalnız olduğu sanılmamalıdır. ABD emperyalizminin Londra’daki yırtıcı köpeklerinin yanısıra Fransa, Almanya gibi AB emperyalistlerinin başını çeken ülkeler de, gelinen yerde Bush yönetimiyle aynı çirkin nakaratları tekrarlıyorlar.

ABD emperyalizminin halkları köleleştirme seferinin önemli adımları sayılan Afganistan ve Irak işgalleri, CİA beslemesi Usame Bin Ladin’i yakalamak ve kitle imha silahlarını bulup yok etmek türünden uydurma gerekçelere dayandırılmıştı. Bu ülke halklarının ağır bir yıkıma maruz bırakan vahşi işgalden kısa süre sonra tüm dünya bu gerekçelerin yalan olduğunu öğrenmişti.

Washington’daki gangsterler şebekesi, Irak’tan sonra sıranın İran’a geleceğini ilan etmişlerdi. Eğer emperyalist ordular Irak bataklığına çakılmasaydı, ABD savaş makinesi namlularını Irak’tan sonra İran’a çevirecekti. İran’a saldırı gecikse de, bu ülkeyi hedef alan tehdit ve tacizler eksik olmadı. İran’ın hedef alınması, bu ülkenin yakında nükleer silah üretebilecek duruma geleceği gerekçesine dayandırılıyor.

Ortadoğu’nun nükleer silah deposu siyonist İsrail, İran’ın kısa sürede atom bombası imal edeceğini iddia ederek, bir an önce bu ülkeyi bombalamak gerektiğini savunuyor. Tel Aviv kaynaklı bazı açıklamalarda, “ABD bu işi yapmazsa, İsrail yapacak” vurguları öne çıkarılıyor. Bush ve çetesi de İran’a karşı tüm seçeneklerin masada olduğunu tekrarlayıp duruyor.

Tüm bu gürültünün ardından ABD’nin 16 istihbarat örgütünün ortak kanısını yansıtan son raporda, “İran’ın nükleer silah programını 2003’te durdurduğu, ancak uranyum zenginleştirme faaliyetlerine devam ettiği, 2010-15 arasında silaha sahip olabilecek duruma gelebileceği” ifade ediliyor. İran’ın bu programı yeniden başlattığına dair kanıt bulunmadığı da belirtiliyor.

Bu rapor, Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’nun (UAEK) daha önce vardığı sonucu teyit ediyor. UAEK, İran’da nükleer silah programına dair kanıt bulunmadığını birkaç kez dile getirmişti. İran’ın yakın gelecekte nükleer tehdit oluşturmayacağını savunan UAEK Başkanı’nın görüşü böylece kabul edilmiş oldu.

ABD istihbarat örgütleri, İran’ın nükleer silah programını durdurduğunu kabul ettiğine göre, emperyalist/siyonist güçlerin İran’a “önleyici vuruş” saldırısı başlatma gerekçeleri ortadan kalkmış demektir. Nitekim Tahran’daki mollalar rejimi de, ABD’nin İran’a karşı kullanabileceği hiçbir argümanın kalmadığını savundu.

Ancak emperyalist zorbalar İran’a saldırmayı göze alırsa, bu raporun anında çöpe atılacağı açıktır. Nitekim raporun açıklanmasından sonra haydutbaşı Bush ve ekibi, İran’a karşı tavırlarında bir değişiklik olmayacağını ilan ettiler.

Öte yandan, savaş kundakçıları savaş çığırtkanlığı konusunda yalnız değiller. Zira sözkonusu raporun açıklandığı günlerde Brüksel’deki NATO karargahından yapılan açıklama, emperyalist zorbaların daha da saldırganlaşacağını gözler önüne serdi. Brüksel’de toplanan NATO ve AB’nin dışişleri bakanları, nükleer programı nedeniyle İran’a yönelik ambargoların ağırlaştırılması konusunda uzlaştı.

Aynı günlerde Paris’te biraraya gelen Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy ile Almanya Başbakanı Angela Merkel de , İran’a yönelik yaptırımların artırılması konusunda hemfikir olduklarını açıkladılar.

Emperyalist-siyonist güçleri yalancı çıkarmakla birlikte, sözkonusu raporun bir hükmü bulunmamaktadır. Raporun yayınlandığı günlerde AB emperyalistlerinin de saldırganlık politikasının ardında saf tutmaları bir tesadüf değildir. Belli ki, emperyalist güç odakları arasında kirli pazarlıklarda bazı anlaşmalara varılmıştır.

Bu rapor, ABD’de egemen klikler arası çatışmanın bir ürünü olabileceği gibi, bölge halklarını oyalama amaçlı bir taktik de olabilir. Açıktır ki, ne halkları köleleştirme seferi son bulmuş, ne de bu seferin kaçınılmaz sonuçları olan yıkıcı savaşlardan vazgeçilmiştir. Bölge halkları hiçbir manevraya aldanmamalı, anti-emperyalist/anti-siyonist direnişi daha da güçlendirmelidirler.


 

Almanya: Demiryollarında irade savaşı!

İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana Alman demiryolarında yaşanan en uzun süreli grev olduğu söylenen lokomotiv sürücülerinin grevi, gelinen yerde DB tekeline boyun eğdirmiş bulunuyor. Tüm olumsuz koşullara ve entrikalara karşın ayları bulan bu kararlı grevin sonucu olarak sendikanın kendi sınırları da aşılarak, sektördeki tüm branşlarda %4,5 üzerinden bağıtlanan ücretler bir çırpıda %10 artırıldı.

Süreç boyunca kraldan çok kralcı geçinen Transnet ve GDBA sendikalarının bürokratları işverenin yanında olmuş, lokomotiv sürücüleri sendikası GDL’ye tutum almaktan çekinmemişlerdi. Bugün aynı sendikalar yılın başında teredütsüz imzaladıkları TİS’lerin parçalanarak çöpe atılmasının ve onbinlerle ifade edilen üye kaybına uğramalarının yarattığı şaşkınlıkla, GDL üzerinden süren grev kararlılığını ve başarısın karalamaya kalkışıyorlar.

Grevin yeniden başladığı 5 Ekim’den bir gün sonra “İrade savaşı” başlığıyla kaleme aldığımız bir değerlendirmede şöyle deniliyordu:

“Aylardır çıkmaza giren Demiryolları tekeli (DB) ile Lokomotiv Sürücüleri Sendikası (GDL) arasında süren TİS görüşmeleri, sendikanın 5 Ekim’de startını verdiği süreli iş yavaşlatma greviyle yeni bir aşamaya girmiş bulunuyor. Bu grev çalışma sürelerinin kısıtlanması ve ücret artışı taleplerinin kazanılmasını sağlayıp sağlamamasından bağımsız –elbette kazanım olumlu bir gelişme olacaktır- ciddi bir önem taşıyor.

Bu önem birçok başka nedenden ileri geliyor. Birincisi, Almanya’nın son 20 yıllık tarihinde, 1988 yılındaki 35 saatlik çalışma haftası kazanımıyla sonuçlanan grevler ve 2005 yılında Opel’in Bochum tesislerinde işçilerin işverenlere geri adım attıran grev ve direnişleri hariç, son zamanların en kayda değer hareketliliğini ifade ediyor.

İkincisi; bu grev son yıllarda rutin bir uygulama haline gelen ‘İşyerini kapatacağız, firmayı başka ülkeye taşıyacağız, işçi sayısını azaltmak zorundayız” gibi tehditlerle (Ölümü gösterip sıtmaya razı eden) işçileri en düşük ücret ve çalışma koşullarına mahkum eden sürecin önünü kesecektir. Zira %30’larla başlayan bir pazarlık süreci gelecekteki TİS’lere bir emsal oluşturacağı için ezberler bozulucaktır.

Üçüncüsü; bu grev işverenin ve aynı işkolunda faaliyet gösteren başka iki sendikanın; Transnet ve GDBA bürokratlarının ‘Biz demiryolu çalışanlarınının bölünmesine karşıyız ve çok üzgünüz’ gibi sahte söylemlerle GDL’ye bağlı işçilerin % 98,6´lara varan süresiz grev talebinin karşısında yer almalarına, açık bir karalama kampanyası yürütmelerine rağmen gerçekleşiyor.

Dördüncüsü; bu grev 60 bin üyesi olan GDL’nin bütün çalışanlarının % 81,3’ünden % 98.6’sının ‘süresiz grev’ dediği sendikayı da aşan, tabandan gelen gerçek bir işçi basıncına dayanıyor. Mahkemelerin peş peşe “Acil dava” adı altında grev hakkını ortadan kaldırmayı hedefleyen tümüyl politik kararlara rağmen yapılıyor ve bu anlamda politik bir irade de taşıyor.

Beşincisi; bu grevin başarısı aynı işkolundaki diğer iki sendikayla işverenin imzaladığı 6 ay sıfır zam ve 2008 Ocak ayında geçerli olacak olan % 4,5 ücret zammı içeren sözleşmeyi de hiçe sayıyor. Bu anlamda sendika bürokrasisini de rahatsız ediyor. Kısacası; bu grev sendika bürokrasisinin ihaneti ve ülkemizde de sıklıkla görülen türden bir hava boşaltma eylemiyle sonuçlandırılmazsa eğer, bugün yaşadığımız ekonomik ve sosyal saldırıların püskürtülmesinde, grev hakkının daha işlevsel kullanılmasında dolayısıyla, uzun yıllardır durağanlığa mahkum olmuş işçi hareketinin canlanmasında itici ve öncü bir rol oynayabilir. (...)

İşçilerin kararlılığına rağmen sendika bürokrasisinin titrek duruşu, ulaşımı şimdilik çok fazla etkilemeyen süreli iş yavaşlatma eylemiyle sınırlıyor. Oysa, sadece üç gün uygulanacak bir iş bırakma eylemi, Almanya ve Avrupa’daki ulaşımı ve hayatı felç etmeye yeter de artar bile. Şimdi görev; işçi sınıfının bu bölüğünün sınıfa karşı sınıf için lokomotiv görevini yerine getirmesidir!”

Grev hala sürüyor. Şimdi, işçi basıncıyla da olsa belli bir tutarlılık gösteren ve bu süreçte yoğun bir üye akınına uğrayan GDL ile dayanışma büyütülmeli, diğer sendikalardan istifalar teşvik edilmeli. Demiryolu işçilerinin şahsında, grev hakkının işlevsel kullanıldığında nasıl sonuç alıcı olduğu gözler önüne serilmiş, tabandan gelen örgütlülüğün nasıl büyük bir ihtiyaç olduğu bir kez daha açığa çıkmıştır.

Kızıl Bayrak/Frankfurt