10 Ağustos 2007 Sayı: 2007/31(31)

  Kızıl Bayrak'tan
   Sandıktan çıkan başarının ve istikrar beklentisinin sınırları
  Cumhurbaşkanı seçememe krizi sürüyor
Anayasa değişikliği tartışmaları neyi gizliyor?
Meclise kapağı atan liberal solun burjuva siyasetinde konum arayışı
Sendika bürokratları sermaye hükümetinden umutlu!
Tekstil’de grev kapıda...
  THY çalışanları kazanacak!
  Telekom işçilerinden mücadele kararlılığı!
  İşçi-emekçi hareketinden...
  Seçimler ve yeni dönem - 1
  Bir yeni korku: Küresel ısınma ve susuzluk -
Yüksel Akkaya
  “Bilim üssü”mü, sermayenin arka bahçesi mi?
  İşgalci ordular Sudan’a gitme hazırlığına başladı!
  Ortadoğu halklarına saldırı hazırlığı
  Kasap Şaron’un hayali revaçta - Abu Şehmuz Demir
  Filistin, Irak ve Lübnan’da mikro ve kanton devletler kuruluyor... / 2 - Volkan Yaraşır
  Rejim, seçimler ve AKP… - M. Can Yüce
  24-25-26 Ağustos’ta Mamak 4. Kültür Sanat Festivali’nde buluşalım!
  Nagazaki ve Hiroşima’da ölen kimdi?
  Günlük Kızıl Bayrak sitesinin Temmuz ayı rakamları...
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Filistin, Irak ve Lübnan’da mikro ve kanton devletler kuruluyor... / 2 

Balkanlaşma ve iç savaş sarmalında Ortadoğu

Volkan Yaraşır

Ortadoğu’dan Orta Asya’ya kaosun yıkıcılığı

Condoleezza Rice, “Yeni Ortadoğu” tanımıyla süreklileştirilmiş bir kaosa vurgu yapmaktaydı. Bu yönde İsrail, ABD’nin ve İngiltere’nin tam desteğiyle Lübnan’a saldırdı. Burada vahşet, kan ve gözyaşı tıpkı Irak’ta ve Afganistan’da olduğu gibi “yeni” Ortadoğu’nun doğum sancıları olarak görüldü. Ortadoğu’nun Balkanlaştırılması yönünde süreç derinleştirilmeye çalışıldı.

Irak işgali ve Kürt Federe Devleti’nin kurulması, Irak parlamentosundan çıkacak kararla Irak Federasyonu’nun üçe bölünmesi ve ardından son derece senkronize sonuçlar beklenen Lübnan saldırısı, Balkanlaştırma projesinin zeminlerini oluşturmaktaydı. Anglo-Amerikan emperyalizminin Ortadoğu stratejisi, bölgenin Balkanlaştırılması üzerinden kurulup, daha geniş bir coğrafyanın “stabilizasyonu” yönünde adımları içermekteydi. Ortadoğu’nun mikro milliyetçilik ve dincilik temelinde küçük devletçiklere, kantonlara ayrılması ya da bölünmesi askeri bir yol haritası olarak düşünüldü. Bu anlamda Balkanlaşma stratejisi bir iç savaş stratejisi üzerinden yürütüldü. İç savaş süreci Balkanlaşma stratejisine hizmet ederken, Balkanlaşma yönündeki her adım, iç savaş sürecini tetikledi. Böylesi bir sonucun yaratacağı hegemonik üstünlük Orta Asya’ya giriş yolunu da açmaktaydı. ABD Pakistan ve Afganistan’daki etki gücünü kullanarak Orta Asya’da, özellikle eski Sovyet coğrafyalarında nüfuzunu yaymaya ve derinleştirmeye çalıştı.

Bu çaba bir yandan Çin’in kuşatılması anlamını taşırken, öte yandan Rusya’nın çepeçevre kontrol altına alınması anlamına geliyordu. Özellikle Ön Asya diye de tanımlanan Ortadoğu’nun, Asya’nın jeopolitiğindeki yeri stratejik önemdeydi ve bir anlamda Rusya’nın zaafiyet alanıydı.
 
Eski ABD Milli Güvenlik Danışmanı Zbigniew Brzezinsky’nin Ortadoğu’yu, Avrasya’nın Balkanlarının kontrol aracı olarak görmesi boşuna değildi. Brzezinsky’nin Avrasya’nın Balkanları tanımı; Gürcistan, Azerbaycan, Ermenistan’ı kapsayan Kafkaslar’dan; Kazakistan, Özbekistan, Kırgızistan, Türkmenistan, Afganistan ve Tacikistan’ın bulunduğu Orta Asya’yı hatta Ön Asya’daki İran ve Türkiye’yi içine alması ilginç ve düşündürücüdür.

Bu yönüyle Ortadoğu’da yeni “kanlı” sınırların belirlenmesi kaçınılmaz olarak ele alındı. Yeni sınırlar Türkiye dahil bütün bölgeyi kapsamaktadır. Yeni sınırların mikro devletler şeklinde, etnik puzzle biçiminde oluşturulması, deklere edilmesi emperyalist rotanın istikametini ortaya koymaktadır. Bu süreç Orta Asya ve Hazar Denizi’nin kontrolüyle pekişecek içeriktedir.

Başta Ortadoğu’da, ardından Orta Asya’da hegemonik bir üstünlük kuracak ABD, küresel tahakkümünü garanti altına almış AB’yi, Rusya’yı ve Çin’i denetleyecek bir güce ulaşmış, salt askeri değil ekonomik bağlamda da önemli kazanımlar elde etmiş bir ülke konumuna gelecektir. Çünkü enerji kaynaklarının ve yollarının dünya çapındaki belirleyici sinir merkezlerinden biri de Orta Asya’dır.

Ortadoğu’nun Balkanlaşması bir emperyalist projedir. Yugoslavya nasıl ki emperyalizmin av sahası olarak federe devletten sekiz yapay mikro devlete bölündüyse, etnik ve dini kan  banyosundan sonra bölgede stabilizasyon yaratıldıysa, benzer bir sürecin Ortadoğu’da yaşanması olasıdır. Yugoslavya deney ülkedir. Buradaki deneyim birikimlerinin daha konsantre ve rafine bir şekilde Ortadoğu’nun dört bir tarafında hayata geçirilmesi yönünde adımlar atılmaktadır. Filistin’deki sistematik şiddet ve ekonomik-siyasi blokajlar, yaşanan iç savaş ve fiilen mikro devletlere ayrılması, Lübnan’daki iç savaş provokasyonları, Irak’ın fiili bölünmüşlüğü, Afganistan’ın işgal pratiği bu sürecin farklı sonuçlar doğursa da önemli merhaleleridir.

Kısaca kaos siyaseti, ABD’nin yeni işgal ve bölgeyi yeniden düzenleme stratejisidir.* ABD bu yönde işgal kavramının içeriğini değiştirerek ya da açık işgaline hiçbir meşruiyet kazandırma ihtiyacı duymayarak, tıpkı Irak’ta olduğu gibi bir ülkenin ya da hedef coğrafyanın etnik, dini, mezhebi, milli “sinir noktaları”na vurarak ve provoke ederek şiddetli bir çatışma ortamı hazırlayıp, toplumun paramparça olmasını hedeflemektedir. Bu bir konsantre katastrof politikasıdır. Daha sonra her parçada, başından itibaren kontrol edilen, yönlendirilen, şekillendirilen ve bağımlı kılınan hatta köleleştirilen bir mikro devletin kurulması teşvik edilmektedir. Şiddetli iç çatışmalar sonucu bütün ahlaki, kültürel, entelektüel ve maddi gücünü kaybeden halkın bu “devlet” aracılığıyla, hiç de işgalciye gerek duymadan, kendi celladını kendi yaratarak emperyalist politikalara bütünüyle angaje olması hesaplanmaktadır. Halklar arasında etnik, dini, mezhebi ve milli polarizasyon ve düşmanlığın sürekli kılınmasını sağlayacak bu mikro devlet ya da kanton devletler bir başka yanıyla da emperyalizmin bölgedeki makro siyasetine hizmetle mükellef olacaklardır.

Ortadoğu’nun prototipi: Lübnan


Tarihsel olarak, Ortadoğu’ya ilişkin emperyalist projelerin deney alanı Lübnan oldu. Lübnan küçük bir Ortadoğu olma özelliğiyle bölge güçlerinin ve emperyalist güçlerin ilgi alanında yer aldı. Lübnan, Ortadoğu’da yaşanacakların aynası işlevini gördü. Olası gelişmeleri ve yönelimleri, hayata geçirilmek istenen projeleri Lübnan projeksiyonundan okumak olanaklıydı.

Yakın dönemdeki Hariri suikastı, Kafkaslar’da hayata geçirilen “demokrasi mühendisliği” uygulamalarının “sedir” devrimi adında Lübnan’da realize olmasına yol açtı.  Farklı coğrafyaların emperyalist nüfuz alanına girmesi ya da emperyalist ilişkilerin derinleştirilmesi yönünde kullanılan bu taktik Lübnan’da da başarılı sonuçlar verdi. Suriye Lübnan’dan çekilmek zorunda kaldı. İlk adım böylece atıldı. İkinci adım Lübnan’da son derece önemli bir güç olan Hizbullah’ın devre dışı bırakılmasıydı. 2006 Temmuz ayında İsrail’in 34 gün boyunca Lübnan’ın Güney’ine yönelik saldırısının amacı buydu, ama bu amaç gerçekleştirilemedi. Acil bir önlem olarak UNIFIL Lübnan İsrail sınırının, Lübnan tarafına yerleştirildi.

İsrail saldırısı sonrası Lübnan’daki yeni siyasal süreçte Hizbullah etkisini göstermek için ulusal birlik hükümeti önerisinde bulundu ve hükümette daha fazla bakanlık istedi.

İsrail saldırılarına karşı müthiş bir direniş gösteren, İsrail’i askeri olarak yenilgiye uğratıp, geri çekilmesine neden olan Hizbullah, Lübnan halkı içinde büyük sempati topladı. O işgalciye karşı direnen bir güçtü.

Hizbullah bu prestije dayanarak ulusal hükümet teklifinde bulundu. Savaş alanında kazandığı başarı ve sempatiyi politik plana taşımaya çalıştı. Teklifin kabul görmemesi üzerine Sinyora hükümetinin gayrı meşru olduğunu göstermek için Hizbullah ve Emel örgütü üyesi beş bakan hükümetten istifa etti. Hizbullah Sinyora hükümetini, ABD’nin Lübnan büyük elçisine gönderme yaparak “Feltman Hükümeti” diye nitelemeye başladı. İstifasını istedi ve olağanüstü seçim kararının alınması konusunda ısrarcı davrandı. Hükümeti düşürmek için de kendi kitlesini mobilize etti. Barışçıl gösteriler yapmak için taraftarlarını sokağa çıkmaya çağırdı. Paradoks gibi gözükse de Hizbullah, Emel örgütü ve Hıristiyan Michel Aoun’un Ulusal Birlik Partisi yeni bir “sedir devrimi” taktiğini hayata geçirmek istiyordu. Bu dönemde Hizbullah’ın, bir Şii partisi olma kimliğinden uzaklaşıp, direniş savaşının yarattığı avantajları kullanarak Lübnan halkının partisi olma yönünde çabaları yaygınlaştı.

Hükümetin devrilmesi ve seçimlere gidilmesiyle Hizbullah’ın oylarını artıracağı ortadaydı. Hizbullah’un parlamentoda ve kurulacak bir hükümette son derece etkili bir güç olacağı büyük bir olasılıktı. Hizbullah’ın hem yasal bir güç olarak hükümet ve parlamentoda olması hem de fiili ve meşru bir güç olarak devrede oluşu ve sokakları tutuşu ABD ve İsrail için son derece riskli gelişmeleri beraberinde getirebilirdi.

Halihazırda silahsızlandırılamayan Hizbullah, hükümetin büyük ve çok etkili bir ortağı olmasıyla uluslararası düzeyde önemli diplomatik ataklar yapma şansı da kazanacaktı. Ayrıca bu gelişme İran’ın Lübnan’daki etkisini artırmasının yanında, olası ABD müdahalesine karşı İran’ın kolayca savaşı kendi sınırlarının dışına taşımasını sağlayacaktı. Hizbullah’ın toplumsal inisiyatifinin artması bir yanıyla da Suriye’nin manevra alanının genişlemesi anlamına gelecekti. Bu süreç ters bir etkiyle İsrail’in güvenlik çemberinin kırılmasına yol açabilirdi. Hizbullah, İsrail’in Lübnan’ı işgal döneminde, attığı füzelerle İsrail kentlerinin güvenli olmadığını göstermişti. Bütün bu faktörler ABD’nin, Irak’ta olduğu gibi Lübnan’da da politik ve askeri olarak sıkışmasına ve beklenilmeyen ve denetlenilemeyen birçok yeni gelişmenin devreye girmesine neden olacaktı.

Tam bu aşamada Pierre Gemayel suikastı yapıldı. Suikast sonrası bütün dikkatler Suriye’ye odaklandı. Suriye suikasttan sorumlu ilan edildi. Lübnan’da siyasal gerilim hızla arttı. Suikast dengeleri İsrail lehine değiştirmeyi amaçladı. Hizbullah, Emel ve Hıristiyan Michel Aoun’un Ulusal Birlik Partisi’nin içinde bulunduğu muhalif grubun yapmayı düşündüğü gösteriler ertelendi. Sinyora hükümeti ve içinde Sünni grupların bazılarının bulunduğu, Maruniler ve Dürzi’lerden oluşan 14 Mart Grubu Gemayel’in cenazesini gövde gösterisine çevirdi. Etnik ve dinsel mozaik  bir ülke olan Lübnan’ın bu özelliklerinin parçalanması yönünde basınçlar artmaya başladı.

Pierre Gemayel Falanjist partisinin kurucusu olan Beşir Gemayel’in yeğeniydi. Falanjist parti İsrail ve ABD işbirlikçiliğinde rüştünü ispatlamış bir yapıydı. Ulusal konjonktürle uluslararası konjonktürün çakışmasıyla, özellikle ABD’nin iç politik dengelerinin değişmesine bağlı olarak, alelacele gerçekleştirildiği ortada olan suikastla bir dizi sonuç alınmaya çalışıldı. Lübnan’ın hızla kaotik bir sürece girmesi yönünde gerçekleştirilen bu eylem birçok vektörü de içinde taşıyordu. Gemayel, Suriye’nin Irak’la diplomatik ilişki kurduğu gün öldürüldü. Suikastın ABD ve İngiltere’nin İran’a uzak durmasına karşılık Suriye’yle diplomatik görüşmelerin başlayacağı yönünde sinyallerin verildiği konjonktürde gerçekleşmesi ilginç bir gelişme oldu. Suriye aldığı diplomatik sinyallerle esnek, hatta tavizkar politikalar geliştirdi. Golan tepelerine ilişkin eski tezini terk etti. Suikastın Suriye’yi hedef göstermesi en başta bu havanın dağılmasına yol açtı. Ayrıca İsrail saldırılarından sonra Hizbullah lehine dönen siyasal atmosfer dağılacak, Hizbullah ve Emel örgütüyle ittifak yapan, Hıristiyan Ulusal Birlik Partisi’nin üzerinde kamuoyu baskısı yaratılacaktı. Ulusal Birlik Partisi’nin ittifaktan kopması Lübnan’da etnik, dini, mezhebi polarizasyonu hızla artıracaktı. Cenaze töreninde Hıristiyan, Sünni, Dürzi, Maruni ittifakının yeniden öne çıkması şaşırtıcı olmadı. Suikastın kendisi zaten Lübnan’ı etnik, dini ve mezhebi temelde bölmeyi ve ülkeyi hızla iç savaş ortamına sürüklemeyi amaçlıyordu. Lübnan bir iç savaş gerginliği içine girdi.

Hizbullah bu süreçte temkinli davranıp sokağa çıkmadı ama sokağın etki gücünü bilmekteydi. Lübnan’da Fransız mandacılığı döneminden beri gelen Hıristiyanların nüfuslarıyla orantısız bir şekilde temsil edilmesi Hizbullah’ı ve diğer tüm muhalif güçleri rahatsız ediyordu. Hizbullah Gemayel’in üç gün süren yasından sonra sokağa çıkacağını ilan etti ve söylediğini gerçekleştirdi. Parlamentoyu abluka altına aldı. Hizbullah bu eylemini “ak devrim” olarak adlandırdı.

Hizbullah ve müttefikleri (Lübnan Komünist Partisi bu muhalefetin içinde yer alıyor) Sinyora hükümetini fiilen işlevsizleştirmek yönünde taktikler geliştirdi. Hizbullah sokağı kazananın iktidarı da kazanacağını bildiğinden, taraftarlarıyla sokakta hakimiyet kurmaya ve bu hakimiyeti kalıcılaştırmaya çalışıyor. Ama bu adımlara cevabın gelmesi de uzun sürmedi. ABD Dışişleri Bakanı Rice Lübnan’da önümüzdeki süreçte nelerin olabileceğini şöyle ifade etti: “Muhalif güçler (yani Hizbullah ve ittifakları) hükümetin değiştirilmesi, erken seçime gidilmesi ve sokaklara hakim olunması taleplerini sürdürürse Lübnan’da yeni suikastlar yaşanacaktır!” Bu açıklama Lübnan’ın bir iç savaş riski yaşadığını göstermektedir. Lübnan’da olası bir iç savaş durumunda bir yandan Hizbullah’ın ülke içinde Hıristiyan, Sünni ve Dürzi paramiliter güçlerle meşgul edilmesi sağlanacak, diğer yandan İran’ın izolasyonu yönünde önemli adımlar atılacaktır. Böylece İsrail Lübnan’da Hizbullah’ı bütünüyle tasfiye etme şansı bulacaktır. Ayrıca İran’a yönelik askeri operasyonun önü de açılmış olacaktır. Bütün bu adımların ABD’nin iç politikasında Neo-Con’ların sıkışmasını engelleyici bir yönünün olması da ayrıca düşündürücüdür.

Bu gelişmelere rağmen toplumsal mücadelenin her türlü projeyi tarumar edici bir güç olduğu bir kez daha ortaya çıktı. 2006 Aralık başında dört milyon nüfuslu Lübnan’ın başkentinde bir milyon kişi toplandı. Sokaklar işgal edildi. Çadırlar kuruldu, on binlerce kişinin katıldığı sürekli gösteriler ve toplantılar yapıldı. Hükümetin iç savaş tehdidi sökmedi. Hatta bazı Sünni partiler de eyleme iştirak etti. Kitleler ayaklanarak ulusal birlik hükümetinin oluşmasını ve erken seçimlere gidilmesini istedi. Beyrut kitle hareketleriyle zenginleşti ve güzelleşti.  

Son olarak Lübnan ordusunun çeşitli banka soygunu ve silahlı eylemler düzenledikleri gerekçesiyle Fetih-Ül İslam adlı örgüte yönelik, Nahr el Bared Filistin mülteci kampına operasyon düzenlemesi ilginçtir. Örgüt CIA ve Suudi istihbaratı tarafından Hizbullah’a karşı uzun yıllar paravan örgüt olarak kullanıldı, faaliyetlerine Lübnan ordusu tarafından göz yumuldu. Zamanla örgüte verilen finansal desteğin kesilmesi kadrolarının denetiminden çıkmasına ve çeşitli eylemler yapmasına yol açtı. Örgüt bu dönemde Lübnan’ın El-Kaide’si olarak tanımlandı. Bu aşamada Lübnan ordusu devreye sokuldu. ABD bu ve benzer bahanelerle Lübnan’a 8 uçak dolusu mühimmat ve silah gönderdi. Geçen yıl (2006) Lübnan hükümetine güvenlik amaçlı 40 milyon dolar yardım etti. Bu yıl yapılan finansal yardım 30 milyon dolara ulaştı. Gelişmeler Lübnan’daki iç gerilimin hızla artacağını gösteriyor. ABD bunun yaratılması doğrultusunda adımlar atıyor. Özellikle Hizbullah probleminin halledilmesi doğrultusunda hem İsrail hem de ABD, işgal dahil çeşitli provokasyonların yapılmasını gündeme almış durumda. İsrail’de ana muhalefet partisi, Likud’un başkanı Netenyahu’nun İsrail-Hizbullah savaşının ikinci raundundan bahsetmesi (hem de parlamentoda) boşuna değildir. Bu raundun başlaması için “basit” bir provokasyon bile kullanılabilir.

* ABD Irak’ta 100 adet askeri üs kurdu. Ayrıca 14’ünün inşası da devam ediyor. ABD Irak’ın petrol alanları ve enerji nakil hatlarını kuzey, güney ve merkez olarak 3’e ayırdı. Bu bölgelerin güvenliği iyi tahkim edilmiş ve son derece kompleks askeri üsler tarafından sağlanıyor. Ayrıca güvenlik, havadan ve denizden füze sistemleriyle destekleniyor. Kısaca ABD bu alanları ya da Irak’ın “kalbini” son derece itinayla koruyor. Bunun dışında Irak’ın kan gölüne dönüşmesinden hiçbir rahatsızlık duymuyor. Hatta iç savaşı körükleyen taktikler uyguluyor. Ama Irak’taki grupların ya da direnişçilerin stratejik alanlara yönelik eylemlerine ise asla izin vermiyor. ABD  giderek bir üsler imparatorluğuna benziyor. Bu üsler Irak’ta olduğu gibi stratejik hedeflere yönelmiş durumda. ABD 11 Eylül sonrası değişik ülkelerde kurduğu binlerce askeri üsle Ortadoğu’dan Asya’ya, Kızıldeniz’den Pasifik’e kadar olan coğrafyadaki enerji yollarını, enerji kaynaklarını, kıymetli madenleri, besin ve su kaynaklarını kontrol etmeyi hedefliyor. Ayrıca bu üsler, Rusya’nın ve Çin’in kuşatılması anlamında da işlev görüyor.

(Devam edecek...)



 

El Fetih’in direnişçi kanadı El Aksa Şehitleri Tugayı tasfiye edildi!

Mahmut Abbas başkanlığındaki El Fetih, ABD-İsrail ikilisi ile işbirliğini geliştirdikçe, gericileşiyor. Giderek gericileşen bu çizginin temsilcileri, Filistin’i parçalayan iç çatışmalardan da sorumludurlar. Zira Mahmut Abbas ve ekibi, Filistin halkının baş düşmanları olan emperyalist-siyonist güçlerin oyuncağı haline gelerek, İsrail işgaline karşı 60 yıldır devam eden direnişin tasfiye edilmesi planına katkı sunmaktadır.

Siyonist İsrail’e karşı silahlı direnişi başlatan, bununla kalmayıp uzun soluklu bir gerilla mücadelesine önderlik eden El Fetih, “Oslo Barışı”ndan sonra ciddi bir yozlaşma sürecine girmişti. Direniş çizgisini terkedince hızla soysuzlaşan El Fetih liderleri Ocak 2006’da yapılan seçimlerde hezimete uğrayarak, Filistin halkından sert bir şamar yemişlerdi.

Siyonist işgalin her gün yeniden ürettiği sert çatışmalar, El Fetih’in liderlik kademesindeki çürümeye rağmen tabanda militan güçler biriktiriyordu. “Oslo Barışı”nın iflası ise, siyonist işgal karşıtı direnişi daha da militanlaştırmıştır. Özellikle ikinci intifadanın patlak vermesi, El Fetih’e bağlı silahlı güçlerin de harekete geçmesine vesile olmuştur.

Birinci intifada sürecinde yetişen, direnişçi çizgisi ile öne çıkan yeni dönem El Fetih liderlerinden Mervan Barguti, El Fetih çeperindeki silahlı güçleri derleyip toparlayarak, El Aksa Şehitleri Tugayı’nın inşa edilmesinde önemli bir rol oynamıştır. Barguti’nin İsrail zindanlarına kapatılmasından sonra da, yaşlı kuşak El Fetih liderlerinin kimi geri tutumlarına itiraz eden El Aksa Şehitleri Tugayı direnişçi çizgiyi sürdürmeye çalışmıştır. Ancak hiçbir zaman El Fetih’in geri çizgisini radikal tarzda aşamayan direnişçi kanat, zamanla etkinliğini yitirmiştir.

Hamas’ın Ocak 2006 seçimlerinden zaferle çıkıp hükümeti kurması, El Fetih’le iplerin daha da gerilmesine neden olunca, Filistin’de başlayan çatışma yeni boyutlar kazanmıştı. ABD-İsrail ve suç ortaklarının kuşatması, Mahmut Abbas ve ekibinin oynadığı gerici rol, Hamas’ın halkın tümünü kuaklayamamasıyla birleşince, çatışma iç savaş boyutuna çıkmıştır.

Görünen o ki, ABD ile İsrail’in El Fetih’i açıktan desteklediği bu gerici çatışma, El Aksa Şehitleri Tugayı’nın da sonunu getirmiştir. Zira yakın geçmişe kadar direnişçi çizgi tutturabilen bu tugay, gelinen yerde “İsrail takibatının kaldırılması” koşuluyla silah bırakmayı kabul edebilmiştir.

Filistin kaynaklı haberlere göre Batı Şeria’da bulunan 300’ü aşkın El Aksa Şehitleri Tugayı militanı, İsrail’in kendilerini hedef almaktan vazgeçmesi karşılığında, silahlarını bıraktılar. Silahlarını Filistinli yetkililere teslim ederek İsrail karşıtı silahlı direnişe son verdiler.

Batı Şeria’daki El Aksa Şehitleri Tugayı’nın silah bırakması, Mahmut Abbas ve ekibinin üstlendiği uğursuz rolün ibret verici bir noktaya vardığının göstergesidir.

El Aksa Şehitleri Tugayı’nın tasfiyesi ırkçı-siyonistleri belli ölçüde rahatlatabilir, ancak İsrail’in devam eden vahşi işgali bitirilene kadar direniş de, her zaman kendi küllerinden doğmayı başaracaktır.