10 Ağustos 2007 Sayı: 2007/31(31)

  Kızıl Bayrak'tan
   Sandıktan çıkan başarının ve istikrar beklentisinin sınırları
  Cumhurbaşkanı seçememe krizi sürüyor
Anayasa değişikliği tartışmaları neyi gizliyor?
Meclise kapağı atan liberal solun burjuva siyasetinde konum arayışı
Sendika bürokratları sermaye hükümetinden umutlu!
Tekstil’de grev kapıda...
  THY çalışanları kazanacak!
  Telekom işçilerinden mücadele kararlılığı!
  İşçi-emekçi hareketinden...
  Seçimler ve yeni dönem - 1
  Bir yeni korku: Küresel ısınma ve susuzluk -
Yüksel Akkaya
  “Bilim üssü”mü, sermayenin arka bahçesi mi?
  İşgalci ordular Sudan’a gitme hazırlığına başladı!
  Ortadoğu halklarına saldırı hazırlığı
  Kasap Şaron’un hayali revaçta - Abu Şehmuz Demir
  Filistin, Irak ve Lübnan’da mikro ve kanton devletler kuruluyor... / 2 - Volkan Yaraşır
  Rejim, seçimler ve AKP… - M. Can Yüce
  24-25-26 Ağustos’ta Mamak 4. Kültür Sanat Festivali’nde buluşalım!
  Nagazaki ve Hiroşima’da ölen kimdi?
  Günlük Kızıl Bayrak sitesinin Temmuz ayı rakamları...
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Sandıktan çıkan başarının ve istikrar beklentisinin sınırları

Egemenler arasındaki sürtüşme uzun bir süredir düşük yoğunluklu bir kapışma düzeyinde seyretmekteydi. Seçim sonuçları, işçi ve emekçi kitleleri yönetme becerisi bakımından büyük bir başarı göstergesi olsa da, sermaye cephesi içindeki bu kapışmaya bir çare olamadı. Daha ilk değerlendirmelerimizde vurguladığımız gibi, sandıktan çıkan tablo yalnızca söz konusu kapışmanın şiddetinde geçici bir zayıflama yaratabilirdi. Kendileri payına sandıktan çıkan siyasi ve moral yenilgi, rejimin asli sahiplerinden biri olan orduyu ve onun arkasında saf tutan kesimleri, geçici bir süre için dizginlemiş oldu.

Egemenler arası dalaşmanın kaderi ve yeni mevzilenmeler

Generallerin başını çektiği cenahın şimdilik dizginlenmesinde, AKP’nin seçimden aldığı sonucun tekelci sermaye ile neredeyse tüm emperyalist odaklarda yarattığı sevincin yadsınamaz rolü var. AKP’ye verilen dış desteğin özellikle ordu üzerinde nasıl bir basınç yarattığını tahmin etmek zor değil. Fakat toplumdan oy biçiminde verilen desteğe generallerin bile önem vermek durumunda kaldığı koşullarda oluşan bu basınca rağmen, yenilmiş sayılanlar tarafından yapılan açıklamalar, çıkar kapışmasının sertleşerek süreceğini göstermektedir.

Ayrıca oy desteğini beklentilerin çok üzerinde artırmış olan dinci partinin, temsil ettiği özel sermaye gruplarının çıkarlarından feragat etmesi için ortada hiçbir neden yok. Aynı şeyi, ideolojik anlayışı ve toplumsal yaşamda ve devlet aygıtında tuttuğu mevzileri büyütme amacı çerçevesinde daha kuvvetli bir şekilde ifade edebiliriz.

Dolayısıyla, sermaye cephesinin, sistemin doğasından kaynaklanan çıkar çatışması ve rekabetin ötesine geçen, bu açıdan bir zayıflık unsuru olan kapışması önümüzdeki dönemde de sürecektir. Bu açıdan aranan istikrar ne iyi ki sağlanamamıştır. Taraflar şimdilik iç düzenlemelerini yapmakla meşguller. Yeni oluşacak hükümet, meclis başkanlığı ve cumhurbaşkanlığı seçimiyle ilgili tartışmalardan yansıyanlar ile ordu merkezli açıklamalar ve YAŞ kararları, seçim sonuçlarının bu düzenlemelerde esasa ilişkin bir değişiklik yaratmadığını göstermektedir.

“İstikrar” balonu ve bayram havasından yansıyan ne?

ABD, AB ve tekelci sermayenin “istikrar” temelindeki sevinci, işçi sınıfı ve emekçi kitlelere yönelik çok yönlü saldırıların hız kesmeden sürecek olmasındandır. Gerçekten de AKP hükümeti döneminde işçi ve emekçilere yöneltilen iktisadi, sosyal ve siyasal saldırılar, darbe koşulları dışında hiçbir zaman olmadığı kadar pürüzsüz ve belli bir başarıyla yürütülmüştür. Üstelik bu saldırıların büyük bir kısmı geçmiştekilere rahmet okutacak kapsamdadır.

Yine de unutulmamalı ki, işçi ve emekçi kitleler bugünkü duruma, on yılları bulan bir saldırı silsilesi sayesinde getirildiler. Demek oluyor ki, başarı hiç de tek başına hükümet olmaya koşulmuş AKP’nin becerikliliğiyle ilgili değildir. Şüphesiz ortada, sınıf mücadelesinin geliştirilmesi açısından büyük bir önem verilerek ele alınması gereken bir beceri var. Fakat bu beceri genel olarak burjuvazinin, onun toplam sınıf egemenliğinin, aynı anlama gelmek üzere sermaye diktatörlüğünün becerisidir. Bunun tam karşılığı da, bu toplumda işçi sınıfı ve emekçilerin sefalet içinde yaşamayı, korunması gereken bir normal durum saymalarıdır. Bir başka ifadeyle, kitlelerin açlıkla terbiye edilmiş olmalarıdır. AKP’ye verilmiş oyların ve seçime katılma oranının herşeyden önce böyle bir anlamı var.

Öte yandan, kendi başına yeterli çoğunluğa sahip bir hükümeti hizmete koşabilmenin bayram havası yaratmış olması, egemenlerin nasıl da zayıf bir durumda olduklarının itirafıdır aynı zamanda.

Bu zayıflığın temelinde öncelikle Türkiye kapitalizminin yapısal sorunları ve bu sorunları döne döne azdıran bağımlılık ilişkileri yatıyor. Sistem içindeki bu konumu, Türkiye’deki sermaye düzenini, emperyalist mali sermayenin düşük faizlerle akmak için spekülatif alan aradığı son birkaç yılda, yüksek faizli borca katlanmak durumunda bıraktı. Sermayenin devlet mülkiyeti altında topladığı zenginlikler, yerli tekelci sermaye grupları aracılığıyla, onların bağımlı olduğu emperyalist tekellere kelimenin gerçek anlamıyla peşkeş çekildi. Ekonomi artık kesin bir şekilde bir borç ekonomisine, yeni borç akışı en ufak bir kesintiye uğradığında “son sürat bir arabanın duvara toslaması düzeyinde” etkilenecek bir ekonomiye dönüştü. Öte yandan, açlıkla terbiye edilmiş olsa da, tüm bu saldırı döneminin gerilimlerini ve patlama dinamiklerini bağrında biriktiren bir işçi sınıfı ve emekçiler olgusu orta yerde duruyor.

Kürt sorununun “istikrar”a etkileri

Sermaye iktidarının yaşadığı zayıflığın güncel planda çok daha etkili bir diğer etkeni ise, uluslararası boyutu çok daha fazla öne çıkan Kürt ulusal sorunudur. Bugün Kürt burjuva siyasi çizgisinin mecliste temsil edilmesi sermaye iktidarı için bir imkan gibi görünse de, durum bu kadar basit değildir. Şüphesiz ezilen bir ulusun parçası olarak, o ulusun özgürlük davasını kendi sınıf çıkarları uğruna kültürel kimlik kırıntıları düzeyine düşüren bir burjuva sınıf çizgisi ve ırkçı-şoven faşistler karşısında eğilip bükülmeye varan pratik siyaseti, ezen ulus egemenleri için büyük bir olanaktır.

Fakat Kürt sorununun özgünlükleri, dahası bugün emperyalist işgal ve zorbalığın burjuva devletler için geleceği kesin olarak belirsizleştirdiği Ortadoğu’da kazandığı mahiyet ve önem, bu imkanı egemenlere karşı bir silaha çevirmektedir. Bu hiç de, meclise giren partinin ya da daha genel planda liberal tasfiyeci platformuyla Kürt hareketinin isteği ve niyetiyle ilgili değildir.

Meseleyi bu hale getiren, sermaye iktidarının bu soruna dair, düzenin sınırlarına sığan herhangi bir çözüm imkanına ve platformuna, hatta en iğretisine bile sahip olmamasıdır. Türk devleti bu alanda tam bir acz içindedir. Zira Kürt halkına, inkar ve asimilasyondan, hatta kendi yok oluşu pahasına yok etmekten, bugün bunun güncelleştirilmiş hali olarak sefaletten, baskıdan, aşağılamadan, zulümden başka verebileceği hiçbir şey yoktur. Tam da bu nedenle, bugüne kadar Kürt halkının devrimci enerjisinin ve özlemlerinin öğütülmesinde paha biçilmez rol oynayanların, en geri sınırlarda bir liberal reformist çizgideki kımıldanmalarını bile görülmemiş bir şovenizm histerisiyle karşıladı. Sermaye içindeki kimi kesimlerin, özellikle burjuvazinin AB’ci gruplarının Kürt reformizmiyle paralel çizgiyi dillendirmesi ya da daha emperyalist hayalleri olanların Güney Kürdistan’ı kesen emperyalist jargonları aldatıcı olmamalıdır.

Bir kez daha vurgulayalım ki, dünyanın ve bölgenin bugün içine itildiği kaynama ve belirsizlik hali, Türkiye’deki sermaye iktidarını Kürt sorunu konusunda tam bir çözümsüzlüğe mahkum etmiş bulunuyor.

Sermaye cephesinin manevraları ve devrimci görevler

Tüm hazımsızlıklarına rağmen rejimin temel kuvvetleri, DTP’nin meclise girmesinden iki yönlü yararlanmak isteyeceklerdir. Bir yandan PKK’nin Kürt halkı üzerindeki etkisini kırmaya, DTP’yi ya da Kürt burjuvazisini, Kürt halkı üzerinde etkinlik kuracak bir odak haline getirmeye ve böylece mevcut sınırlarda bile Kürt hareketini paramparça etmeye çalışacaklardır. Zira bu, “mücadele umudu tükenmiş bir halk” hedefine katkı sunan yegane tutumdur. Nitekim halihazırda yapılmakta olan, tüm sermaye partilerinin, medyanın, özellikle belli başlı kalemşörlerin topyekûn bir seferberlikle yöneldiği de budur. Öte yandan ise, sorunun gündemde daha fazla yer tutmasını, şovenizmi ve ırkçılığı sürekli beslemenin, en üst seviyede tutmanın dayanağı olarak kullanacaklardır. Böylece hem Kürt hareketini daha fazla terbiye edecekler, hem de işçi ve emekçi hareketini daha etkili bir şekilde saptırmış olacaklardır.

Kuşkusuz egemenlerin başarısını belirleyecek olan, öncelikle devrimci bir sınıf mücadelesinin gelişip gelişmeyeceğidir. Önümüzdeki dönemde sermaye iktidarının “istikrar”ını bozmayı, bu çerçevede yerli ve yabancı egemenler lehine görünen “imkanlar”ı onlara karşı silaha çevirmeyi, seçimin ardından bayram eden tüm kan emicilerin heveslerini kursaklarında bırakmayı hedefleyen devrimci bir siyasal faaliyet ve mücadele, tüm hayati önemini korumaktadır.

Komünistlerin bundan anladığı, seçim çalışmasının kazanımlarını sınıf çalışmasının kuvvetlerine dönüştürerek, sermayenin AKP hükümeti eliyle yürüteceği ekonomik-sosyal yıkıma ve siyasal saldırılara karşı birleşik bir mücadele hattını örgütlemektir. Bu aynı zamanda Kürt halkına karşı, tam da onu devrimci mücadeleye kazanmak çerçevesindeki devrimci görevlerin daha ileri düzeyde yerine getirilmesi demektir. Zira devrimci bir sınıf mücadelesinin geleceği, gelinen yerde çok daha sıkı bir şekilde buna bağlıdır.