10 Ağustos 2007 Sayı: 2007/31(31)

  Kızıl Bayrak'tan
   Sandıktan çıkan başarının ve istikrar beklentisinin sınırları
  Cumhurbaşkanı seçememe krizi sürüyor
Anayasa değişikliği tartışmaları neyi gizliyor?
Meclise kapağı atan liberal solun burjuva siyasetinde konum arayışı
Sendika bürokratları sermaye hükümetinden umutlu!
Tekstil’de grev kapıda...
  THY çalışanları kazanacak!
  Telekom işçilerinden mücadele kararlılığı!
  İşçi-emekçi hareketinden...
  Seçimler ve yeni dönem - 1
  Bir yeni korku: Küresel ısınma ve susuzluk -
Yüksel Akkaya
  “Bilim üssü”mü, sermayenin arka bahçesi mi?
  İşgalci ordular Sudan’a gitme hazırlığına başladı!
  Ortadoğu halklarına saldırı hazırlığı
  Kasap Şaron’un hayali revaçta - Abu Şehmuz Demir
  Filistin, Irak ve Lübnan’da mikro ve kanton devletler kuruluyor... / 2 - Volkan Yaraşır
  Rejim, seçimler ve AKP… - M. Can Yüce
  24-25-26 Ağustos’ta Mamak 4. Kültür Sanat Festivali’nde buluşalım!
  Nagazaki ve Hiroşima’da ölen kimdi?
  Günlük Kızıl Bayrak sitesinin Temmuz ayı rakamları...
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Bir yeni korku: Küresel ısınma ve susuzluk

Yüksel Akkaya

Kapitalizm bellekleri silmek için kaygılı bir topluma hep muhtaç olmuştur. Bu nedenle kaygılı bir toplum yaratabilmek için hep bir korku icat etmiştir. Son dönemin önemli kaygı yaratan korkularından biri “küresel ısınma” oldu. Herşeyin müsebbibi bir “küresel ısınma”. Ankara susuz mu kalacak; nedeni “küresel ısınma”. Tarımda kuraklık mı olacak; nedeni küresel ısınma. Yedi bela mübarek!

Susuzluk, beraberinde özelleştirmede yeni bir alan açtı: Akarsular. Bir yandan kaygı, bir yandan korku, bir yandan talan, yağma ve yeni zenginleşme yolları... Uzmanlar, işini düzgün yapan alimler Türkiye’de Ankara dışında önemli bir su sıkıntısı olacağını kabul etmiyorlar. Bu nedenle her işin müsebbibi görülen “küresel ısınma”yı aklıyorlar. Örneğin, Ankara Üniversitesi, Ziraat Fakültesi Öğretim Üyesi, Prof. Dr. İlhami Ünver şöyle diyor:

“‘Her sıkıntı küresel ısınmadan kaynaklanıyor’ yaklaşımının ne denli yanlış ve tehlikeli sonuçlara yolaçabileceğini uzun süredir açıklamaya çalışıyorum, ama kendimi bu konuda bozguna uğramış hissediyorum. Yakın dönem basınından birkaç inci örneği vereyim:

Daha önce güneşten gelen ışınlar buzullar tarafından yansıtılarak atmosfere geri gönderiliyordu. Fakat son 50 yılda etkisini gösteren buzullardaki erime ile birlikte güneş ışınları yansıyarak atmosfere geri dönemedi, doğrudan yerküre tarafından emildi. Bu durumda da küresel ısınma gittikçe artmaya ve etkilerini göstermeye başladı.” Şimdi bu yoruma bakınca gülelim mi, ağlayalım mı?

“Belirtilerini Konya Ovası’ndan Beyşehir Gölü’ne kadar her yerde gösteren küresel ısınma ve kuraklık, İstanbul’un 3’üncü büyük havzasını da vurdu. Büyükçekmece Gölü’nün yüzlerce metrekarelik alanı kurudu.” Yazar belli ki yüzbinlerce metrekare demek istedi, ama asıl önemli olan, Beyşehir Gölü’nü ve havzasını son yirmi yıldır ne denli acımasız kullandığımızdan haberinin olmaması ve içinde bulunduğumuz sıkıntıyı küresel ısınmaya bağlaması.

“Dünya Doğal Hayatı Koruma Fonu (WWF), dünyanın iklim değişikliği felaketine uğraması için 5 yılın bulunduğunu belirterek, hükümetlere, karbon emisyonlarını azaltarak gidişatı tersine çevirmek için harekete geçmeleri için 2012’ye kadar zamanları olduğu uyarısında bulundu.” Burada belirtilen tarihin Kyoto sözleşmesinin sona ereceği yıl olduğu anlaşılıyor, bir uluslararası sivil toplum örgütü için bağışlanamaz yanlış tabii ki…

“Bir büyük TV kanalı anket düzenlemiş, soru şu: ‘Küresel ısınmaya karşı tasarruflu ampuller, kurşunsuz benzin, çevre dostu ürünler kullanmak, suyu boşa akıtmamak gibi bireysel adımlar atacak mısınız’ Hazırlanan seçeneklerin ikisi doğru, ikisi yanlış.”

Bu tür kuru sıkılardan yararlananların başında dar görüşlü yöneticiler geliyor. Ne zaman başları sıkışsa, ‘iklim değişikliği’ gerekçesinin arkasına sığınıveriyorlar. Yaklaşık bir yıldır ana haber konularından biri üç büyük kentimizde yaşanan su sıkıntısı. ‘Küresel ısınmaya bağlı kuraklık…’ diye başlayan açıklamalar, kötü yöneticiler kadar öncüllü demeç sahiplerince de kullanılıyor. Oysa bu gösterişli demeçlerden önce iklim kayıtlarına bir bakılsa, Türkiye’nin 8-10 yılda bir dönemsel ve bölgesel kuraklığa uğradığı, yaşanan su sıkıntılarının büyük oranda bu hesabın yapılamamasından ve kentleşmenin ölçülememesinden kaynaklandığı anlaşılacak”

Prof. Dr. İlhami Ünver’in şu değerlendirmesi ise sorunun ne kadar sorun olup olmadığını daha açık olarak bize gösteriyor: “ DSİ Genel Müdürlüğü yapan Veysel Eroğlu’na göre Türkiye’deki barajların ortalama doluluk oranı % 53 ki, sıcak geçen kış ve yaz ile içinde bulunduğumuz mevsim göz önüne alındığında, hiç de kötü bir değer sayılmaz”. Evet, kurak bir yaza rağmen, barajlardaki doluluk oranı korku için bir neden olmadığını gösteriyor. Peki sorun ne? Bir, korku ile toplumu düşünemez hale getirmek. İki, yeni rant kapıları açmak. Eee, kapitalizm dediğimiz şey de bundan başka bir şey değildir.

Peki hiç mi sorunsuz bir durum söz konusu. Elbette hayır. Ankara için sorun var, kuşkusuz çözüm de! Ankara, yanlış kentleşme ve zamanında alınmamış önlemlerle susuzluk tehlikesi ile karşı karşıya kalmıştır. Zamanında alınmayan önlemlerin arkasında ise kapitalizmin yasaları vardır: Rant beklentisi. Gelin sözü yine uzmanına, Prof. Dr. İlhami Ünver’e bırakalım:

“Ankara’nın içme ve kullanma suyu ile kanalizasyon ağı yenileme çalışmaları, yaklaşık 20 yıl önce başlayıp, on yıl kadar önce dinamik dengeye kavuşuyor. Yalnızca yeni yerleşim birimlerine bu ağın yayılması ve geleneksel bakım-onarım çalışmalarıyla bugünlere geliniyor. Doğrusu Ankara’da su kayıp oranının İstanbul’un yaklaşık iki katı kadar olmasını, bu ağın yetersizliğinden çok, biriktirme-depolama sistemlerinin bakımsızlığında aramak gerekir.

“DSİ, 1995 yılında hazırladığı uzun dönem planında, Ankara’nın 2004 yılında Gerede Uzunsu çayından Çamlıdere Barajı’na su aktarılmasını öngörüyor, 2027-2050 yıllarında da kentin su gereksiniminin Kızılırmak’tan sağlanması gerektiğini belirtiyor. Burada iki konu yeterince değerlendirilmiyor. Birincisi iklimsel rastgeleliğin en kötü koşullarıyla, kentsel gelişimin boyutlarının kesişmesi konusu. Yalnızca nüfus artışı hesaplanıp; kentin yeşillenmesi, araç sayısının geometrik hızla çoğalması, bahçeli ev sayılarındaki patlama, eğitimi ve kültür düzeyi yükselen toplumlarda su tüketiminin artma eğilimi vb. gibi koşullar yeterince değerlendirilmediği için, yeniden ele alma (revizyon) gereği beklenenden önce kapıya dayanıyor. İkinci ve daha önemli yanlışın kökeni biraz eskilere gidiyor. Bilindiği gibi Elmadağ ve yeraltı kuyuları dışında Ankara’nın su gereksinimi, ilk kez Çubuk-1 Barajı ile 1930’larda ciddi biçimde ele alındı. O günden bu yana tüm su yapıları ve projeleri kentin kuzeyine kümelendi. Çubuk, Çamlıdere, Kızılcahamam ve Gerede havzalarının birbirine yakın yağış ve akış rejimlerine sahip komşular olduğu görülemedi. Örneğin Gerede sisteminde su tutulmasıyla, Çamlıdere Havzasında toplanacak suyun azalması olasılığı hiç düşük değildir. Bu yanlış sürüyor.”

“Havzası ve jeolojik yapısı elverişsiz olmakla birlikte, İvedik Arıtma Tesislerine yakınlığı dolayısıyla Ankara’ya su sağlamada önemli yeri olan Kurtboğazı barajına Akyar ve Eğrekkaya barajlarından su aktarılıyor. Su biriktirilebilirse, bunlara Belediye’nin 15 yıldır yaptığı tek su yapısı olan Kavşakkaya barajının suları eklenecek.”

“Belediye on beş yıldır Kavşakkaya dışında hiçbir su biriktirme yapısıyla ilgilenmiyor ama bu dönemde Çubuk 1 ve Bayındır barajları ile, yeraltı suları devreden çıkarılıyor. Artan su gereksinimine karşın günden güne azalan depolama yeteneği. Doğal olarak deniz bitiyor”.

Rant meselesine gelince, işte Ünver’in değerlendirmesi: “Çubuk-Kızılcahamam arasından topladığı suyu Kurtboğazı’na aktarması öngörülen baraj için ASKİ 31 Mayıs 2005’te ihale açıyor. Katılan firmaların önerileri 12-19 milyon YTL arasında değişiyor. Süre 1,5 yıl. Bu arada neler oluyorsa, 12 milyon dolayında en düşük fiyat sahibi “Kolin İnşaat” devre dışı bırakılıp, Belediye bu işi kendisi yapmaya karar veriyor. (Baraj ihaleye çıksaydı 100 milyon dolara mal olurdu. Biz yapıyoruz. 20 milyon dolara mal oluyor. Bu Türkiye`de bir ilk. Baraj hafriyat demektir. Hafriyat olan iş pahalıya mal olur. - Melih Gökçek, 23.7.2005 günlü Türkiye Gazetesi)”.

Evet, söylenecek fazla şey kalmadı. Kapitalizm korku üzerinden varlığını sürdürüyorsa, su savaşlarını iyi anlamak gerekiyor, kuşkusuz, “küresel ısınma” meselelerini de.



 

İzmir’de çevre eylemi

Gerence Sivil İnisiyatif bileşenleri, İzmir’in Karaburun İlçesi’nde Gerence Körfezi’ndeki orkinos, çipura ve levrek çiftliklerinin kaldırılmasını istedi. Kara Reis Koyu’nda eylem yapan yüzlerce kişi kirli bir deniz istemediklerini haykırdı, elele tutuşarak temizlik zinciri oluşturdu. “Temiz bir çevre istiyoruz!”, “Parası onlara kirliliği bize kalıyor!” sloganları atan kitle çeşitli dövizler taşıdılar. Kitle adına açıklama yapan Gerence Sivil İnisiyatif Dönem Sözcüsü Ferhan Koral “Gerence Körfezi doğal bir sit alanıdır. Deniz hızla kirlenmektedir. Bu tür yerlerde balık çiftlikleri kurulması yasaya da aykırıdır” dedi.


Susuzluğun sorumlusu sömürücü asalaklardan kurtulalım!

Ülkenin başkentinde susuzluk nedeniyle acil bir durum yaşanıyor. İki günlük aralarla su kesintileri yapılıyor. Ve bu ülkenin başbakanı ve başkentin belediye başkanı olacak zatlar tarafından sunulan çözüm önerileri tam bir ciddiyetsizlik örneği. Önlem olarak Ankaralılar’ın tatile çıkmasını öneren M. Gökçek şunları söylüyor: “Ankara’da nüfus ne kadar az olursa su sıkıntısı o kadar rahat çözülür. Bu 2-3 ay içinde vatandaşlarımız diğer şehirlere giderek anne ve babalarını ziyaret etseler iyi olur. Ankara boşalır. Böylece su tasarrufu yapılır.” “Evet, ben duadan yanayım. Allah istemezse hiçbir şey olmaz. Ben inanan insanları duaya davet ediyorum.”

Başbakan da, “Tüm ırmaklar, dereler, nehirler kuruyor. Yani bu ırmakların, nehirlerin kurumasının müsebbibi, belediye başkanlarımız mı?” diye soruyor!

Sağlık Bakanı’nın Ankara’da yaşanan su sıkıntısı ve ülkenin yakın bir zamanda karşılaşacağı susuzluk tehlikesine karşı yaptığı açıklama da diğerlerinkinden farksız. Sağlık Bakanı’nın susuzluk nedeniyle oluşabilecek salgın hastalıklara karşı önlem almak gerekir demesi, bir zamanlar deprem karşısında devletin aldığı önlem olarak 40 bin ceset torbasını hazır tutmasını hatırlatıyor. Kapitalist sınıfın bu temsilcilerinin sorunları çözme iradesi ve niyetlerinin olmadığını biliyoruz. Onlar sadece sorunların sonuçlarına ilişkin “önlem”lerden bahsedebilirler ancak. Tabii ki onların önlemden anladığı sermaye sınıfına kâr getirecek önlemlerdir!

Bu ülkenin en büyük kenti olan İstanbul’da yaşanacak su sıkıntısına İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı’nın çözümü bu konuda bir örnektir. Kapitalist sınıfın sözcülerinden beklenen öneri şudur: Suya zam yapmak! İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş, İSKİ’nin bu zam talebinin gerekçesini, hem kuruma gelir hem de suda tasarrufu teşvik olarak vurguluyor. Herşeye kâr-zarar ilişkisi ile bakan bu kapitalist sınıfın temsilcileri önce sorunu gözardı etmişlerdir. Şimdi de zamanında alınmayan önlemlerin faturası emekçi halka ödettirilmek istenmektedir.

Ankara’daki susuzluğun nedenini Allah’a havale eden Gökçek’in kentin önceliğine süs havuzlarını koyması, şehrin dört bir yanına fıskiyeli havuzlar yaptırması, dünyanın en büyük yapay şelalesini kurması, suyu ve parayı nelere harcadıklarının örnekleridir.

Gökçek’in anti-bilimsel önerilerinin cahillikten kaynaklanmadığı ortadadır. Çankaya Belediye Başkanı Muzaffer Eryılmaz, “DSİ yıllardır bütün ülkede su ve yeraltı kaynaklarını araştırırken, Büyükşehir bu bilimsel verilerin hiçbiriyle ilgilenmedi. Ne teknik konularda odalara danışıldı, ne DSİ’ye kulak verildi. Gözünü para bürümüş bir anlayışla, su sıkıntısını da ticarete çevirdiler. 15-16 tonluk su tankerleriyle fahiş fiyatlarla insanlara su satmaya başladı. Büyükşehir bunun ihalesini yaptı. Hem buradan kar yoluna gidildi, hem de alelacele ihaleler yapıldı. Büyükşehir Yasası’nda öyle maddeler var ki, büyükşehirler isterlerse yapılacak işleri kendi şirketlerine direkt verebiliyor. Maddelerden biri diyor ki; o bölgede yaşayan insanların her türlü ihtiyacı karşılanır. Fakat bu ihtiyaç sınırları net belirlenmediği için, kentsel dönüşüm, rantsal dönüşüm oluyor” diyerek durumu özetliyor.

Susuzluk vb. sorunları da kendisi için bir rant alanı olarak gören kapitalistler için bir sorun yok. Nasıl olsa faturayı kesecek milyonlar olduğunu düşünüyorlar. Susuzluk sorunu karşısında iştahı kabaran kapitalistlerin çözümü ibretliktir: Özelleştirme ile bu sorundan para elde etmek! Sermaye devleti de bunun hazırlıklarına şimdiden girişmiş durumda. Enerji Bakanlığı’nın su sorununa ilişkin taslak çözüm paketine göre, Türkiye genelindeki havzalar, sulama ihtiyacı da dikkate alınarak bölgelere ayrılacak. Bölgenin sulama sorununun çözülmesi için gerekli tarımsal sulama barajları özel sektöre yaptırılacak. Bunun için akarsu ve göletler yap-işlet-devret modeli ile 49 yılı geçmemek üzere özel sektöre devredilecek!

Konuyla ilgili araştırma yapan Çevre Mühendisleri Odası İstanbul Şube Başkanı Özlem Eylem Tuncaelli, dünyada suya ilişkin özelleştirmelerin sonuçlarını şöyle özetliyor: Su haklarının piyasalaştırılıp özelleştirilmesinin sonuçları olarak en çok göze çarpan bulgu, birçok ülkede özel sektörün gelişiyle birlikte artan su fiyatları olacak. Su özelleştirmeleri de tıpkı sağlık, eğitim, altyapı, barınma alanlarında olduğu gibi kamusal olanın hızla sermayeleşmesi demek olacak ve Dünya Ticaret Örgütü, Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu’nun direktifleri doğrultusunda yapılıyor. Tuncaelli’nin verdiği bilgiye göre, 2000’de ödenen 40 IMF kredisinin 12’si, su temininin kısmi veya tamamen özelleştirmesi koşulunu dayatıyor. “Tüm maliyetlerin karşılanması” için politika geliştirilmesi ve sübvansiyonların kaldırılmasında ısrar ediyor. Parası olanın eğitim, sağlık hakkından faydalanabildiği günümüzde şimdi de parası olan temiz içme suyuna kavuşabilecek! Kısacası, bu kapitalist düzende temiz bir damla su, temiz bir nefes hava bile satılık olacak.

Gözü paradan başka hiçbir şey görmeyenler açlık, susuzluk, salgın hastalıklar sonucu yaşanacak ölümleri yine gözardı edecekler. Onların tek derdi kazandıkları paralar olacak. Bunun değişmesinin tek yolu ise dünyadaki tüm zenginliklerin yaratıcısı ve gerçek sahibi olan işçi ve emekçilerin birleşip, mücadele etmesidir. Kapitalizmden kaynaklı tüm sorunların faturasını ödeyen işçi ve emekçiler artık fatura ödemeyi reddetmelidir.


Büyüsü bozulmuş dünyayı efsunlama çabası

İstanbul Müftülüğü “resmen” yağmur duasına çıkarken, çareyi tevekkülde bulan devlet elinde olan suyu da koruyamıyor. Ankara’da seçim sonrasına ertelenen su kesintileri boruları patlatarak Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek’in “Allah’tan gelen felaketin” karşısındaki çaresizliğini bir kez daha ortaya koydu.

Su sıkıntısı büyük şehirleri vurmaya devam ederken, hükümetin yerel ayağı belediyeler somut çözümler yerine dine sarılmaya başladı. Önce Melih Gökçek felaketi “Allah’ın verdiği bir şey” olarak tanımlarken, İstanbul İstanbul Müftüsü Mustafa Çağrıcı 3 Ağustos’ta yağmur duasına çıkmış ve vatandaşları suları tedbirli kullanmaya çağırmıştı. Melih Gökçek ise patlayan boruları es geçip zihni sinir projelerle Ankara’ya su taşımaya çalışırken “Allah’ın böyle bir felaket vereceğini nerden bilelim” özetinde bir açıklama yapmıştı. Suyu verimli olmayan bir yatırım kapsamında değerlendiren dini bütün başkan, şimdi Ankara’yı tamamen susuzluğa mahkum etmiş durumda.

Belediyeler, dini işin içine karıştırarak akılları bulandırmaya ve kendilerini kurtarmaya çalışıyor. Bianet’in görüştüğü İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) Uçak ve Uzay Bilimleri Fakültesi Meteoroloji Mühendisliği Bölüm Başkanı Profesör Mikdat Kadıoğlu, konuya ilişkin olarak, “Allah’a güvenirken aklımızı da kullanarak daha somut ve pratik çözümler üretmeliyiz, şu an ciddi bir iklim değişikliği yaşamaktayız ve sorunlara kapsamlı çözümler bulmamız lazım” diyor. Bilgi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nden Prof. Dr. Arus Yumul ise “Popüler din zaten bugün en ‘modern’ kişilerin hayatlarında varolan bir şey, bilimden vazgeçmeyen, hayatını ‘rasyonel’ kurallara göre idame eden birçok insanın hayatında, aslında popüler dinin, pratiklerin yeri var” diyor. Adak adama, türbelere gitme gibi davranışların popüler dinin göstergesi olduğunu anlatan Yumul, bu eğilimi “yaşananları modernleşmeyle büyüsü bozulmuş dünyayı yeniden efsunlama çaba”sı olarak niteliyor. Yağmur duası gibi uygulamaların, devlet eliyle yapılması halinde insanların gözünde daha inanılır bulunabileceği düşüncesini aktaran Yumul, “Buna karşın kamusal alanda -hatırladığım kadarıyla- Diyanet’in desteğiyle yapıldığı durumlar nadirdir” diyor.

Açık ki kapitalizm dağıttığı herşeyi din büyüsüyle en azından kafalarda toplamaya çalışıyor. Mistik çağların tanrıları kızdırmaktan korkan insanlarının bile -yaptıkları sulama sistemleri halen kullanılıyor- başvurmayacağı yolları seçen devlet, sorunun esas muhatabı olarak hiçbir şey yapmıyor. Yumul’un olayı özetleyen sözleri yeterince açıklayıcı: “Büyüsü bozulmuş dünyayı yeniden efsunlama çabası” sözleriyle özetliyor.